15 Temmuz 2025
Türkiye’de yeniden bir “barış” söylemi tedavüle sokulmuş durumda. İddia şu: AKP, MHP ve DEM Parti çevresinde şekillenen yeni bir ittifak, ülkeye barış getirecekmiş.
Bu söylemin sahici ve kapsayıcı bir çözüm getireceğini düşünmek için henüz yeterli neden yok.
Çünkü “barış” adı altında sunulan çözüm arayışlarında hem siyasi hem de hukuki bakımdan ciddi boşluklar var.
Kürt sorununa dair çözüm önerileri, uzun süredir kültürel haklarla, kimlik tanınmasıyla ya da merkeziyetçiliğe karşı yerel yönetim talepleriyle sınırlı tutuluyor. Oysa bu çerçeveyle yetinildiğinde, bölgedeki yapısal eşitsizlikleri gidermek mümkün değil.
Toplumsal düzeyde çok katmanlı sorunlar var.
Mesela aşiretçilik önemli bir sorun. Bu sorun, özellikle batı kentlerinde zamanla mafyalaşan yerel iktidar ilişkilerine dönüşmüş durumda. Bölgede ise ağalık düzeni ve buna bağlı feodal ilişkiler, sınıfsal hareketliliği baskılıyor. Topraksız köylüler hâlâ kaderine terk edilmiş durumda. Genç işsizliği, hem kitlesel göçlerin hem de geleceksizlik duygusunun temel kaynağı. Uyuşturucu ve kaçakçılık, birçok yerleşim yerinde organize bir düzenin parçası hâline gelmiş durumda.
Eğitim alanında da ciddi bir eşitsizlik söz konusu. Başta kız çocuklarına dönük olmak üzere düşük okullaşma oranları, laik eğitime yönelik direnç, tarikat ve şeyhlik ilişkilerinin hâlâ siyaseti ve sosyal yaşamı belirlemesi, özgür düşünceyi köreltiyor. Aşı karşıtlığı gibi söylemler yaygınlaşıyor, çocuk ölümlerinin önü açılıyor.
Cinsiyet eşitsizliği bölgesel ölçekte derin bir kriz hâlini almış durumda. Kan davaları, töre cinayetleri, erken yaşta zorla evlilikler ve çok eşlilik gibi uygulamalar, kadınların yaşam özgürlüğünü tehdit ediyor. Aile planlamasının yaygınlaştırılmaması, koruyucu hizmetlerin zayıflığı, bu tabloyu daha da derinleştiriyor.
İktisadi yapıya gelince: Mevsimlik işçilik güvencesizliğini koruyor. Kaçak elektrik kullanımı yaygın. Plansız kentleşme ve denetimsiz imar faaliyetleri şehirleri yaşanmaz hale getiriyor. Tarımsal üretim altyapısı (özellikle sulama) yetersiz. Sanayi yatırımları da cılız. Organize sanayi bölgeleri yok denecek kadar az. Ulaşım ve altyapı, özellikle demiryolu gibi büyük ölçekli ağlarda ciddi biçimde geri kalmış durumda.
Ekolojik çöküş de göz ardı ediliyor. Meraların talanı, su kaynaklarının aşırı ve denetimsiz kullanımı, zehirli atıkların kontrolsüzce doğaya bırakılması… Bunlar yalnızca çevre sorunu değildir; insan sağlığını, kırsal üretimi ve toplumsal sürdürülebilirliği doğrudan etkileyen kriz alanlarıdır.
Tüm bu sorunlara ilişkin bu yeni ittifak ne söylüyor?
Kimlik siyaseti ve yönetsel reform taleplerinin ötesine geçen somut bir çözüm vizyonu var mı?
Hepsi yanıtsız…
PKK’nın olası bir silah bırakma süreci, çoğunlukla romantize edilerek veya salt siyasi analizlerle değerlendiriliyor. Oysa bu konu, başlı başına karmaşık bir hukuk meselesidir.
Şu altı temel başlık, sürecin meşruiyeti ve sürdürülebilirliği açısından kritiktir:
(1) Kayıt ve sayım süreci nasıl işleyecek?
Silahların birebir kayıt altına alınması ve numaralandırılması gerekir. Ne zaman, nerede, kim tarafından teslim edildi ve edilecek? Kaç tane ve hangi türden silah?
Aksi hâlde sembolik bir gösteriye dönüşen “silah bırakma” sahneleri, kamuoyunu oyalayan siyasi mizansenlere dönüşür.
ETA’nın 2017’deki süreçte 1.377 silahı Madrid yakınlarında kamuoyu önünde imha etmesi, FARC’ın BM denetiminde 7.132 silahı teslim etmesi vs. bu işin nasıl ciddiyetle yapılabileceğine örnektir. Her iki durumda da sürece ilişkin özel yasalar çıkarılmış, teslimat takvimi ilan edilmiş, çok sayıda yer gösterilmiş ve silahlar bağımsız kurumlarca müjhürlenip kayıt altına alınmıştır.
Türkiye’de ise böyle bir hukukî mimari hâlâ yoktur. Süre ve mekân belirlemesi hukuki öngörülebilirlik açısından vazgeçilmezdir. Silahların hangi tarih aralığında, nerede ve kime teslim edileceği bilinmiyorsa, sürecin denetlenmesi ve güvenlik önlemlerinin alınması da mümkün değildir.
(2) Silahların hukuki statüsü nedir?
Bırakılacağı söylenen silahlar ceza yargılamalarında delil olarak kullanılabilecek mi; eğer kullanılmayacaksa, bunun hukuki gerekçesi nedir?
Silahların üzerindeki izler (örneğin barut artıkları, balistik eşleşmeler, DNA bulguları) kimi zaman yaşam hakkı ihlallerine ya da sivillere yönelik saldırılara dair somut kanıtlar içerebilir.
Bunların teslim edilmeleri, bu türden ciddi suçlara ilişkin etkili soruşturma yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla “delil imhası” gündeme gelecekse (topluma bunu kabullendirmek zorundasınız) hukuki düzenleme ayrıntıları derinleşmelidir.
(3) Silah imhası ve maliyet planlaması ne durumda?
Çoğu zaman göz ardı edilen husus, silahların imhası ve bu imha sürecinin maliyetidir. Bazı silahların, özellikle patlayıcı mühimmatın güvenli biçimde imhası yüksek maliyet gerektirir. Bu maliyetin kim tarafından, nasıl ve ne zaman karşılanacağı önceden belirlenmezse, bırakılan silahların bir kısmı tekrar silahlı grupların eline geçebilir ya da “göstermelik” teslimatlar yapılabilir.
Bu maliyet nasıl ve kimin tarafından karşılanacak? PKK’nın para kaynakları açısından tasarım nedir? Bu durumdan etkilenen “uyuşturucu ticareti” için de bir planlama yapılmış mıdır?
(4) DDR’nin tüm aşamaları tasarlandı mı?
Ayrıca, kamuoyunun sıkça göz ardı ettiği bir konu daha var: silahları bırakmakla “savaşı” bitirmiş olmuyorsunuz. Silahı bırakıp örgüt yapısını korumak, kadroları dağıtmamak, ideolojik disiplini devam ettirmek (buna yeniden silahlanma ihtimali dâhildir) birçok çatışma örneğinde görüldüğü gibi kalıcı çözüm üretmiyor. Bu yüzden DDR (“Silahsızlanma, Dağıtma ve Topluma Yeniden Kazandırma” ifadesinin İngilizce kısaltmasıdır) birlikte ele alınması gereken bütünlüklü bir süreçtir.
Birleşmiş Milletlerin (BM) bu alandaki deneyimi, silahların toplanmasının yanı sıra örgütlü yapıların dağıtılması ve mensupların topluma entegrasyonunun da zorunlu olduğunu gösteriyor.
(5) Af meselesi nasıl tasarlanacak?
Aynı belirsizlik, kimi zaman “af” veya “ceza indirimi” gibi müzakerelerde de karşımıza çıkar. Eğer ceza muafiyeti tanınacaksa, bunun kapsamı açıkça şeffaflaşıp belirtilmelidir.
Anayasa’ya göre böyle bir af için beşte üç çoğunluk gerektiğini unutmamak gerekir.
Keza ağır insan hakları ihlalleri, işkence, sivillere yönelik saldırılar gibi affa tabi olamayacak suçlar dışlanmalıdır. Uluslararası ceza hukuku bu konuda oldukça açıktır: İnsanlığa karşı suçlar bakımından cezasızlık pazarlık konusu yapılamaz.
Bu konuda tasarım nedir? Kimler affedilecek?
Bu aflar TSK kapsamında suça karışanlar için veya korucular için de geçerli mi? Eğer geçerliyse sayısı 60 binleri bulan korucuların işlevi ne olacak?
Bu sorular yanıtsız kalmamalı.
Zaten süregelen cezasızlık iklimine katkı sunulmaması isteniyorsa mesele çok daha titizlikle ele alınmalı.
(6) Bağımsız denetim olacak mı?
Son olarak, silah bırakma süreçlerinde bağımsız gözlem mekanizmalarının varlığı hayati önemdedir. Uluslararası kurumların, örneğin BM'nin, Avrupa Konseyinin ya da üçüncü taraf devletlerin sürece nezaret etmesi gerekir. Bugün Türkiye’de yürütülen müzakereler, geçmişte olduğu gibi kamuoyundan gizli, denetimsiz ve tamamen yürütmenin inisiyatifine bırakılırsa, hukuki meşruiyet üretilemez.
* * *
Sonuç olarak, bu soruların hiçbirine yanıt verilmediği için ortada gerçekçi bir projeden söz etmek mümkün değil. Zaten kimse ne olup bittiğini tam olarak bilmiyor. İşte tam da bu belirsizlik, “proje” denilen şeyin inandırıcılığını ortadan kaldırıyor.
Üstelik “barış” adı verilen süreç, kapalı kapılar ardında yürütülüyor; pazarlıklar ve taahhütler halka açıklanmıyor. Bu şekilde ilerleyen bir sürece demokratik denemez. Halktan gizlenen kararlar, halk adına alınamaz.
Gerçek bir barış, ancak adaletle ve demokrasiyle mümkündür.
Son seçimde halkın çoğunluğunun desteğini almış ana muhalefet partisinin neredeyse tamamının kriminalize edildiği bir ülkede, ne adaletten söz edilebilir ne de demokrasiden…
Dolayısıyla geçiniz.
Tolga Şirin kimdir?Tolga Şirin, İzmir'de doğdu. İstanbul Barosu'na kayıtlı avukat ve Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı'nda profesör olarak çalışmaktadır. Hukuk alanındaki lisans ve lisansüstü eğitimini Marmara Üniversitesi'nde tamamladı. Lisans eğitimi sonrasında Londra Birkbeck Üniversitesi'nde insan hakları hukuku eğitimi aldı; doktora ve doktora sonrası aşamalarda Köln Üniversitesi Doğu Hukuku Enstitüsü'nde araştırmacı olarak görev yaptı. TÜBİTAK Sosyal Bilimler Programı ve Raoul Wallenberg Enstitüsü bursiyeridir. Aybay Vakfı (2010) makale yarışması ödülünün sahibidir. 2006-2008 yılları arasında İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi yürütme kurulu üyeliği yaptı. Ondan fazla kitap ve çok sayıda makalesi olan Şirin, İngilizce ve Almanca bilmektedir. Geçmişte Radikal ve BirGün gazeteleri ile Güncel Hukuk dergisinde güncel yazılar yazan Şirin, haftalık yazılarını 2020'den beri T24'te yayımlamaktadır. |
Lübnan’daki mezhep temelli sistem, toplumu kurumsal olarak parçalamakta ve devletin asli işlevlerini felç etmekte. Mezhepçilik, modern yurttaşlık fikrini aşındırır, yolsuzluğu pekiştirir, sınıf mücadelesini böler. Azınlıkta kalanlar daha da dışlanır. Mezhepçi bir devlet gerçek anlamda bir "Cumhuriyet" olamaz
Üniter devlet demek, toplumun tek dilli ya da tek milletli olması demek değildir!
İş Kanunu'nun işçilere haftada en az bir gün dinlenme hakkı tanıyan maddesine eklenen yeni hükme göre turizm sektöründeki işçiler, hafta tatili kullanmadan on gün üst üste çalıştırılabilirmiş. Güya işçinin onayının alınacağı bu keyfî düzenleme, menfaat çatışmasının kurumsallaşmasına neden olurken dinlenme hakkını fiilen ortadan kaldırıyor
© Tüm hakları saklıdır.