30 Mart 2024

Muhalif seçmen depresyonda mı yasta mı?

Depresyon bir ruhsal bozukluğa işaret ederken, yas kaybın ardından gelişen normal bir reaksiyon olarak kabul edilir. Ortada kayıp varsa, kaybı inkâr etmek ve yastan kaçınmak sağlıklı değildir

Çizgi: Tan Oral

Ülkemiz için 2023 yılının en önemli olayı kuşkusuz Cumhuriyetin 100. yılına denk gelen ve ‘yüzyılın seçimi’ diye adlandırılan genel seçimlerdi. Mayıs ayında yapılan ve iki turda tamamlanan seçimler özellikle muhalif seçmenler için çok uzun zamandır süren boğucu ve baskıcı ortamdan kurtulmak yolunda büyük bir umut kapısıydı.

Yirmi küsur yıllık iktidarın, salt sürenin uzunluğundan dolayı bile aşınıp yıpranması doğaldı. Ekonomi yönetiminde işler çığırından çıkmış, hayat pahalılığı başını alıp gitmişti. Son yerel seçimlerde iktidar büyük kentlerde ciddi bir kayba uğramıştı ve ülkenin bütününün de bu istikameti izlemesi makul bir beklentiydi. Altı muhalefet partisi bir araya gelmişler, ayrıntılı bir mutabakat metni oluşturmuşlardı. Meclisin üçüncü büyük partisi olan HDP, bu partilerin arasında yer almamakla birlikte muhalefetin adayını destekliyordu. Sesi kısılmaya, boğulmaya çalışılsa da halkın ilgisiyle hayli güç kazanmış olan bir muhalif medya vardı. Üstelik seçim anketleri de eli kulağında bir zafere işaret ediyordu. Bunlara Şubat ayındaki deprem yıkımının ardından sergilenen yönetim zaafı da eklenince kazanmak için (veya asıl beklentiye daha uygun düştüğünden tersinden söylersek iktidarın kaybetmesi için) her türlü şart ve gösterge vardı.

Elbette bu beklentiyi tehlikeye düşüren zorluklar da yok değildi. Örneğin Altılı Masa’ya dönüşen güç birliği içinde çok farklı görüşler yer alıyordu ve ittifak partilerinin bir araya gelişlerinin birbirlerine yakınlıklarından ziyade iktidar partisine uzaklıklarıyla ilişkili olduğu açıktı. Bu birliktelik bir tür mantık evliliği gibiydi ve bu nedenle hakiki bir mutluluğa yol vermesi pek mümkün değildi. Yine de yönetim şeklinin ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’ olarak değiştirilmesi yolundaki öncelikli hedef gerek Altılı Masa’da gerekse ittifak dışındaki muhalif kesimlerde bir karşılık bulmuş görünüyordu.

Öte yandan, çok uzun süredir iktidarda olmak başta yargı ve emniyet olmak üzere ülkenin kaderini etkileyen devlet kurumlarında istediği iradeyi oluşturabilmek anlamına geliyordu. Kadrolaşma, yirmi küsur yıllık iktidardan sonra varabileceği en üst noktaya varmış gibiydi. Muhalif medyanın ve sosyal medyanın kısmen etkili olabilmesine karşın onunla kıyaslanamayacak yaygınlık ve güçte bir iktidar medyası (ve deyim yerindeyse organize bir paramiliter sosyal medyası) vardı. Kendini meslek etiği ya da herhangi bir ahlaki-vicdani sınırla bağlı tutmayan, hatta bir tutarlılık sergilemeye bile çalışmayan ‘yandaş’ medya çoktandır iktidarın propaganda aygıtına dönüşmüştü.

İktidar aslında basit sayılabilecek ve şimdiye kadar hep sonuç aldığı stratejisini uyguladı. Rakiplerine amansızca, her türlü aracı kullanarak yüklendi. Bunun için bir süredir gündemde tuttuğu ‘beka sorunu’ iddiasını kullandı. ‘Biz ve onlar’ ayrımını en uç noktaya kadar körükledi. Kitle psikolojisinin en temel acı gerçeklerinden biri olan ‘bir grubu bir arada tutmak için ona bir düşman bulmanın yeterli olacağı’ düsturunu sonuna dek uyguladı. Gerekirse gerçeğe aykırı iddialar öne sürdü, adil olmayan hatta yasaya aykırı yollar ve yöntemler kullandı. Savaşılması, iktidardan uzak tutulması, hatta bertaraf edilmesi gereken düşmanlar vardı: Kürtler, Gezi hareketini destekleyenler, LGBT+ destekçileri ve şeytanlaştırılan dış güçler. Bu basit stratejinin zaman zaman çok düşük seviyeli, saçmalığa varan argümanlarla savunulduğu görüldü. (1)

Sonuçta, seçimleri büyük bir farkla olmasa da iktidar kazandı. Seçim sonrasında oluşan duygusal hava ülkenin kabaca eşit iki parçaya bölündüğü ve muhaliflerin de Türkiye’nin yarısını oluşturduğu gerçekliğine uygun değildi. AKP, tarihinin en düşük oy yüzdelerinden birini almış olmasına karşın muazzam bir zafer kazandığı duygusuyla doluydu, muhalefet ise ağır bir yenilgi yaşadığı duygusunu tadıyordu. Böyle olması da doğal ve anlaşılırdı. Bunca yıldır beklenen, bu kez olacağı umulan ve ardından ne geleceği sorusunu bile ikinci plana iten Erdoğan iktidarından kurtulma isteği gerçekleşmemiş, öyle ya da böyle yine olmamıştı.

Muhalif seçmenin sonuçlara tepkisi büyük bir hayal kırıklığı, üzüntü, öfke, karamsarlık ve siyasete yönelik ilgi kaybı şeklinde tecelli etti. Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı kısa süre içinde bırakmaması da hatırı sayılır öfkeye yol açtı. Seçimi kaybetmekten öte değerlerini, hürriyetini, ülkesini, geleceğini kaybetmiş gibi hisseden muhalif seçmenin, desteklediği adayın da kaybetme bahsinde onlarla birlikte olmasını beklemesi doğaldı, ama Kılıçdaroğlu içinde ne yazarsa yazsın artık dünkü gazete kadar bayatlamış olduğunu kabul etmek istememişti.

Bu sonuçların yarattığı duygusal durumun bir depresyon olarak tanımlanması da hayli yaygındı. Muhalif seçmenin depresyonda olduğu hayli yaygın bir tespit olarak yazılıp çizildi.

Çizgi: Tan Oral

Seçimden sonraki duygusal ortam

Seçimlerden dört ay kadar sonra seçmenlerin siyasete ilişkin duygularını araştıran bir anket çalışmasının sonuçları yayımlanmıştı (2). Bu çalışmanın sonuçlarına göre vatandaşlardaki en yaygın duygular yaklaşık yüzde 28 ile çaresizlik, sonra yüzde 25.5 ile bıkkınlık, ardından da yüzde 22 ile öfke olarak belirtilmişti. Katılımcıların yüzde 16’sı umutlu, yüzde 5.4’ü ise heyecanlı olduğunu belirtmişti.

Umutlu ve heyecanlı olanlar iktidara oy vermiş seçmenler olsa gerektir. Ama sayılara bakılırsa seçmenlerin dörtte üçünden fazlası bu ankete üç olumsuz duyguyla karşılık vermişti. Olumsuz duyguların oranı CHP ve İYİ Parti seçmeninde yüzde 95, YSP’de (HDP) ise yüzde 90 olarak bulunmuştu. AKP seçmeninin yüzde 55’i olumsuz duygular taşırken, bu oran yalnızca bir partinin, MHP’nin, seçmenlerinde yüzde 50’nin altında bulunmuştu.

Bu araştırmanın sonuçları aslında basitçe çevremize, kendimize baktığımızda gördüğümüzü, yani malumu ilam etmektedir. Seçimlerden sonra siyasetle ilgili olarak en çok ifade edildiğini duyduğumuz cümleler bu duygularla paraleldi. Çoğu seçmen seçimlerin ardından ülke gündemini takip etmeyi bırakmıştı. Muhalif seçmenler arasında artık hiç haber izlemediğini, izlemek istemediğini söyleyenler çoğunluktaydı. Ayrıca, iktidara oy veren seçmenlere yönelik öfke de belirgindi. Bu öfke, en çok deprem bölgesinde olup, açık mağduriyetine karşın iktidara oy veren seçmenlere yönelik olarak dikkat çekiyordu. ‘Ne halleri varsa görsünler’, sık duyulan cümleler arasındaydı. Deprem bahsinde olduğu gibi gelir dağılımı bahsinde da mağdur olduğu halde iktidarı destekleyen geniş bir kesimin varlığı şaşkınlık ve öfkeyle karşılandı.

Muhalif seçmenin bu haleti ruhiyesinin depresyon olarak değerlendirilmesinin yerinde olup olmadığı sorusundan önce, bireysel düzeyde kullanılan bazı terim ve kavramların gruplar, örgütler, toplumlar için de kullanılmasının uygun olup olmayacağı sorusu akla gelebilir. Bireysel psikolojinin yaklaşımını toplumsal düzeyde birebir uygulamak mümkün olmasa da grup psikolojisine ilişkin böylesi denemelerin anlamlı ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun doğal bir düşünüş şekli olduğunu ve kendiliğinden de hayli sık uygulandığını söyleyebiliriz. Örneğin, seçim sonuçlarını değerlendirirken aslında birbirinden bağımsız grupların iradelerini sanki bir tek seçmen varmış gibi yorumlayan ifadelere hepimiz aşinayızdır. ‘Seçmen iktidara seni hala destekliyorum, ama şu konulardaki politikalarından memnun değilim mesajını verdi’ ya da ‘Seçmen muhalefete, söylemini ya da hazırlığını yeterince ikna edici bulmadığını söyledi’, benzeri cümleler duymuşuzdur. Politik psikoloji yazınında da, grup dinamikleri (gruplara özgü olarak geliştirilen bazı terim ve kavramlar mevcut olsa da) genellikle bireysel psikolojiden gelen bilgilerden yararlanılarak ele alınır.

Yas ve depresyon

Şimdi seçim sonrasında özellikle muhalif kesimde yaygın olan ruh hali üzerinde düşünelim. Gözlemlerimiz ve anket sonuçları seçmenin bıkkınlık, üzüntü, öfke ve çaresizlik gibi olumsuz duygular içinde olduğunu gösteriyordu. Depresif ruh halinin temel özellikleri de ilgi ve istek kaybı, mutsuzluk, bıkkınlık, umutsuzluk, çaresizlik, kendini değersiz görme olarak sıralanabilir. Öte yandan patolojik olmayan, hatta sağlıklı ve normal bir tepki olarak değerlendirilen bir başka ruhsal durum da buna çok benzeyen özellikler gösterir. Bu da bir kaybın ardından yaşanan yas duygusudur.

Esasen hem depresyon hem de yas kayıpla ilgilidir. Yasta kaybın nesnesi bellidir, depresyonda ise belirsiz, daha doğru bir ifadeyle bilinçdışıdır. Depresyonda yukarıda saydıklarımızın yanında değersizlik duygularına yol açacak şekilde öz saygının ve öz sevginin azalması dikkat çeker. Ayrıca suçluluk duyguları da yoğun olabilir. Yas, depresyondan bu bakımdan ayrılır, yasta genellikle kişi kendine karşı sevgi ve saygısını yitirmez. Bazı kayıpların ardından gelişen yasta kendini suçlama ortaya çıkarsa da bu yine konusu belirli ve anlaşılabilir bir haldedir, depresyondaki kadar yaygın ve anlaşılmaz değildir.

Freud, yas ve depresyon arasındaki ayrımı veciz bir şekilde ifade etmişti: Depresyonda kişi kendisinde bir yoksullaşma ve değersizleşme hisseder; yastaysa kişinin kendisinden çok dış dünya yoksullaşmış, değersizleşmiştir. (3)

Görünümleri bakımından büyük benzerlik sergileyen depresyon ve yas arasındaki en önemli ayrım belki şudur: Depresyon bir ruhsal bozukluğa işaret ederken yas kaybın ardından gelişen normal bir reaksiyon olarak kabul edilir. Yastaki kişi depresyonda görüldüğü gibi üzgün, mutsuz, bir şey yapmak istemeyen, aklı bir konuya takılı, çaresiz bir durumda olabilir. Ama bu durum dışarıdan bakıldığında anlaşılmaz değildir, çevredekiler de bu duygu halini anlar ve bazen de paylaşırlar. Örneğin bir aile üyesinin kaybı sonrasında diğer aile üyelerinin tümünde benzer bir hal görülebilir.

Bu ayrımın konumuz açısından önemi, dış gerçekliğe gösterilen ve kişi üzgün ve mutsuz olsa da aslen sağlıklı bir süreç olarak değerlendirilen yas tepkisinin, kişinin iç dünyasıyla ilişkili olan ve başkalarıyla paylaşılması ve anlaşılması daha güç olan depresyon durumundan ayırt edilmesi gereğidir.

Ancak, yas ile depresyon yalnızca görünümleri bakımından birbirlerine yakın olmakla kalmazlar, yas komplike olup depresyona kayabilir. Bazı durumlarda da bu ikisinin ayrı olgular olduğunu fazla vurgulamak, yasın depresyona kaydığı ve sağlıklı bir tepki olmaktan uzaklaştığı hallerin gözden kaçırılmasına yol açabilir.

PODCAST: Prof. Dr. Türkay Demir, partileri kaybeden ve kazanan seçmenlerin ruh hâllerini anlatıyor

Yas sürecinin iyi kötü öngörülebilir bir seyri vardır. Yasın ruhsal olarak işlenmesinde, kaybın büyüklüğüne göre değişmek üzere yavaş, sancılı ve zor bir süreç sonunda kaybedilen nesneyle bağlar gevşetilir ve gerçekliğe uyum sağlanmaya çalışılır. Yas tutan kişi duygusal yatırımını kaybedilen nesneden, genellikle başka kişi veya yerlere yatırım yapmak üzere geri çeker. Kaybedilen nesnenin artık var olmadığı durumu kabullenir.

Tabii eğer kaybedilen kişi ya da ideal üzerine çok büyük duygusal yatırım yapılmışsa akut dönemden sonra yas durumu kısmen yatışsa bile tam bir teskin olma hali ya da duygusal yatırımı tümüyle çekerek kaybın yerine bir yedek bulma ihtimali azalır. Aslında sevgi ile bağlanılmış, büyük duygusal yatırım yapılmış bağlanmalarda böyle olması sağlıklıdır. Kayıpla başa çıkma sürecinde yas çalışmasının başarılı olduğu durumlarda da kayıp tam anlamıyla telafi edilemez, ama kişinin benliği kaybedilen nesneyle özdeşim yoluyla olgunlaşabilir. Bir başka deyişle, sağlıklı yas süreci depresyonun aksine kişiyi ruhsal bakımdan daha olgun kılabilir.

Yas sürecini genellikle yakınlarımızın ve sevdiklerimizin kaybıyla ilişkili düşünürüz, bununla birlikte kaybedilen ve yası tutulan bir kişi ya da somut bir nesne olmayabilir. Kişinin haklarını, yaşam tarzını, değerlerini, umudunu yitirmesi de yas sürecini tetikleyebilir. Hatta kayıp duygusu görünüşte olumlu ve istenir durumların ardından da ortaya çıkabilir. (4)

Kaybedilen neydi?

Yasın, kaybın ardından ortaya çıkan ruhsal durumu tanımladığını ve yasta depresyondan farklı olarak kaybın belirli bir kişi, nesne ya da durum olduğunu söyledik. Bireysel düzlemden toplumsal düzleme geçerek düşünürsek toplumu yasa sürükleyen kayıplar ne olabilir? Geniş kesimler için önemli olan kişilerin kaybı, büyük deprem felaketindeki gibi can ve mal kayıpları, vahim sonuçları olan maden kazaları ülkemizin gündeminden pek eksik olmayan ve ‘ulusça yasa boğulmamıza’ yol açan kayıplardan bazılarıdır. Türkiye’de en son 6 Şubat depremleriyle ilgili olarak bir hafta, İsrail’in Gazze saldırıları için üç gün ulusal yas ilan edilmişti.

Bu resmi olarak ilan edilen yaslar dışında, ulusun bir tür yas içinde olduğu son gün ise, Cumhuriyetin yüzüncü yılının idrak edildiği 29 Ekim 2023 günüydü. Evet, kimi yerlerde belediyelerin ve sivil örgütlenmelerin gayretiyle bazıları coşkulu bir hava da taşıyan kutlamalar yapıldı. Ama bunlar halen sahip olunan ve içinde yaşandığı hissedilen asırlık Cumhuriyet’in yeni yaşının kutlanmasından çok, birçok özelliğini ve niteliğini, gücünü ve sağlığını yitiren bir Cumhuriyet’in ardından yapılan bir anma törenine benziyorlardı. Seçimde, seçimden başka ne kaybedildiği sorusunun yanıtı da galiba budur. Cumhuriyet, kuşkusuz herkes için aynı anlamı taşımasa da yıllar içinde, kaybedilen değerlerin, umutların, ideallerin ve ‘AKP olmayanın’ sembolü haline geldi. Cumhuriyet’in son hükümeti (zoraki görünen haller ve yerler dışında) Cumhuriyet’in temsil ettiği değerleri sahiplenmeyen, başka bir değerler dizgesini yerleştirme gayretinde olan bir hükümettir. Son seçim sonuçlarının bu amacın ve gayretin toplumda bulduğu onay derecesini ifade ettiğini kabul edersek muhalif seçmenin ruhsal durumunu şöyle tasvir edebiliriz. Muhalif seçmen (5), aynı ulustan olmanın doğurduğu yakınlığı; gelecekten umut beslemeyi; özgür ve kendisi gibi duyumsamayı; ayrı görüşlerde olduklarıyla bile ülkesi için bazı idealleri ve değerleri paylaşabilme ihtimalini yitirmiştir.

Ortada kayıp varsa kaybı inkâr etmek ve yastan kaçınmak sağlıklı değildir. Belki de bu son durum, yas sürecinin kaybedilenle özdeşleşme yoluyla bir olgunlaşma ihtimalini de barındırdığını anlamamıza ve hatırlamamıza yardımcı olabilir.


Not: Bu yazı ilk olarak aralık ayımda yayımlanan T24 Yıllık'ın 2024 edisyonunda yayımlandı.

1 Soylu’nun, “Midenizi bulandırmak istemem ama LGBT içinde hayvanla insanın evlenmesi de var” demesi gibi: https://t24.com.tr/haber/bakan-soylu-hani-lgbt-q-diyorlar-ya-onun-icerisinde-hayvanla-insanin-evlenmesi-de-var,1106784

2 https://t24.com.tr/foto-haber/yoneylem-arastirma-vatandaslara-siyasete-dair-hislerini-sordu-caresiz-bikkin-ve-ofkeli,26440

3 Freud S (1915) Mourning and Melancholia. SE: 14

4 Vamık Volkan, kayıp ve yas temasını işlediği “Gidenin Ardından” kitabına böylesi bir örnekle başlar: “John Buckman adındaki bir meslektaşım, İrlanda at yarışlarında büyük miktarda para kazandıktan sonra depresyon nedeniyle hastaneye yatan alçakgönüllü bir Londralının öyküsünü anlatmıştı. Bu adam komplike olmuş bir yas içindeydi. Birdenbire gelen servet, önceki yaşantısının yitimi anlamına geliyordu. Yeni kavuştuğu zenginliğin tüm çekiciliğine karşın eski yaşantısından vazgeçemiyordu.”

5 Burada uzun uzun tartışmaya girişmeyeceğim ama bu söylediklerimin aynı anda bir kısım iktidar seçmeni için de geçerli olduğunu öne sürmek bana mümkün görünüyor. Bu bakımdan, andığım anket çalışmasında AKP seçmeninin çoğunluğunun da olumsuz duygular tarif etmesi üzerinde düşünmeye değer bir bulgudur.

Yazarın Diğer Yazıları

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. 

Muharrem İnce ve Freud'un fıkraları

Seçimlere kısa bir süre kala bazen kendimi öylesine sıkışmış, cansız ve isteksiz bir ruh haliyle mahut günün gelmesini ve ne olacaksa olmasını bekler bir durumda buluyorum ki, ilgimi başka konulara yöneltmek ihtiyacı hissediyorum. Bu hafta sonu da gündemden birkaç saatliğine uzaklaşmak için Elliott Oring'in Sigmund Freud'un Fıkraları: Mizah ve Yahudi Kimliği Hakkında Bir Çalışma adlı kitabını okuyordum. Kitap beklediğimden hayli farklıydı ve Freud'un incelemek için seçtiği fıkralarla kendi hayat öyküsü arasında ilginç bağlantılar kuruyordu[i]. Öte yandan kitapta incelenen fıkraları okurken zihnimin bunları bir şekilde Muharrem İnce'ye bağlayıp durduğunu fark ettim. Bir iki fıkra sonra da bunu kendim için eğlenceli bir hafta sonu uğraşı haline getirdim. Derken, belki bunu bir yazıya dökebilirim diye düşündüm.