13 Mayıs 2023

2023 seçimlerinin düğümü

Türkiye gerçekten de son yüz yılın en önemli seçimine doğru gidiyor. Böyle bir seçime mutlaka katılmak, kararımızı mutlaka sandığa yansıtmak gerekir.

Seçimlere dair herkesin anlaştığı ortak bir nokta var: Bu seçim Türkiye’nin yüz yıllık tarihinin en kritik, en önemli seçimi. Türkiye 21 yıllık iktidara devam mı diyecek, yoksa değişimi mi tercih edecek? Bir numaralı soru bu aslında.

Bu seçimde iki büyük psikolojik güdü karşı karşıya: Bir yanda “kayıptan kaçınma,” diğer yanda ise “varoluşsal tehdit” algısı. Günün sonunda 2023 seçimi bu ikisi arasında geçecek.

İktidarın devamını isteyenler, kayıptan kaçınma güdüsünün etkisindeler. Kayıptan kaçınmanın insanların en temel psikolojik korkularından, en temel güdülerinden biri olduğunu biliyoruz. İlişkilerimizi, sevdiklerimizi, servetimizi, toplumsal statümüzü ve daha pek çok şeyi kaybetmekten sürekli endişe duyarız. Bu nedenle, kaybetme ve kazanma arasında seçim yapmak zorunda kaldığımızda çoğu zaman kaybetmemeye yönelik seçeneklere yöneliriz. Özellikle de geleceğin ne getireceği belirsizlik ise. “Eldeki bir kuş, daldaki iki kuştan iyidir” sözü bize bunu anlatır. Satış ve pazarlamacılar, kayıptan kaçınma güdüsünün gücünü bildikleri için bir ürünü alırken bize ne kazanacağımızdan çok, almadığınız durumda ne kaybedeceğimizi öne çıkarırlar, bu yolla bizi etkilemeye çalışırlar. Kahneman ve Tversky gibi bu konuya dikkat çeken düşünürlere göre, kaybetme güdüsü, kazanma güdüsünden neredeyse iki kat daha güçlüdür. Öyle olduğu için de eskinin yerine yeniyi koyma zamanı geldiğinde dahi maalesef varolana sarılmaya devam ederiz.

Kayıptan kaçınma duygusunun bu denli köklü bir güdü olması bizi eskiye sarılmaya, yanlış olanı sahiplenmeye, hatta böylece bazen bizi yok olmaya dahi götürebilir. Kötü evliliklerin ve ilişkilerin önemli bir kısmında, sosyal, siyasal ve iktisadi yaşamın birçok vechesinde bu güdünün sonucu olan yanlış seçimlere rastlarız. Günümüz Türkiye'sinde milyonlarca insan, AKP dönemi kazanımlarını kaybetme korkusu yaşıyor. Bunlar arasında partizanlıkla devlet kadrolarını dolduran yüz binlerce kişi, hak etmedikleri ballı ihalelerle zenginleşenler, medyada yandaş olarak para ve statü kazananlar, İslami bir siyasi rejim özlemi duyanlar ve daha pek çokları, AKP'nin iktidardan düşmesiyle elde ettikleri kazanımlarını kaybetmekten korkuyorlar. Bu kesimlerin muhalefeti desteklemeleri için pek bir neden yok çünkü sözkonusu olan çıkarlarının kaybı. O nedenle desteklerinden asla vazgeçmeyecekler.

Ancak samimi olarak kayıptan kaçınma güdüsüyle hareket eden daha önemli ve büyük toplumsal kesimler de mevcut: Bunlardan biri, AKP'nin kurduğu sosyal ağlar sayesinde devlet ve belediyelerden yardım alan aileler. Bir diğeri, başörtüsü gibi konularda dini kimliklerini ve dini özgürlüklerini kaybetme korkusu yaşayanlar. Bu kesimler salt kendi çıkarları için sisteme bağlanmış olanlardan farklılar. Farklı güdülerle tercihlerini değiştirebilecek kesimler. Üstelik de muhalefetten samimi ve inandırıcı bir seçenek gördüklerinde pozisyonlarını değiştirebilme potansiyeline sahipler. Muhalefetin onlara kayıptan kaçınma korkusundan daha ciddi, daha gerçek, ve daha önemli bir şeyi göstermesi, hatırlatması gerekiyor. İşte bu “varoluşsal tehdit” güdüsü. Kayıptan kaçınmadan çok daha güçlü bir güdü bu. 2023 Seçiminin asıl merkezinde bu duruyor aslında. Nitekim dikkat ederseniz iktidar sözcüleri son günlerde kendi söylemleri içinde bu tür bir vurguyu öne çıkarmaya başladılar bile.

İnsanlar geçmiş alışkanlıklarını, değerlerini, inançlarını, dünya görüşlerini asıl olarak kendilerinin, ailelerinin, sevdiklerinin varoluşsal tehdit altında oldukları zamanlarda değiştirmeye yönelirler. Örneğin büyük kişisel travma dönemlerinde. Sigara gibi güçlü bir bağımlılığınız mı var? Doktor artık “ölümün eşiğindesiniz” dediğinde çok daha hızlı bırakırsınız. En sakin, en uysal hayvanların yavrularının tehdit altında olduğu zamanlarda ne yaptığı, nasıl gözüpek davrandığı bilinen bir şey. Rusya’da 1917’de olanlar nüfusun sadece yüzde 3.5’unu oluşturan işçi sınıfının devrimi olmaktan ziyade cephede “varoluşsal” tehdit yaşayıp isyan çıkaran ve sonra da asker kaçağı olarak idamla aranan uniformalı köylülerin eseriydi. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı sahici bir varoluşsal tehdite verilen güçlü bir karşı koymaydı. 1923’e gelindiğinde eskiyi atıp yeniyi yaratma istenci bu varoluşsal sürecin sonucuydu. Velhasılı bir ülkeyi bir gemiye benzetirseniz geminin batmakta olduğu bir süreçte güvertede kimin inceden inceye dans ettiğinin, aşağıda kimlerin çile çektiğinin artık eskisi kadar önemi yoktur. Gemiyi batmaktan kurtarma güdüsü her şeyin, her ideolojinin, her inancın, her alışkanlığın, her türlü kişisel, zümresel çıkarın önüne geçecektir.

Peki Türkiye’de bugün sahiden de bir “varoluşsal tehdit” var mı? Hiç kuşkunuz olmasın! Yeni de değil. Neredeyse on yıllık bir sürecin bugün zirve yapmış hali. Görmek isteyen her gözün önünde duruyor üstelik. Bu varoluşsal tehditin bileşenlerini önem sırasına göre gözden geçirelim.

Birincisi Türkiye'de milyonlarca insan zaten şu anda ülkenin deprem bölgelerinde varoluşsal bir tehditi yaşadılar ve hala da yaşamaya devam ediyorlar. Her an her şeyini kaybetmenin eşiğinde milyonlarca insan. Eğer henüz yıkılmadıysa bile evlerine girmekten endişe eden, uyku uyuyamayan insanlardan bahsediyoruz. Olası İstanbul depremi için de benzer bir güdü eskiye kıyasla çok daha etkin biçimde harekete geçmiş durumda. Ülke nüfusunun beşte birine, ülke ekonomisinin neredeyse yüzde kırkına sahip bir bölge tehdit altında. İstanbullular adeta her gün depremle “Rus ruleti” oynuyorlar. İzmir, Bursa ve Adana da farklı değil. Doğu Anadolu Fay hattındaki pek çok şehrimizde de durum benzer. Elbette, bu korkunun yakında unutulacağı ve hayatın normale döneceği söylenebilir. Ancak depremin etkisi sıcaklığını hâlâ zihinlerde ve duygularda koruyor. Bu bağlamda depremin zamanlaması AKP için olabilecek en kötü zamanlama olarak tecelli etti. Böylesi bir konjonktürde insanlar şu soruları soracaklardır: “Olası bir depremde başta kimi görmek istiyorum?” “Hangi partiler iktidarda olursa böylesi afetlerde ilk gün bana yardım elini uzatabilir?” “Evimiz depremde başımıza yıkılıp telefondan yardım çağrısı yaparken interneti kapatabilecek insanlara oy verebilir miyiz?” “Deprem günü çadır satan bir zihniyeti onaylayacak mıyız?” Böylesi bir durumda kime güvenecekleri sorusu kendilerini ve ailelerini direkt ilgilendiriyor. Söz konusu olan varlıklarıyla, varoluşlarıyla ilgili bir durum. Ekonomik vaatlerden çok daha önemli bir konu!

Bilindiği gibi depremden önce tüm anketler Kemal Kılıçdaroğlu'nu Tayyip Erdoğan'dan geride gösteriyordu. Deprem birdenbire tüm dengeleri değiştirdi. Benzer bir durum 2008 Amerika'sında yaşanmıştı. Büyük finansal kriz olmadan önce Obama tüm anketlerde McCain'in gerisindeydi ama birdenbire kriz sonrası her şey değişti. Bir siyahi Amerikalı ülkenin başkanı seçilebildi. Böyle bir durumun Türkiye'de de yaşanması muhtemeldir ve depremden kaynaklanan derin varoluşsal tehdit bu noktada belirleyici olacaktır.

Günümüz Türkiye'sinin önündeki ikinci büyük varoluşsal tehdit, genç neslin ülkeden ayrılma isteğidir. 2020 istatistiklerine göre gençlerin %75'inden fazlası daha nitelikli bir iş ve daha yüksek bir eğitim umuduyla yurtdışına göç etmeyi düşünüyor. Gençlerin %62,5'i ise yurtdışında sürekli olarak yaşamayı tercih etmektedir. Daha iyi eğitimli gençler arasında bu oranın daha yüksek olduğu düşünüldüğünde, meselenin ne denli hayati bir öneme sahip olduğu daha da belirginleşir. Nitelikli gençliğini yitiren bir toplumun varlığı, şüphesiz ki ciddi bir tehlike altındadır.

Üçüncü büyük varoluşsal sorun ülkenin tarihinde görülmemiş ölçüde kutuplaşmış olmasıdır. Bir toplumu toplum yapan bugüne ve geleceğe dair asgari müştereklerde ortak akıl, ortak duygu ile hareket edebilmesidir. Oysa günümüz Türkiye'si hemen her alanda toplumun ortadan ikiye bölünmüş olduğu bir görünüm arz ediyor. Elbette Kürt sorunu gibi başka kutuplaşma noktaları da mevcut olmakla birlikte bugünkü asıl mesele iki büyük blok olarak ülkenin ortadan ikiye ayrılmasıdır. Nitekim seçim ittifakları da bu meyanda gerçekleşmiştir.

Türkiye gibi kutuplaşmış toplumlarda ortak bir ahlak yaratmak imkansız hale gelir. Bir başka deyişle derin bir ahlaki buhran baş gösterir. Türkiye'de maalesef bu durum gerçekleşmiştir. Her kutup, diğer gruptakileri dışladığı, kendinden görmediği için onların başına gelenleri umursamamakta, "kabile siyaseti" nedeniyle kendi liderlerinin gayri ahlaki uygulamalarına sessiz kalabilmektedir. Oysa ahlak, bir toplumun en temel sosyal sözleşmesidir. Bunu sağlamayan bir toplumun ayakta kalması son derece zordur. Böyle bir ortaklaşmanın olmadığı toplumlarda her türlü çürüme ortaya çıkar. Neyin "doğru", neyin "yanlış" olduğunda asgari müştereklerde anlaşamayan toplumlarda "güven" kalmaz. Güven duygusunun olmadığı bir toplumda ise işbirliği gelişmez, bunun sonucunda iktisadi ve siyasi hayatın temellerinin oluşturulabilmesi imkansız hale gelir.

Günümüz Türkiye'sinin hukukun üstünlüğünün olmadığı, tek bir kişinin her kararı kendi başına verdiği, kurumların özerkliğinin yerle bir olduğu, yolsuzluğun ayyuka çıktığı, iktisadi kararların tek kişi tarafından irrasyonel bir şekilde alındığı, tarihinde görülmemiş bir hayat pahalılığının yaşandığı bir ülke görünümü çizdiğini herkes görüyor, herkes biliyor. Birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bu sorunlar, yukarıda sayılan varoluşsal tehditlerle birleştiğinde Türkiye gerçekten de son yüz yılın en önemli seçimine doğru gidiyor. Böyle bir seçime mutlaka katılmak, kararımızı mutlaka sandığa yansıtmak gerekir.

Bu varoluşsal tehditlerin ne kadar etkili olacağını ise seçimlerde hep birlikte göreceğiz. Eğer bir dip dalga olacaksa, bu dip dalga varoluşsal tehdit üzerinden harekete geçecektir.

Yazarın Diğer Yazıları

Küresel popülizm ve kutuplaşma

İnsanlığın önündeki sorunlar ancak dayanışma, kardeşlik ve bir "tür olarak insanlık" kavramını önümüze alarak çözülebilir. Sahici gücü olan büyük uluslarüstü kurumlar inşa etmeliyiz

"Akıl tutulması" çağı

Aklın ve bilimin ne kadar yaşamsal önemde olduğu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde akıllara kazındı. Sanıyorum genç kuşaklar bunu not edeceklerdir

Bir virüs hikâyesi: 'Belirsizlik' sürecinde 'olası' ve 'optimum'a razı olmak

Bugün bu virüsle mücadele bizlere daha şimdiden belirsizlikle başetmenin önemini, hayatı olasılıklar zinciri içinde anlamanın zorunluluğunu ve ideal çözümler yerine her düzeyde optimum kararlar almanın mecburiyetini öğretiyor