19 Aralık 2023

Savrulan yapraklar gibi

Kulaklarımla dinlediğim 12 Eylül ve gözlerimle gördüğüm 19 Aralık… Kan sıçradı o gün televizyona, kan sıçradı çocukluğuma. Sanki o gün büyüdüm ben, çizgi filmleri vurdular…

Bir kitaba başlar gibi

Babam, 12 Eylül 1980 darbesinin hayatında yarattığı kırılmayı uzun uzun anlatırdı. Ben de çocukken bir hikâye gibi dinlerdim. Yıldızlar ve yumruklarla başlayan, dalga dalga büyüyen, kentlerden köylere yayılan masal; cezaevlerinden dar ağaçlarına, karakollardan mezarlıklara uzanan kötü bir karanlıkla son bulurdu. Babamın kaybettiği arkadaşları, kaybettiği cümleleri, kaybettiği yarınlardı... Bir hikâye bitmişti, hayaller yenilmişti, kâğıttan gemiler batmıştı… 

12 Eylül, bir kuşağın yasını tutamadığı, hatalarıyla hesaplaşamadığı, travmasını atlatamadığı bir dönüm noktası olmuştu. Bu yüzden hiç unutulmadı, hep korkuyla hatırlandı. Masalın karanlık kısmı hafızalarda kaldı. Yas sürecini tamamlayamayan bir kuşak darbeden sonra değişti ve dönüştü. 12 Eylül, bir kuşağın yeniden ayağa kalkıp saçlarını tarayamama, toparlanamama, aynaya bakamama hali oldu.

Koşarken yavaşlar gibi

12 Eylül'ü uzaktan dinleyen bir çocuk olarak benim travmam, 19 Aralık 2000 tarihinde yaşandı. Babamdan dinlediğim hikâyeleri ilk kez gözlerimle gördüm. Tam on iki yaşındaydım.  O yıllar, televizyonda envai çeşit çizgi filmin yayınlandığı çocuk yıllarıydı, sanki herkes çocuktu. Ben anneme değil annem bana eşlik ediyordu. Her gün başka bir çizgi film izliyorduk, her gün başka bir dünyada yolculuğa çıkıyorduk. Ama en sevdiğim "Şirinler"in köyünde dolaşmaktı, onu hiç kaçırmıyordum. Köydeki her şirinin bir diğerinin eksiğini tamamladığı, hep birlikte yeni bir düzen yarattıkları, sevgi dolu, mutlu bir hayatları vardı. İnsanların farklılıklarıyla var olduğunu, dayanışmayla yaşadıklarını ve "başka bir dünya"nın mümkün olduğunu şirinlerle öğrendim… 

Bir gün babam eve erken geldi. Telaşlıydı. Kumandayı her zaman durduğu sehpadan aldı ve kanalı değiştirdi. Televizyondaki çizgi filmi gitti. Anneme bir şeyler anlatmaya başladı. Beni salondan çıkarıp odama götürdü. Ne olduğunu anlamamıştım. Oyuncağı elinden alınmış sıradan bir oğlan çocuğu gibi kapılara tekme atıyordum. Sonra annemin ağladığını duydum. Sesler gitgide artıyordu. İçeri koştum. Babam sanki göz yaşını kendinden saklar gibi yutkunuyordu. O kadar dalgınlardı ki benim salona geldiğimi dahi fark etmediler. Pürdikkat televizyona bakıyorlardı. Ben de her zaman yaptığım gibi televizyona bakmaya başladım. Bakarken yavaşladı bakışlarım. Televizyonda bu sefer çizgi film yoktu. "Savaş" vardı! Her şey çok karanlık ama çok gerçekti. Çocuk olan ben, hiçbir anlam veremeden televizyonda diri diri yakılan gerçek insanları gördüm. Dört tarafı duvarlarla örülü, demir korkuluklarla çevrili, tel örgülerle sarılı kocaman binalardan çıkarılan onlarca ölü insanı, yüzlerce yaralıyı gördüm. Ağıt yakan anneleri, çığlık atan abileri, feryat eden ablaları, gözyaşı döken babaları gördüm…

Ölen arkadaşlar gibi

Sonradan öğrendim ki o gün babamın oy verdiği parti iktidardaymış, "sosyal demokratlar"mış."‘Şair" bir Başbakan varmış koalisyonun başında. "Hayata Dönüş" diyorlarmış bir de bu katliamın adına. Hikmetinden sual olunmaz bir Bakan "devletin şefkatli eli" olarak tanımlıyormuş yaptıklarını. Ama utanmadan açık açık da söylüyormuş: "Asıl amaç ölüm oruçlarını bitirmek değil, devletin otoritesini sağlamaktır." Amaçları, cezaevlerinde siyasi gerekçelerle tutulan ve F Tipi hücre sistemine karşı direnenleri yok etmekmiş. Hayata döndürmek değil, hayatları karartmakmış. Hem içeride hem dışarıda korku salmakmış yan yana gelenlere… Henüz pazarlıklar devam ederken basmışlar tuşa, bekleyememişler! "Teröristleri kendi terörlerinden kurtarmamız gerek" demiş "şair" Başbakan. Sonra hadi demiş kolluk güçlerine, hadi "kılıcınız keskin olsun" başlayın. Başlamışlar!

Sessiz, sitemsiz

19 Aralık 2000'de Türkiye tarihinin en kanlı sayfalarından biri açıldı. 10 binin üzerinde asker ve polis tarafından iş makineleri, ağır silahlar, gaz bombaları, yanıcı kimyasallar kullanılarak 20 hapishanede eş zamanlı yapılan ve 4 gün süren operasyonlar sonucunda 32 kişi öldü, 600'den fazla kişi yaralandı. F Tipi hapishanelere karşı başlatılan açlık grevleri yıllarca sürdü, 100'ün üstünde insan hayatını kaybetti. Dışarıda olayları protesto eden 3 bine yakın kişi gözaltına alındı. Devletin güvenliklerinden sorumlu olduğu, cezaevindeki insanların yakılarak öldürüldüğü bu operasyonu yine aynı devlet yetkilileri sonuna kadar savundu. Üstün hizmet madalyasıyla ödüllendirdi bürokratlarını…  

Kulaklarımla dinlediğim 12 Eylül ve gözlerimle gördüğüm 19 Aralık… Kan sıçradı o gün televizyona, kan sıçradı çocukluğuma. Sanki o gün büyüdüm ben, çizgi filmleri vurdular… 

Tufan Taştan kimdir? 

Tufan Taştan, senarist ve yönetmen. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden ve çift anadal ile İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. 2010 yılında kuruculuğunu üstlendiği Yapım-eki bünyesinde ödüllü kısa filmlere imza attı. Sen Ben Lenin (2021) senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazığı ilk uzun metraj sinema filmidir.

Yazarın Diğer Yazıları

DTCF Tiyatro!

Bugün, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü... Yüzyıllardır tanrılara, krallara, padişahlara karşı durarak bugüne gelen tiyatro sanatı için küçük, bu topraklar için büyük bir kale olan DTCF Tiyatro'ya, hocalarımıza ve öğrencilerine adaleti verin. Tiyatroya adaleti verin ki Dünya Tiyatro Günü bu ülkede de kutlu olsun

Islıkla söylemişim umutlarımı

Ben mahallede sinek aracının arkasından koşarken onların ezgileriyle ıslık çaldım, lisede gizlice ilk sigaramı içip ilk kez âşık olurken onların kelimeleriyle açıldım, üniversitede saf kötülüğe karşı haykırırken onların şarkıları slogan oldu meydanlarda, onların şiirleri pankart

Ankara'da neden sanat merkezi yok?

Ankara tarih boyunca bir okul işlevi görmüş. Tiyatrodan edebiyata, sinemadan müziğe kadar sanatın tüm disiplinlerinde yaşamış ve yaşatmış. Şehrin denize çıkmayan sokaklarında pek çok sanatçı yetişmiş, denizi hayal etmiş, okyanusu yaratmış. Fakat sonra her güzel hikâye gibi memleketin makus tarihi Ankara'yı da derinden etkilemiş. Peki ya şimdi?