19 Mayıs 2025
Müjdat Gezen, Atilla Dorsay, Ali Özgentürk
Ali Özgentürk’ün 1980’lerde sinemaya başlayan kuşağın önde gelen isimlerinden olduğu ve tümüyle farklı bir yönetmen olduğu kuşku götürmez. Kişiselliği çok çeşitli ögelerden kaynaklanır ve ona kolay kavranamaz bir nitelik yükler.
Edebiyat fakültesi sosyoloji bölümü mezunu olan 1945 doğumlu ve Adanalı Özgentürk, daha öğrencilik yıllarında başlayan tiyatro sevdasını Adana Şehir Tiyatrosu, Arena gibi kurumlarda sürdürdükten sonra, bir yandan dergilere öyküler yazdı; öte yandan Sokak Tiyatrosu adıyla tümüyle politik bir grup kurdu. 1960’lerın kaynayan ortamı içinde ayrıca Uzun Yürüyüş, Bir Kuvayi Milliyecinin Hatıraları, Bir İşçinin Öldürülüşü gibi belgeseller çekti. Onun edebiyat, tiyatro ve belgesel/politik sinemayla kurduğu bu gençlik ilişkileri bilinirse, sineması daha iyi kavranabilir.
1970’lerde Ferhat ve Yasak adlı kısa filmleri çekti. Onun hakkındaki ilk yazımı Yasak için yazdığımı hatırlıyorum: 1974-75 yılları olmalı... Aynı dönemde Endişe filminin senaryosuna katıldı, Yılmaz Güney’le yakınlaştı. Güney’e ve sonraları Sürü’de Zeki Ökten’e asistanlık yaptı. Ve 1980 yılında Hazal’la yönetmenliğe geçti.
Hazal için o dönemde yazdığım övgü dolu yazıya bakıyorum. Ne kadar çok sevmişim bu filmi... “Değişmezlikle değişim çabasının çatışması” demişim. “Pasolini’nin en olgun dönemini hatırlatan bir sinema” demişim. “En temel sorunları içinde insanoğlu var bu filmde” demişim. “Doğu aşk masallarının, halk söylencelerinin, minyatürlerin plastiğinin tadını içeren bu film, eski Yunan trajedisi, kutsal kitaplar, Homeros veya Dante’nin dünyalarının da kapılarını açıyor” demişim. Ve 30 yıl sonra, Fransa’nın Amiens kentinde yapılan bir Türkan Şoray’a saygı etkinliğinde, filmi yeni (ama kötü basılmış) bir kopyadan seyrederken, 30 yıl önceki izlenimlerimin tümüyle doğrulandığını farketmişim. Az şey mi bu?
Özgentürk’un gerçekçilikle simgeselliği harman eden sineması, hayatını birleştirdiği değerli yazar Işıl Özgentürk’ün senaryosunu yazdığı At filmiyle sürdü. Genco Erkal’ı İstanbul’un kalabalık sokaklarında kendi küçük trajedisini yaşayan bir seyyar satıcı olarak perdeye getiren bu film de “gevşek dokusu, dramatürji eksikliği” gibi o zaman yakıştırdığımız kusurlarına karşın, çok sevdiğimiz bir film oldu. O dönemde beklediğimiz ‘toplumsal eleştiri’den çok, sanatçının kendi deyimiyle “Dünyanım en tuhaf şehirlerinden biri olan İstanbul’da hayatın kendiliğinden akışını yakalama çabası” idi. Ve sanki “modern bir masaldı”. Özgentürk’ün klasik bir gerçekçilik yerine gerçeğin içinden fışkıran ve sadece sanatçı gözlerin görebileceği fantastiği yakalama inadının bir ürünü.
Sonradan işler biraz bozuldu. Özgentürk bu iki büyük başarının ardından, başyapıt düzeyindeki metinlere son derece özgürce, gevşek senaryolar ve çok iyi kotarılmamış bir fantastik/fantezi duygusuyla yaklaşmanın bedelini ödemeye başladı. Orhan Kemal’ın ünlü Murtaza’sını Bekçi adıyla sinemalaştırması veya Nazım üzerine bir film yapmaya çabalarken sürekli zorluklar ve engellerle karşılaşan bir yönetmenin yaratma sancılarını Su Da Yanar filmiyle anlatma deneyi, genelde olumsuz tepkiler aldı. Bu filmleri ben de çok beğenmemiş ve ikincisi için şöyle demiştim: “Aklın denetiminden geçmeyen ham duyarlılığın sanatta olsa olsa geri teptiğine içtenlikle inanıyorum”.
Ne yazık ki bu filmlere yeniden dönüp bakamadık. Belki bizler kabahatliydik; belki Ali ilk filmlerindeki temel ögeleri kullanmayı aynen sürdürmüştü de biz kavrayamamıştık... Ya da o ilk iki film nedeniyle hep çok iyisini beklemiş, hep mucize ummuştuk. Keşke bu filmleri yeniden görüp en saf biçimde yaklaşsak ve taze yargılara ulaşabilsek... Gerçek şu ki Özgentürk’le sinema yazarlarının arası o sıralarda bozuldu. Ve düzelmesi çok zaman aldı.
Ama o hep ayrıksı ve farklı olmayı, yeni şeyler denemeyi, özgün formüllerle beklenmedik sentezler yapma gayretlerini sürdürdü. 90’larda Çıplak ve Mektup filmlerini yaptı. Çıplak gerçek-üstücülüğü doruğa çıkaran çok özel bir filmdi. Ben “Özgentürk bir filmi bir büyük deneyim gibi görüyor, onu seyirciyle birlikte çözümlemek, hatta oluşturmak istiyor. Sokak tiyatrosunda geçirdiği yıllar ve bu deneyimden gelen ‘happening’ duygusuyla birleşince, her seyircinin farklı biçimde yorumlayıp kafasında oluşturacağı, sanki ham malzeme halindeki Özgentürk filmleri ortaya çıkıyor” demiştim. Ardından gelen Mektup ise ‘eski tüfek’ olan babasının izini sürerek onu tanımaya çalışan ABD’den gelmiş oğlunun öyküsünü, yine bir büyük eskiz halinde, şiirle karışık bir metin aracılığıyla çözmeye çalışan bir deneysellik içeriyordu.
2000 yılında yaptığı ve onu Işıl Özgentürk’le yeniden bir proje çerçevesinde bir araya getiren Balalayka, onu eleştirmenlerle ve daha önemlisi seyirciyle buluşturan film oldu. Ülkemizdeki Rus Nataşaları’nın öyküsüne odaklanan film için “yer yer gerçek-üstücü dokunuşları olan, ama temelde ayağını yere çok iyi basmış bir hikâyede, klasik Özgentürk duyarlılığı, bu kez ele aldığı kahramanlara uyarak, o ünlü Slav hüznüyle besleniyor. Ve ortaya gerçek bir keder şarkısı çıkıyor” demiştim. Özgentürk, uzunca aralarla da olsa çabalarını hep sürdürdü. Kalbin Zamanı, tümüyle Pera Palas dekoru üzerinde, üç ayrı dönemde geçen iddialı ve değişik bir aşk ve cinayet öyküsüydü. Yengeç Oyunu ise başarılı olamayan bir büyük aile hikâyesi...
Ve en son, 2010 yılında Görünmeyen geldi. Atatürk döneminde ülkemize gelip halk müziğimizi incelemiş ve önemli bilimsel notlar derlemiş olan tanınmış Macar müzisyeni Bela Bartok’un öyküsünü anlatan film, sanatçının son döneminin belki en özgün filmiydi. Ne yazık ki kötü bir dağıtımın da kurbanı olarak, hak ettiği yankıyı yapamadı. Ben bile gördüğüm halde üzerine yazma fırsatı bulamadım. Ama film, bir kez daha Özgentürk’ün hep farklı şeyler yapma inadını ve seyircisini sürekli şaşırtma tutkusunu en açık biçimde gösteriyordu.
Görünmeyen bir tür imkânsız aşk hikâyesi anlatıyordu. Anadolu fonu önünde farklı kesimlerden gelen Ebru ve Recep’in öyküleri... Özgentürk bu filmi Bilge Ebiri’yle birlikte yazmış ve Özlem Dündar’la birlikte yönetmişti. Oyuncuları arasında Hakan Eratik, Sezen Aray ve Udo Kier vardı: sonuncusu uluslararası bir star olan... Ayrıca o efsanevi Türkan Şoray- Kadir İnanır filmi Selvi Boylum, Al Yazmalım’ın da senaryosunu yazmış ve o unutulmaz deyişlerin sahibi olmuştu. Ama anlaşılan yorulmuştu ve daha sonrasında pek bir şey yapamamıştı. Ancak yaptıkları onu sinemamızın en büyükleri arasında saymaya yeterliydi.
İşte 12 uzun filmi ve yarım düzine kadar kısa filmiyle tanıdığımız Ali Özgentürk üzerine vaktiyle yaptığım bir yaklaşım. Onun çok daha geniş analizleri ve kapsamlı monografileri hak ettiği kesin. İnşallah...Ve Allah rahmet eylesin.
Son bir not... Ali Özgentürk’ü kalbimizin üzerinde sızıp kalan bunca acıyla anınca, kardeşi sevgili Nebil Özgentürk’ü de anmak neredeyse kaçınılmaz oluyor. Ama hayli etkinlik içerdiği için daha uzun olan o yazıyı buraya almayı biraz da okurlarıma bırakıyorum. Bir genel teşvik görürsem, onu da bu köşede bulabileceksiniz.
Atilla Dorsay kimdir?Atilla Dorsay. 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor. 10 yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti. Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler. Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı. 1966'da başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü. Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu. Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı. Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle, "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında, (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için. Dorsay, 2013'ten beri, "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor. Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti. TRT'de, hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı. Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi". Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar, son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor. Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı. Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor. Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar adı kitabı Eylül 2022'de yayımlandı. Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. T24 Yazıları -Pandemi Günlerine Doğru: Sanat ve Siyaset Ekim 2023'te, "Unutulmaz İnsanlarımızla Konuşmalar" ve "Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im" 2024'te okurla buluştu. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!.." |
Dünya, tarihinin en karmaşık, zalim, kuşkulu ve hatta düşmanca dönemini yaşıyor. ABD, Gazze ve Avrupa başta olmak üzere birçok ülkede yaşananlara naçizane bir göz atalım
Kadın-erkek demeden, gerçek suçu aramadan, Yargıtay’dan Danıştay’a adaletimizin zirve noktalarına danışmadan yürütülmeye çalışılan bir sözüm ona adalet... Kimi inandırıyorsunuz, kime maval okuyorsunuz, adalet diye bize sanki soğumuş bir Türk kahvesi sunuyorsunuz?
Kadın-erkek kavga ettiği herkesi haklayan, onca kavgadan bir çizik bile almadan çıkan, sanki tanrının bir dokunulmazlık zırhına büründürdüğü bir hanım… Öyle ya, ne olursa olsun; kadına hiçbir şey olmaz!... Böylece film tam anlamıyla cinsiyetçi bir nitelik alıyor...
© Tüm hakları saklıdır.