14 Ocak 2024

Kurmacanın naifliği ya da gerçeğin ağırlığı

Ömer, Kızılcık Şerbeti, Kızıl Goncalar adlı kurmaca televizyon dizilerini sansürleme çabaları ya da Menzil tarikatının/cemaatinin Adıyaman Kâhta'da dokunulmayan şeriat maketi…

Menzil Şeyhi Abdülbaki Erol'un cenazesi

Sanırım öncelikle kitabın orta yerinden konuşmak gerekiyor. Sansüre karşı söylenmesi gereken her cümlenin doğruluğunu ve gösterilmesi gereken her karşı duruşun az kalacağını belirterek başlamalıyım. Sansüre karşı en güçlü silahın dayanışma olduğunu hatırlamalı ve örgütlü bir sektörü hiçbir kuvvetin yenemeyeceğini unutmamalıyız. Sansür öldürür, dayanışma yaşatır.

Popüler kültür ve merak duygusu

Ana akım medya bir süredir tırnak içinde sağ ve sol tandanslı hikâyeler arasında gidip gelmeye başladı. Haftalık olarak yayınlanan popüler diziler, hayat ile temas etmeye çalışıyor. Halkın yarısı, diğer yarısıyla tanışıyor. Aynı mahallede karşılaşamayanlar aynı hayatı paylaşmayı deniyor. Doğal olarak dramatik çatışma da kaçınılmaz oluyor. Birbirine benzer yapı kurulumlarını seçen bu popüler diziler sekülerler ve muhafazakârları bir araya getiriyor. Bu durum televizyonda alışık olduğumuz zengin-fakir arasındaki ulaşılmazlığın çekiciliği gibi seyirciyi heyecanlandırıyor. Alt ve üst sınıf arasında sınır tanımayan aşklar, ne kadar da romantik!

Ömer, Kızılcık Şerbeti ve Kızıl Goncalar… Şu an yayınlanan/yayınlanmaya çalışan bu üç dizinin de ortak noktası farklı kesimler arasında aile ilişkileri, kadının özgürleşmesi ya da aşka dair bir hikâye ile köprü kurması. Yaratılan bu köprünün gerçek hayattaki imkansızlığı ne kadar artarsa ana akım izleyicinin heyecanı da o kadar yükseliyor. Ulaşılmaz olanın kurmacası, seyircinin merak duygusunu tetikliyor. Hiç bilmediği bir dünyayı tanıma arzusu her iki taraf için de heyecan yaratıyor. Muhafazakârlar seküler bir dünyayı, sekülerler muhafazakâr bir dünyayı tanıyor. Bu heyecanı diri tutmaya çalışan ve ilgi çeken popüler diziler gitgide bu dünyaların uç noktalarında gezinmeye başlıyor. Aslına bakarsanız tarikat/cemaat ilişkileri de tam bu noktada devreye giriyor. El yükseltmeye çalışan rakip diziler hikâyeyi hiç bilinmeyen dehlizlere doğru açmaya çalışıyor. En olmazları yan yana getirmek istiyor. Kurmaca bir yapının temel işlevi olan merak duygusu en yüksek çıtadan körüklenmeye çalışılıyor. Her popüler kültür ürünü gibi işini en iyi yerden yapmaya çalışıyorlar. Buraya kadar her şey normal.

Fakat bir süredir bu üç dizi özelinde Kızıl Goncalar fazlaca konuşulmaya başlandı. Diğer dizilerden temel farkı hikâyenin bir tarafının tarikat/cemaat içinde geçmesi. Hatta gerçekten sadece geçmesi demek yanlış olmayacak. Çünkü bana kalırsa tarikat/cemaat yapılanmasının fon olarak kullanılmasının dışında fazlaca iyimser, güllük gülistanlık bir ilişkiler biçimi olarak gösteriliyor. Adaleti kadına tarikat/cemaat veriyor, doğru olanın yanında taraf tutuyor. Neredeyse insanın bir tarikata/cemaate katılası geliyor. Fakat sadece fon olarak geçmesi bile tarikatları/cemaatleri oldukça rahatsız etmişe benziyor. Önce dizinin bilboard reklamlarına boya atılıyor sonra dizinin çekim mekânları tek tek iptal ettiriliyor. Ardından da dizi RTÜK tarafından iki hafta yayım durdurma cezası alıyor. Nasıl konuşulmasın! Hem gerçek hayatta fiziken hem de televizyonda fiilen sansüre uğruyor. Kurmaca bir dizi gerçek sanılıp sözde yasalar aracılığıyla engelleniyor. Engellenen hikâyenin kurmaca olduğunu tekrar hatırlatmak isterim.

Tarikatlar/cemaatler ve gerçekçilik 

Menzil tarikatının/cemaatinin Adıyaman'daki özerk köyünü hatırlıyor musunuz? Kendisi için sıfırdan yarattığı adına köy denilen şu şeriat maketini! Yolları duble şeritle döşenmiş, alabildiğine lüks ve şatafatlı yapıların yer aldığı o meşhur köyü. Köy deyince tabii başka şeyler canlanıyor insanın aklında ama bu farklı bir köy. Burada tavuklar, kuzular, inekler yok. İçerisinde lüks siteler, villalar, devre mülkler, benzin istasyonları, okullar, AVM, otogar, sanayii sitesi, görkemli camiiler ve medreseler var… Evet yasal olarak köy statüsünde ve şimdilerde mahalle olarak geçen bir yer. Kendi yasalarıyla yönetilen özerk bir toprak parçası. Tüm çalışmalar tarikat/cemaat görevlileri tarafından yapılıyor. Üzerine turkuaz önlükler giyen görevliler hem kolluk hem devlet hem belediye hem de özel şirket. Trafiği onlar yönetiyor, köye girip çıkanların listesini onlar tutuyor, vidanjörü onlar kullanıyor, çöpleri onlar temizliyor, güvenlik kameralarını onlar izliyor. Köydeki bütün işletmeler ve şirketlerin adı menzil. Restoranlar, marketler, dükkanlar menzil adında ve sadece kendi sahip oldukları markaları satıyorlar… Yaratılan bu şeriat maketinin içinde suni bir denge kurulmuş… Erkekler takkeli, şalvarlı, uzun kol gömlekli. Kadınlar ise kara çarşaflı. Kadınlar içerisinde cami ve çarşının bulunduğu külliye alanına giremiyor, sokakta erkek varsa yürüyemiyor. Ama külliye alanı dışındaki çarşıda, kadınlar eşleriyle birlikte olmak koşuluyla dolaşabiliyor. Evet evet sadece kocalarıyla birlikte sokağa çıkabiliyorlar. Harem selamlık bir düzen yaratılmış… Tabii ki herkes bu durumun farkında ama sessiz! Bu bahsetttiğimiz hikâye ufak ölçekli bir köy denemesi de değil aksine kalabalık kitlelere hitap eden büyük bir alıştırma pratiği. Örneğin geçenlerde vefat eden Menzil şeyhinin cenazesine 250 bin kişi katılmış. İki yüz elli bin kişi yukarıda bahsettiğimiz köydeydi! Kurmaca değil gerçek!

Kurmacanın naifliği ya da gerçeğin ağırlığı 

Ömer, Kızılcık Şerbeti, Kızıl Goncalar adlı kurmaca televizyon dizilerini sansürleme çabaları ya da dokunulmayan şeriat maketi… Şimdi hangisi daha gerçek siz karar verin? Hangisinden korkmalı, hangisini yasaklamalı? Dizide anlatılan ufacık, zararsız kendi içinde adaletli bir tarikatın/cemaatin dramatik hikâyede fon olarak kullanılması mı yoksa gerçekte var olan bu yapı mı?

Israrla hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda var. Yasak uygulanmaya çalışılan, engellenen dizi bir kurmaca, gerçek değil. Ve hiçbir kurmaca gerçekten üstün değil. Asıl tehlike çıplak kurmacada değil içerisinde nelerin yaşandığını bilmediğimiz gerçekte. Kurmaca olanı yasaklamak yerine yasak olan gerçeği görme zamanı gelmedi mi?

Tufan Taştan kimdir? 

Tufan Taştan, senarist ve yönetmen. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden ve çift anadal ile İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. 2010 yılında kuruculuğunu üstlendiği Yapım-eki bünyesinde ödüllü kısa filmlere imza attı. Sen Ben Lenin (2021) senaryosunu Barış Bıçakçı ile birlikte yazığı ilk uzun metraj sinema filmidir.

Yazarın Diğer Yazıları

DTCF Tiyatro!

Bugün, 27 Mart Dünya Tiyatro Günü... Yüzyıllardır tanrılara, krallara, padişahlara karşı durarak bugüne gelen tiyatro sanatı için küçük, bu topraklar için büyük bir kale olan DTCF Tiyatro'ya, hocalarımıza ve öğrencilerine adaleti verin. Tiyatroya adaleti verin ki Dünya Tiyatro Günü bu ülkede de kutlu olsun

Islıkla söylemişim umutlarımı

Ben mahallede sinek aracının arkasından koşarken onların ezgileriyle ıslık çaldım, lisede gizlice ilk sigaramı içip ilk kez âşık olurken onların kelimeleriyle açıldım, üniversitede saf kötülüğe karşı haykırırken onların şarkıları slogan oldu meydanlarda, onların şiirleri pankart

Ankara'da neden sanat merkezi yok?

Ankara tarih boyunca bir okul işlevi görmüş. Tiyatrodan edebiyata, sinemadan müziğe kadar sanatın tüm disiplinlerinde yaşamış ve yaşatmış. Şehrin denize çıkmayan sokaklarında pek çok sanatçı yetişmiş, denizi hayal etmiş, okyanusu yaratmış. Fakat sonra her güzel hikâye gibi memleketin makus tarihi Ankara'yı da derinden etkilemiş. Peki ya şimdi?