12 Temmuz 2020

İstanbul Sözleşmesi ve 6284 hayat kurtarır

İstanbul Sözleşmesi’nin iptali veya 6284 yasanın ortadan kaldırılması demek, kadınları koruyan yasal çerçevenin ortadan kaldırılması, özellikle ev içi şiddetin görünmez kılınması demektir. Medya bu konuda önleyici habercilik yapmalı, demokratik haklardan geriye gidiş önleme noktasında toplumu uyanık tutmalıdır

İslamcı entelijansiyanın önde gelen isimlerinden Yusuf Kaplan aynen şöyle yazdı: "Bu pespaye sözleşmeyi topluma dayatanların gerekçesi, bu sözleşmenin kadın cinayetlerini, tecavüzleri koruduğu iddiası!" Yazarın Yeni Şafak’ta yazdığı 3 Temmuz tarihli yazısının başlığı da şöyleydi: "İstanbul Sözleşmesi’yle İstanbul’un fethinin intikamını almak istiyorlar!" Vay vay vay! Bu sözleşme batının dayatmasıymış Kaplan’a göre. Sözleşmeden o kadar nefret ediyor ki, yukarıya tırnak içine aldığım cümlesindeki sakatlığı bile göremiyor. Sözleşmenin gerekçesi kadın cinayetlerini, tecavüzleri koruma iddiasıymış. Pardon! Önleme iddiası olmasın o?

AK Parti iktidarı öyle ya da böyle bu İstanbul Sözleşmesi’nden Türkiye’nin imzasını geri çekecek gibi görünüyor. Bunu da zaten en son Numan Kurtulmuş deklare etmişti geçenlerde. Ne diyordu Numan Kurtulmuş? "İstanbul Sözleşmesi’ni defaatle okumuş birisi olarak söylüyorum. İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamak gerçekten yanlıştı. Bu metnin içerisinde iki tane önemli husus var dikkat çekmemiz gereken ve bizimle asla uyuşmayan. Bunlardan birisi toplumsal cinsiyet meselesi, bir de cinsel yönelim tercihi… Bu iki meselenin demin konuştuğumuz çerçevede tam da bu LGBT vesaire gibi marjinal unsurların tam da ekmeğine yağ sürecek kavramlar olduğu ya da onların arkasına sığınılarak faaliyet yapabilecekleri alanlar olduğu görülüyor… Yine sözleşmenin içerisinde yer alan sözde namus, ahlak, gelenek, örf, adet gibi konularla mücadele etmek hükümetlerin vazifesidir gibi bir kavram geçiyor. Bunlar asla kabul edilebilir hususlar değildir… Halkımızda böyle büyük bir beklenti varken AK Parti olarak biz buna bigane kalmayız. Nasıl usulünü yerine getirerek bu sözleşme imzalanmışsa aynı şekilde usulünü yerine getirerek bu sözleşmeden de çıkılır."

Bu nasıl bir okumadır! 

Bu röportajı dinlerken bu kadarına da pes demekten kendimi alamadım. Karşı çıktıkları iki kavram varmış. Bunlar da "toplumsal cinsiyet" ile "cinsel yönelim"miş. Sözleşme’nin 3. Maddesinde "toplumsal cinsiyet"in ne anlama geldiği gayet anlaşılır biçimde ifade ediliyor: "Kadınlar ve erkekler için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve nitelikler anlamına gelir." Açıkçası sözleşmenin hiçbir yerinde kadın ve erkek cinsiyetini reddeden bir ifade göremedim, zaten olması da saçma olurdu. Metin sadece cinsiyetlere atfedilen toplumsal rollere dikkat çekiyor, bu toplumsal inşaların kadınlar aleyhine işlediği anlatılıyor.

Cinsel yönelim ise metinde sadece bir kere, 4. maddenin 3. fıkrasında geçiyor ve onda da mağdur konumda olabileceklerin kimliklerini sayarken değiniliyor: "Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir."

Sözleşmenin hiçbir yerinde Numan Kurtulmuş’un söylediği gibi, "Sözde namus, ahlak, gelenek, örf, adet gibi konularla mücadele etmek hükümetlerin vazifesidir" şeklinde bir ifade geçmiyor. Geçse zaten saçma olmaz mıydı? Ne demek ahlakla, gelenekle mücadele etmek? Sadece 12. maddenin 5. fıkrasında şu söyleniyor: "Taraflar kültür, töre, din, gelenek veya sözde "namus" gibi kavramların bu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edeceklerdir." Madde gayet açık. Kadınlara yönelik şiddetin gerekçesi olarak töre, din, namus gibi kavramlar ardına sığınılmasın diyor; "namus cinayeti", "töre cinayeti" gibi tanımlamalar doğru değil diyor. Şükür ki, bu sözleşmenin de etkisiyle günümüzde medya bu kavramları kullanmayı bıraktı, bildiğim kadarıyla mahkemelerde de cinayet gerekçesi olarak sunulmasına izin verilmiyor. Kötü mü oldu? Elbette hayır.    

İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı yasa neden hedefte?

Muhafazakâr İslamcı olarak tanımlanan Yeni Akit ile Milli Gazete uzunca bir süredir İstanbul Sözleşmesi ile bu sözleşmenin bir gereği olarak kabul edilen 6284 sayılı "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun"un aleyhine manşetler atıyor, gündem oluşturmaya ve kamuoyunu etkilemeye çalışıyorlar. Bunda başarılı da olmuş görünüyorlar.

 

Oysa İstanbul Sözleşmesi’nin amacı, 1. maddede ayrıntılı biçimde açıklanmış:

a) Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;

b) Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;

c) Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;

d) Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak;

e) Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.

Görüldüğü gibi, İstanbul Sözleşmesi ailenin parçalanmasını değil, şiddet gören kadınların korunmasını, aile içi şiddetin önlenmesini, kadın erkek eşitliğinin yaygınlaştırılmasını hedefliyor. Bunun nesine itiraz ediliyor anlamak mümkün değil.

AK Parti’ye yakınlığıyla bilinen Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM), 2015 yılında gerçekleştirdiği "İstanbul Sözleşmesi Çalıştayı" raporunda Sözleşmeyi şöyle tanımlıyor: "Kadına yönelik şiddeti salt adli bir vakıa olarak görmenin ötesinde kadına yönelik şiddetle mücadeleyi kurumsal bir mekanizmaya bağlaması açısından İstanbul Sözleşmesi bir ilktir. Sözleşme, kadına yönelik şiddetin uluslararası düzeyde izlenmesi ve taraf devletlerin yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin denetlenmesi amacıyla oluşturulan GREVIO’yu barındırması açısından da ayrıca bir öneme sahiptir."

Bu sözleşmeye dayanarak yapılan 6284 sayılı yasa da aynı amaçları güdüyor. "Bu kanunun amacı; şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemektir."

İddialar ve gerçekler

İslamcı muhafazakâr medyanın iki temel argümanı var sözleşmeye ve 6284 sayılı yasaya karşı. Bunlardan ilki, sözleşmenin ve yasanın bir sonucu olarak boşanmaların arttığı iddiası. Bu iddiayı dillendiren epey haber yapıldı son yıllarda.

TÜİK evlenme ve boşanma istatistiklerine bakıldığında ise 2002-2019 yılları arasındaki 17 yılda evlenmelerde boşanmalarda göreceli bir azalma söz konusu olsa bile, bunun daha çok ekonomik krizlerle ilişkili olma ihtimali daha yüksektir. Örneğin 2009 yılında boşanma sayısı bir önceki yıla göre yüzde 14.54 oranında artmıştır.

İkinci iddia ise, sözleşmenin ve yasanın kadın cinayetlerini arttırdığı şeklinde. Oysa hem sözleşmenin hem de 6284 sayılı yasanın temel amacı, kadına yönelik şiddeti ve elbette kadın cinayetlerini önleme iddiasıdır.

Yeni Akit’te 2017 yılında yayımlanan bir haber, "6284 çıktı kadın cinayetleri patladı" başlığını taşıyordu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu sayfasından aldığım verilere göre, İstanbul Sözleşmesi’nin TBMM’de onaylandığı 2012 yılında 210; 2013 yılında 237; 2104 yılında 294; 2015 yılında 303; 2016 yılında 328; 2017 yılında 409; 2018 yılında 440 ve 2019 yılında 474 kadın öldürüldü. Evet kadın cinayetlerinde yıldan yıla bir artış mevcut. Sorun şu ki, öldürülen kadınların önemli bir kısmının yasa yüzünden değil, tam aksine yasanın yeterince uygulanmaması nedeniyle öldürüldüklerini görüyoruz. Ekli haberde, korunma ve uzaklaştırma taleplerine rağmen öldürülen kadınların hikâyelerini okuyabilirsiniz. Benzer türde haberlerle medyada sıklıkla karşılaşıyoruz.

Türkiye’nin kadına yönelik şiddeti önleme konusunda 90’ların başından bu yana reform niteliğinde yasal düzenlemeler yaptığını belirten Üsküdar Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Sevil Atasoy, 6284 sayılı yasa konusunda şunları söylemişti: "2012’de yürürlüğe giren 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadınla Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanun bunların en önemlisidir ancak uygulamada ciddi sorunlar var. Çünkü toplumda kadın hakları kadın-erkek eşitliğine karşı çıkan bir zihniyet hala mevcut. Şiddet önleme merkezlerinin sayısı yetmiyor. Uygulamalar standart değil. Verilen hizmet ilden ile farklılaşıyor. Kadınlar bilgilendirilmiyor ve eve dönmeye ya da şiddet uygulayan kocalarıyla barışmaya zorlanıyor."

Aynı şekilde, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Genel Sekreteri Fidan Ataselim de "6284 sayılı kanun gerçek manada uygulandığı takdirde kadın cinayetlerini durdurmak mümkün" diyor.

Medyanın kamuoyunu doğru bilgilerle aydınlatma ve olası tehlikelere karşı uyarma görevi vardır. Medyaya dördüncü güç denmesinin temel nedeni bu uyarıcı görevi nedeniyledir. İstanbul Sözleşmesi’nin iptali veya 6284 yasanın ortadan kaldırılması demek, kadınları koruyan yasal çerçevenin ortadan kaldırılması, özellikle ev içi şiddetin görünmez kılınması demektir. Medya bu konuda önleyici habercilik yapmalı, demokratik haklardan geriye gidiş önleme noktasında toplumu uyanık tutmalıdır.  

Yazarın Diğer Yazıları

Çocuk ticareti ve sansasyon düşkünü gazetecilik

Bu döneme uygun biçimde işleyen gazeteciliğe "gerçeğin peşinde koşan gazetecilik" yerine "gerçeği üreten gazetecilik" demek daha doğru olacaktır

Türkiye’nin AİHM zaferi!

Gerçekten İnsan Hakları Dairesi Başkanlığı’nın raporunda iddia edildiği gibi Türkiye son 7 yılda AİHM önünde daha iyi bir performans mı sergiliyor? İnsan hakları ihlalleri azaldı mı? Tabii ki bu soruların cevabı başkanlığın raporunda yer almıyor. Onun için ben de AİHM raporlarını inceledim. 2019’dan geriye giderek son 7 yıla baktım

Önleyici gazeteciliğe ihtiyaç var

Hollanda Büyükelçiliği önlem olarak dilediği çorbayı içebilir, ama önleyici gazetecilik kelle paça gazeteciliği olmasa gerek