30 Ocak 2024

Emeklinin ölüm yılı

Nasıl olsa örgütsüzler, üretim dışı kalmışlar; nasıl olsa din sosuna batırılmış vaatlerle çoktan dumura uğratılmış düşleri, kolayca gözden çıkarılabilirler. Nasıl olsa vicdanı yok sayıların, istatistikler iki dudak arasına sıkışmışlar

Onu, ilaç almak için beklediğim eczanenin önünde, arabanın camından bakarken gördüm.

Bölünmüş yolun ortasında, otların arasındaydı. Eğilip kalkıyor, yerden bir şeyler alıyor, ara sıra başını kaldırıp etrafa bakınıyordu. Belindekini sonradan fark ettim. Avuçlarıyla otları yoluyor, kucağındaki torbaya dolduruyordu.

Dikkatle onu izlediğimi gören yanımdaki esnaf, merakımı anlamış olacak ki; 

"Bizim Ramazan." dedi, "Emeklidir. Birkaç günde bir gelir, yol kenarlarında yetişen turp otlarını, ısırgan otlarını ve diğer yenilecek bitkileri toplar." 

Ramazan'a bir kez daha baktım, arkasından bir kadın aynı hareketlerle onu izliyordu. 

Esnaf devam etti:

"İnsanlar et yiyemeyince ot yemeye başladılar."

* * *

Emekliler...

13,5 milyon can; nefes alan, acıkan, canı yanan, evladını özleyen, torununu seven, aybaşını iple çeken, yaşıyormuş gibi yapan milyonlar...

Bir zamanlar sırtlarında bu ülkenin yükünü taşıyanlar. 

Kimi öğretmen, kimi memur, kimi işçi ya da çiftçi; hekimi, teknisyeni, mühendisi olarak yıllar yılı çalışmış; ömrünce can vermiş, alın teri dökmüş, göz nurunu akıtmış; üretmiş, beslemiş, değer katmış, yetiştirmiş...

Şimdiyse değersizler.

Tam da, bundan böyle yaşamak zamanı dedikleri anda acımasız bir kapana sıkışıp kalmışlar. 

Bir süredir siyasal İslamcı, vahşi bir kapitalizmin çarklarındalar. Yaşayacakları en güzel zamanları, yıllardır bekleyen umutları, ertelenmiş hayalleri bu kötücül çarkların dişlileri arasında acımasızca öğütülmekte. 

Posası çoktan çıkartılmış, artık yok hükmündeler.

Devletin eli emeklinin boğazında; sıktıkça sıkıyor, sıktıkça sıkıyor, sıktıkça sıkıyor...

Nasıl olsa örgütsüzler, üretim dışı kalmışlar; nasıl olsa din sosuna batırılmış vaatlerle çoktan dumura uğratılmış düşleri, kolayca gözden çıkarılabilirler.  

Nasıl olsa vicdanı yok sayıların, istatistikler iki dudak arasına sıkışmışlar.

Kanun hükmünde talimatlar, binlerce kez yinelenen vaatler, damardan verilen ayetler, hepsi hazırlar.

Tek bir düdük sesiyle emre amadeler.

Bakın, nasıl da koro halinde bağırıyorlar:

"Emekli et yerine ot yesin" diyorlar!

Emeklinin 26 yılda alacağı maaşı tek bir yılda huzur hakkı olarak cebe indiren şirket yöneticisi bürokrat bağırıyor; "Et yemesin, ot yesinler!" 

Devletin tepesine çöreklenmiş üçer beşer maaşlı, hayır hasenatçı beyefendiler; belediye parasıyla Amerikalara, Avrupalara gidip, bedavadan ünvan peşinde koşan hanımefendiler avazları çıktığınca bağırıyor: "Et yemesin, ot yesinler!"

Memleketin sırtına kene gibi yapışmış doymak bilmez zevat, bir eli yağda bir eli balda kapı kulu bürokrat; liyakatsiz memur, anlı şanlı yönetici, kibirli devlet adamları hep bir ağızdan bağırıyor: 

"Et yemesin..." 

Sigortasız, sosyal güvencesiz göçmen işçilerin sırtından palazlanan kan emicilerin cümlesi hep bir ağızdan tekrarlıyor: 

"Ot yesinler!"

* * *

1 Kasım 1918. 

Osmanlı Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış, toptan bir yok oluşun arifesindedir. Ülke topraklarının tamamının işgal edileceği konuşulmaktadır.

Posta ve Telgraf İdaresi yabancıların yönetimine verilmiş; limanlar, demiryolları ve ulaşım tamamen işgal devletlerinin kontrolüne geçmiş, maliye yönetimi Avrupalı devletlerin idaresine bırakılmış, dış borçlar ve mali gelirlerin kontrolü bile yabancı özel komisyonların denetiminde.

Turan macerası peşinde askeri kırdıran, Anadolu'yu Ermenilerden arındıran, halkı canından bezdirip Osmanlıyı sonu gelmez bir trajediye sürükleyen ittihatçıların kudretli liderleri; Enver, Talat ve Cemal Paşa pılısını pırtısını toplayarak o gece ülkeden kaçmıştır. 

Akşam Gazetesi'ndeki köşesinde Refik Halid, geride yenilmiş, harap bir ülke bırakarak kaçan şanlı paşalara şöyle seslenir:

"Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?" 

Kaleminin ucunu, mürekkep yerine zehre batıran yazar, bir devrin muktedirleri için zehir zemberek sözlerle devam eder:

"Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar… Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?" 

Şimdi siz, elinizde ayetler, dilinizden düşmeyen besmeleler, yıllar yılı vatandaşın sırtına basarak tırmandığınız sihirli kulelerinizde, halka yukarıdan bakan efendiler.

Neredeyse çeyrek asrı bulan iktidarınızın sonunda milyonlarca emekliye müjde diye ölüm yılı sunuyorsunuz.

Aslında biliyorum, sayınız göründüğü kadar hiç de çok değil. Hepi topu bir avuç soyguncu müteahhit, faizci bezirgan, yeni yetme zenginsiniz. Çevrenizde mafyacı, yandaş ihaleci, uyuşturucu baronu, haramzade, vurguncu bir elit. Memleketin sırtına yapışmış parazitler gibisiniz. Yıllar yılı halkın sofrasına çöktünüz; tıksırıncaya kadar yediniz, içtiniz, semirdiniz.

Fabrikaları kapattınız; madenleri, barajları, limanları ve marinaları sattınız; üniversiteleri hallaç pamuğu gibi dağıttınız. Güzide kurumların kapısına kilit vurup bilim yuvalarını çökerttiniz; halkın sesini boğmak için demokrasinin boynuna ilmik taktınız. Şehirleri ve kasabaları yağmalayıp parsel parsel sattınız. Ormanları, bağları, zeytinlikleri talan edip dereleri kuruttunuz. Doymadınız, ülkenin en güzel koylarına çöktünüz; el değmemiş her karış toprağına, son damla suyuna; parkına, bahçesine, ağacına kadar göz koydunuz. Gençlerin umudunu ve geleceğini yok ettiniz. 

Nice umutlar kırıldı sayenizde, kaç can kurudu, nice ocaklar söndü ihtirasınızla? Sefil perişan oldu halk, kaçının ahını alıp günahına girdiniz?

Doymak bilmez iştahınız sakın ola ki kesilmesin, semirmeye devam edin beyler; görüyorum, yedikçe büyüyor, büyüdükçe şişiyor karnınız, lâkin yükseldikçe çürüyor kuleleriniz.

Merak buyurmayın efendiler, yükseldikçe daha da çürüyecek o kuleler. Bir gün gelecek, bu devir bitecek, şan şöhret balonlarınız bir bir sönecek; bu kulluk dönemi de sona erecek. Refik Halid'in yüz yıl önce dediği gibi, siz de diğerleri gibi pılınızı pırtınızı toplayarak çekip gideceksiniz.

Ne diyordu Refik Halid: 

"Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?"

Yusuf Nazım kimdir? 

Yusuf Nazım (1962) Hanak-Ardahan doğumlu. 1984 yılında Ankara'da, Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümü'nü bitirdi. Uzun yıllar bilişim sektöründe çalıştı.

1992-1999 yılları arasında Özgür Gündem, Özgür Ülke, Emek, Evrensel, gazeteleriyle; Gerçek ve Evrensel Kültür dergilerinde deneme, öykü ve yazıları yayımladı.

2007 yılında Hayat Televizyonu'nun ilk kurucuları arasında yer aldı. 2010'da bilişim sektöründeki profesyonel çalışmasını sonlandırdı.

2011 yılından itibaren Cumhuriyet, Radikal, Evrensel, Özgür Gündem ve BirGün gazeteleriyle; T24 ve bianet platformlarında yazıları; Evrensel Kültür ve İnsancıl Kültür Sanat dergilerinde öykü ve denemeleri yayımlandı.

2012-13 yıllarında Güneydoğu'da Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekilen Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin genel koordinatörlüğünü yaptı.

Öykü kitapları Kızak (Evrensel Basım Yayın, 2012) ve Leyla'yı Beklerken (İnkılap Kitabevi, 2017). 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Edebiyatın savaşa karşı direnişi

"Söylenmeyen ve konuşulmayanların, kaybedilenlerin ve dışarıda bırakılanların ağırlığı şiirin üzerinde asılı duruyor. Belki de Filistin'dir o. Tarih kadar geniş, ama Gazzeli çocukların son nefesleri kadar küçük" 

Kürt'e pusu

Kürt için düz ovada siyaset yapmak, sırtına ateşten bir gömleği giymek gibi

Masumluğumuzun yüzü şehirler

Liseli yıllarımın, masumluğumuzun yüzü Ardahan'dan, 45 yıl sonra masumluğunu yitirmiş bir ülkeye...