10 Mayıs 2024

Celal Başlangıç'ın ardından: Birlikte çok gülmüştük, şimdi ağlıyorum...

Onun mesleki başarılarına tüm Türkiye, tüm dünya tanıktır. Yeşilyurt köylülerine dışkı yediren askerler haberi bile onun mesleki yeterliliğini/ahlakını aklamaya yeter de artar bile. Ama onun, o insanlık suçuyla dolu haberleri yazan ciddi adamın ne kadar naif ne kadar mütevazi ne kadar esprili ne kadar yaşam dolu olduğunu ancak yakın çevresindekiler bilir

Celal Başlangıç

1997’nin sonbaharıydı.

Dersim’deki otelimize yeni girmiştik ki birden arkasına döndü.

“Polis arkadaşlar yatak odamıza kadar zahmet etmeyin. Vallahi yatacağız, bir yere çıkmayacağız” dedi.

İki sivil polise kibarca “İyi geceler” diledik.

Polisler tanındıklarına mı, yoksa bütün gün peşinde dolaştıkları “devlet düşmanı!” iki gazetecinin kibarlığına mı şaşırdılar, bilemedim. Acıklı bir gülümseme ya da pişkin bir sırıtma yayıldı yüzlerine. Biz de odamıza çıkıp gerçekten uyuduk.

1997’nin Ekim ayıydı. Almanya Berlin Eyalet Meclisi’nden Yeşiller Partisi Milletvekili İsmail Hakkı Koşan, Türk Yeşiller Partisi Genel Başkanı Bilge Contepe’nin de yer aldığı kalabalık heyetle Munzur Vadisi’nde ‘‘Ekolojik Tahribata Tanıklık’’ edecektik. Çünkü vadideki ağaçlar “güvenlik” gerekçesiyle yakılıyor, kesiliyordu.

Otobüse doluşup Tunceli’nin yolunu tutmuştuk.

Gerçi, aynı yıl 1 Eylül’de Diyarbakır’da olması planlanan ve Daniela Mitterrand, Arthur Miller, Desmond Tutu gibi dünyaca ünlüleri taşıyacak “Musa Anter Barış Treni” engellenince, biz de otobüslerle Diyarbakır’a gitmeye “kalkışmıştık”; Siverek’te önümüzü kesen asker konvoyumuzu geri çevirmişti ama olsun, bu kez de Tunceli’ye gitmeye “kalkışmıştık.”

Şehrin girişindeki köprüde asker yine önümüzü kesti. OHAL Valiliği “İldeki huzur ortamı bozulacağından” Tunceli’ye girişleri yasaklamıştı. İl sınırındaki Peri Çayı’na elimizdeki karanfilleri bıraktık. Munzur Vadisi’ne dikmek için getirilen ağaç fidanları da derenin kenarına dikildi.

Gazeteci olmamız da bir işe yaramadı, “bari biz geçelim” türünden itirazlarımız anında püskürtüldü. Çaresiz Elazığ’a döndük.

Akşam otel lobisinde otururken Celal’in yüzünde hınzır bir gülümseme belirdi.

-Yarın otobüse binip Tunceli’ye gitsek mi?

Aslında bir soru değildi.

OHAL’in “huzur bozucu” yasağına kocaman bir nanik yapacaktık.

Hemen plan yaptık. Otobüs, minibüs ne bulursak erkenden yola çıkacaktık. Kimlik kontrolü olursa nüfus cüzdanlarımızı gösterecek gazeteci olduğumuzu gizleyecek, fotoğraf makinalarımızı, taşıdığımız çantaları bagaja verecektik. Garajdan bindik bir otobüse, ver elini Tunceli... Bir gün önce askerin barikatla önümüzü kestiği köprüden geçerken birbirimize bakıp güldük.

Artık Celal Başlangıç ile “yasak şehir” Tunceli’deydik.

Kahvehaneden başladık insanlarla konuşmaya.

Kentte üç yıldır süren “gıda ambargosuna”, Valiliğin “kontrollü gıda sevkiyatı” dediğini öğrendik. Beş kişilik bir aileye aylık 50 kilogram un, 500 gram çay, beşer kilogram şeker ve yağ, birer kilogram pirinç ve makarna, 10 kilogram patates veriliyordu. Ama içkiye sınır yoktu. Bir kahvede röportajlar yaparken yaşlı posbıyıklı bir emekli “Devlet bizi sarhoş etmek istiyor” demişti.

Munzur dağlarından da dumanlar yükseliyordu. Ağaçlar yakılıyor veya “kontrollü” kesiliyordu. Asker, “Karakolların görüş alanını genişletiyormuş”, dönemin Belediye Başkanı Mazlum Arslan “Ormanların yakılması nedeniyle domuzların şehre inmesinden” yakınıyordu.

Bir süre önce PKK’nın Çiçekli’deki bir bakkalı bastığını ama Almancı Bakkal Hıdır Ablağ’ın bir tek jeneratörünü vermediğini, ertesi gün askerin jeneratöre el koyduğunu, bir sonraki gün de PKK’lıların bakkalı katlettiğini de öğrenmiştik.

Celal Başlangıç ile o bakkala da gittik, çocuklarıyla da konuştuk.

Artık yeterince haber malzemesi topladıktan sonra sıra resmi ağızları dinlemekteydi.

Valilikteydik. Vali vekili Turgay Ergin’le konuşuyorduk. Kentte olduğumuzdan haberdardı! Hatta nerelere gittiğimizi de kimlerle konuştuğumuzu da biliyordu!

“Keşke doğruca buraya gelseydiniz sizi misafir ederdik” bile dedi.

Ama bizim ilgilendiğimiz konulardan hiç memnun olmamıştı. İnönü mahallesinde PKK’nın yaktığı okulun hala açılamadığını, öğrencileri başka bir okula getirip götürmek için otobüs tahsis ettiğini anlattı.

“PKK’nın yaptıklarını da yazın lütfen” diye de ekledi.

-Hay hay, tabii ki yazarız. Biz okula gidebilir miyiz?

-Tabii ki, hemen bir görevli tahsis edeceğim.

Celal ile bir polis eşliğinde İnönü mahallesine doğru yola çıktık.

Arkamızda, bir tek otel odamıza girmeyen o iki polisle…

Ama ne gezer. İlk askeri kontrol noktasında (Check-point) durdurulduk.

Kimlikler, aramalar ve telsizden “merkeze soralım” konuşmaları. Yanımıza verilen ve bizi bir gölge gibi izleyen polisler araya girdiler. “Valimiz gönderdi” dediler ama asker tınlamıyordu. “Mahallede güvenlik yok giremezsiniz” diyor, diyor, diyordu.

Ama biz bu tartışmalarla zaman geçirirken herkes üstleri aranıp kimlik kontrolleri yapıldıktan sonra İnönü mahallesine gidiyordu. Ben “Bu insanlar nasıl giriyor?” diyordum. Askerin yanıtı şu oldu:

“Onlar sivil vatandaş.”

Biz neyiz?

Celal, yılların Güneydoğu deneyimiyle “Israr etme Süleyman, giremeyiz” diyerek gereksiz bir sertleşmenin önüne geçmek istiyordu.

Ben biraz da o yıllarda “Basının amiral gemisi Hürriyet muhabiri” olmanın şımarıklığıyla mı desem; kontrol noktasındaki subayın yanına gidip “Bana valiyi bağlayın” demiştim. Celal, “Yapma” der gibi mütebessim bakıyordu.

Vali telefonda. Askerin bize izin vermediğini, görevlendirdiği polislere rağmen bizi sokmadığını anlattım. Valinin yanıtı önce uzun bir sessizlik sonra da “Süleyman Bey, siz vazgeçin, dönün” oldu.

Çaresiz döndük.

Akşam otelde yaşadıklarımız anlatırken, biri lafa karıştı.

-O da bir şey mi? Biz 62 kilometrelik Ovacık’a giderken kimlik kontrolü yapıldıktan sonra önde ve arkamızda askeri araçlarla yola çıkıyoruz. Yolda dört kez daha aranıyor, kimlik kontrolünden geçiriliyoruz. Hatta daha ilginci Pertek-Elazığ arasındaki feribota binerken aranıp kimliğimiz kontrol ediliyor. Keban’ın sularını aşıp Elazığ’a vardığımızda yine aranıp yine kimlik kontrolünden geçiriliyoruz. Devletimiz herhalde PKK’nın denizaltısı var sanıyor.

Gülmekle ağlamak arasında gidip geldik.

Ama ben bugün ağlıyorum.

Çünkü Celal’i yitirdim.

Çünkü Celal Başlangıç, artık benimle bir daha bunun gibi birlikte yaşadığımız onlarca Güneydoğu öykümüze eşlik edemeyecek. Cumhuriyet gazetesindeki kahkahalarımıza, uzun “gece yürüyüşlerimize” eşlik edemeyecek.

Çünkü Celal Başlangıç sürgünde, Almanya’da aramızdan ayrıldı.

Hem de 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde.

Ben de size Celal’i anlatacaktım.

Ben size, 1984’te Anadolu Ajansı’nda muhabirliğe başladığımda Turgut Özal’ın İstanbul’dan İzmir’e uzanan seçim gezisini izlerken ilk kez tanıştığım Celal’i anlatacaktım.

Ben size, 1987’de Cumhuriyet’e geldiğimde çalışma arkadaşım, sonrasında dostum Celal’i anlatacaktım.

Ben size, Cumhuriyet gazetesinin Cumhuriyet olduğu dönemlerde, Güneydoğu’daki insan hakları ihlallerini gözünü budaktan sakınmadan okura, Türkiye’ye aktaran Celal’i anlatacaktım.

Ben size, Adana Temsilciliği'nden sonra İstanbul’a gelip Politika Servisi’ni kuran Celal’i anlatacaktım.

Ben size, 1991’de Nadir Nadi’nin ölümünden sonra benim Hürriyet gazetesine geçmeme rağmen Celal ile süren dostluğumuzu anlatacaktım.

Ben size, gazeteci Metin Göktepe’nin gözaltında polislerce katledilmesinden sonra nasıl bir araya geldiğimizi, aylarca duruşmayı izlemek için Afyon’a gittiğimizi, Taksim Sıraselviler’deki Andon’da başlayan, sonra Cağaloğlu’ndaki Tabipler Odası’nda, Taksim Evlendirme Dairesi’nde süren toplantılarla gazeteciler arasındaki örgütlenme modeli olarak doğan Gazeteciler Meclisi Girişimi’nde Celal’in rolünü anlatacaktım.

Ben size, Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri verilmesini nasıl kararlaştırdığımızı da anlatacaktım. Nazım Alpman, Ragıp Duran, Mehmet Güç, Rıdvan Akar ile bir araya geldiğimizde Celal’in muzip gülümsemesiyle “Polit büro toplantısına hoş geldiniz” demesini de anlatacaktım.

Hatta hatta ben ilk evliliğimi, ortak dostumuz Avukat Fikret ilkiz sayesinde tek celsede sonlandırdığım gün, “Atla gel” dediğinde Nişantaşı’ndaki kiralık evinde sabaha kadar evlilik/ilişkiler üzerine konuşup, son kertede “Erkek-kadın nasıl evlenmeye karar veriyorsa ortak kararla ayrılırlar” diyerek uzun uzun susmuşluğumuzu da anlatacaktım. 

Ama bu satırları yazarken fark ettim ki mesleki hayhuy içindekiler kadar, “insan Celal’i daha çok özleyeceğim.

Onun mesleki başarılarına tüm Türkiye, tüm dünya tanıktır. Yeşilyurt köylülerine dışkı yediren askerler haberi bile onun mesleki yeterliliğini/ahlakını aklamaya yeter de artar bile. Hado Gelin de öyle…

“Kanlı Bilmece”den “Korku Tapınağı”na kadar tüm kitapları da …

Gazeteciliğe tutkusunu bilmeyen yoktur sanırım.

Ama onun “önce insan”; o insanlık suçuyla dolu haberleri yazan ciddi adamın ne kadar naif ne kadar mütevazi ne kadar esprili ne kadar yaşam dolu olduğunu, ancak yakın çevresindekiler bilir.

Bir keresinde, “Sen Kürt müsün?” dendiğinde “Diyarbakır’da hastanede kan verdiler belki oradan bulaşmıştır” demişti.

Hepimiz gülmekten kırılmıştık.

Sevgili Celal;

Seni bugün Köln’de toprağa veriyoruz. (10 Mayıs Cuma 2024)

Eşin/hayat yoldaşın Ayşe de oğlun Özgür de torunun Barış da senin yanında.

Biz dostların, kader arkadaşların mezarlıkta/mezarlıktan kilometrelerce uzakta hepimiz seninleyiz.

Seni, insan haklarını savunan, mesleğine aşık, haberle yatıp haberle kalkan, zor anlarda hep muzipçe bir çıkış yolu bulan, kocaman yüreğinde herkese yer açan, yüzünden gülümsemesi hiç ama hiç eksilmeyen, sürgünde bile gazetecilikten taviz vermeden haberden/muhabirlikten vazgeçmeyen bir dostum olarak unutmayacağım.

Unutmayacağız.

Sen yoksun, biz çok eksiğiz be Celal…

Yazarın Diğer Yazıları

Gazeteciye ölümüne "özel muamele"

Bugün 28 yıl sonra Metin Göktepe yine mezarı başında yine anıldı. Yani Metin Göktepe unutulmadı, unutulmayacak. Ama o polislerin isimleri lanetle unutuldu gitti