24 Şubat 2019

Avrupa’nın ABD isyanı ve Türkiye 

Merkel, Trump yönetimi iş başına geldikten sonra özellikle Avrupa’nın en güçlü ülkesi olan Almanya’ya yönelik hakaret, hasmane davranışlar ve saçmalıklara artık tahammül etmeyeceklerini gösterdi 

 Geçen hafta yapılan Münih Güvenlik Konferansı uzun zamandır üzerinde konuşulan, tüm emareleri aslında belirmiş bir meseleyi tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. 50 civarında Amerikan Kongre üyesinin mevcudiyetine rağmen Atlantik İttifak’ının iman tazeleme mekanlarından birisi olan bu konferansta Avrupa ile ABD arasındaki farklılıklar, neredeyse uzlaşmaz görüş ayrılıkları iyice belirginleşti. 

Almanya Şansölyesi Merkel hazırlanmış konuşmasının önemli bir bölümünü kenara atarak kendisinden beklenmeyecek bir coşkuyla topluluğa konuştu. Ülkesinin İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren en önemli dış politika hedefi olan ABD ile ters düşmeme kaygısını bir tarafa atarak Trump yönetimine aklındakileri söyledi. Yakında bir gümrük vergisine maruz kalması mümkün olan Alman otomobillerinin ABD açısından bir ulusal güvenlik sorunu teşkil ettikleri iddiasına gülüp, Trump’a dünyadaki en büyük BMW fabrikasının Güney Karolina eyaletinde bulunduğunu hatırlattı. 

Avrupa açısından ciddi bir güvenlik sorunu yaratacak Orta Menzilli Nükleer Silahlar (INF) anlaşmasından müttefiklere danışılmadan çıkılmasını, keza Almanya’nın da askerlerinin bulunduğu Afganistan’dan gene tek taraflı olarak çekilme kararının verilmesini ve Trump’ın 1945 yılından beri bu ittifakın ve dünya düzeninin çatısını oluşturan çok taraflı kurumlardan birer birer çekilmesini eleştirdi. İran’la yapılan nükleer anlaşmadan çekilen ve Avrupalıları anlaşmadan çekilmedikleri, hatta tersine yaptırımların etrafından dolanmaya çalıştıkları için eleştiren Trump yönetimine bir ittifakın her şeyden önce karşılıklı danışma ve dayanışma anlamına geldiğini hatırlattı.  İran’ın Ortadoğu için bir tehdit oluşturduğunu söyleyen Trump yönetimine, “Madem ki bu kadar tehlikeli bu İran o zaman neden Suriye’den çekilip meydanı İran’a bırakıyorsun diye soruverdi. 

Merkel bu şekilde Trump yönetimi iş başına geldikten sonra özellikle Avrupa’nın en güçlü ülkesi olan Almanya’ya yönelik hakaret, hasmane davranışlar ve saçmalıklara artık tahammül etmeyeceklerini gösterdi. Bugüne kadar kamuoyundan sakladığı bir dil kıvraklığıyla Amerikan yönetiminin bazı söylemleri ve yaptıklarıyla dalga geçerken aslında alttan alarak Atlantik ilişkilerini korumanın mümkün olmayacağını da ikrar ediyordu. 

Merkel’in konuşması, konuştuğu salonu hıncahınç doldurmuş kalabalık tarafından ayakta alkışlandı. Buna karşılık ABD’nin köktendinci Başkan yardımcısı Pence’in yaptığı kibirli konuşma, özellikle de İran’la yapılan nükleer anlaşmadan Avrupalıların bir an önce çıkmaları talebi salondan buz gibi bir tepki gördü. Alkış bekleyen Başkan yardımcısı salondaki kitlenin üyesi olduğu yönetime yönelik toplu istiskalinin hedefi haline geldi. 

Münih’teki Konferansın akabinde konuyla ilgili görüş bildirenlerin hemen hepsi Batı ittifakının, Atlantik ilişkilerinin tarihinde hayli belirleyici bir eşiğin aşıldığını, eski ‘güzel’ günlere dönmenin mümkün olamayacağını bundan sonrasını düşünmek gerektiğini vurguladılar. Uzun zamandır bir kendini avutma söylemi olan “Trump gittikten sonra ilişkiler rayına oturur” iddiasının pek geçerli olmadığı, ortada çok daha temel meseleler bulunduğu, ittifakın yeniden yapılandırılması gerektiği üzerinde bir mutabakat iyice yerleşti. 

Aklı başında hiçbir Avrupalı ABD’den kopmayı savunmuyor. Merkel daha önce artık Avrupa’nın kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmesi gerektiğini de söylemişti. Ne var ki özellikle güvenlik konusunda ABD’ye duyulan ihtiyaç ya da bu ülkenin koruyucu şemsiyesine bağımlılık apaçık ortada. O zaman yapılacak şey Washington’un, dünyada güç dengesi hızla ve “Batı” aleyhine değişirken Avrupa ile ortaklığını sürdürmeye nasıl ikna edileceğine odaklanıyor. ABD’de de Trump’tan hazzetmeseler bile dış politikanın parametrelerinin değişmesi gerektiğini kabul edenler yeni dönemdeki mücadelede Avrupa ile iş birliği yapmanın neden Amerikan çıkarları açısından yararlı olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. 

The American Interest dergisinde yayınlanan Batı ittifakıyla ilgili “Batı’nın düşüşünün kaynakları” başlıklı yazısında, Andrew Michta duruma biri jeopolitik diğeri ilkeler/değerler kümesi olmak üzere iki boyuttan bakıyor. Jeopolitik olanı kavramak kolay. Çin ve genelde Asya yükseliyor. Eski gücünün yerinde aslında yeller esen Rusya, Çin ile birlikte dünya sistemindeki ABD/Batı hegemonyasına meydan okuyor. Özellikle Trump dönemindeki politikalarıyla ABD kafası karışık, daha da önemlisi güvenilmez bir müttefik olduğu izlenimini verdikçe arada kalan güçler kendilerini korumak üzere bir konum bulmaya çalışıyorlar. Türkiye gibi bölgesel güçler bir yandan bu durumda aradaki boşluklardan yararlanma imkânı buluyorlar. Ne var ki kapasite yetersizliği ittifaksız kalındığı taktirde daha büyük güçler karşısından ezilme riskini de beraberinde getiriyor. 

Michta’nın ele aldığı ikinci boyut daha zor elle tutulur ancak son derece önemli bir gözleme dayanıyor. Batı ittifakındaki ülkeler kendi uygarlıklarının değerler ve ilkeler sistemini eski dönemlerdeki gibi özgüvenle savunmuyorlar. Bir yandan kendi tarihlerine eleştirel bakışları ve çok kültürlülük kültü diğer yandan liberal-demokratik sistemin ekonomik ve kültürel kökleri olan derin krizi bu medeniyetin kendine inancını zayıflatıyor. Batı blokunun içinde demokrasinin temel ilkelerini sorgulayan yönetimler işbaşına gelir ya da siyasal sisteme meydan okurken, toplumlar da beklediklerini vermeyen sisteme yabancılaşıyorlar. Bu nedenle de dünyadaki büyük güç kaymasında Batı’nın yalpalaması, Michta’ya göre maddi koşullardan çok kendi ilke ve değerlerine inancının zayıflamasından kaynaklanıyor. 

Bu tartışmalar aslında Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Türkiye’nin kimlik olarak Batılı olmaktan ve Batılı değerlerden yüksek viteste uzaklaştığına şüphe yok. Ancak, yeni güvenlik yapılanması içinde ülkenin kendisini nasıl konumlandıracağı, stratejik Batılılığının sürüp sürmeyeceği meselesi orta yerde duruyor. 

Suriye krizinden çıkarılacak bir ders varsa sanırım o da Türkiye’nin kapasitesinin, arzu ettiği ölçüde özerk bir dış politika izlemeye yetmeyeceğidir. Ortadoğu bölgesinde coğrafyasının verdiği avantaja rağmen istediklerini yapmakta, hedeflerine ulaşmakta ne kadar zorlandığı ortada. Suriye’deki müdahalelerini Rusya’nın onayı olmadan gerçekleştirmesi mümkün olamıyor. 

Bu durumda, Batı değerlerine en bağlı olduğunu söyleyenlerin bile en azından ABD’den pek hoşlanmadığı bir ülkede stratejik Batılılık tercihinin sürdürülebilmesi ne ölçüde mümkündür sorusu gündemde. Sonuçta, bir yandan NATO’daki görev yükünü artıran ve F-35 projesinde kalmak isteyen diğer yandan ABD ile ipleri koparacak S-400 alımından vazgeçmemekte direnen ya da bu adımı atmasının ağır bir bedele yol açmayacağını düşünen bir yönetim de işbaşında. 

Ortadoğu’ya, hatta İslam dünyasına liderlik hevesi pek gerçekleşecek gibi durmayan, halihazırda hem kuzey hem de doğu komşularıyla güneyinde de komşuluk yapmak zorunda kalan bir ülkede yaşıyoruz. Ekonomisi hasarlı, Batı pazarlarına ve sermayesine muhtaç bir Türkiye’nin, üyesi olduğu Batı ittifakı yapısal bir dönüşüm kavşağına gelmişken kendi yönü ve ittifakları hakkında daha ciddi düşünmesinde, yapıcı pozisyon almasında herhalde yarar vardır. Sonuçta Rusya ile iyi ilişkileri sürdürmek ve dış politikada özerk alan açmak gibi doğru hedeflerle, Moskova’nın iradesine tabi kalmak arasında çok ciddi bir fark bulunduğu muhakkaktır. İkincisi tarihsel olarak da stratejik olarak da pek de şayan-ı tercih değildir. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Trump'a "Boku yedim" dedirten rapor

Mueller ve ekibinin raporu, kullandıkları dil ve sundukları bilgilerin ışığında Trump açısından Başkanlık sonrası dava ihtimalini açık tutuyor

NATO'da yaş 70 iş bitmiş mi?

Görünen o ki, 70 yıllık örgüt kendisini yenileyecek ve işlevsel kalmaya gayret edecek. Türkiye'nin de bir yandan Batı’dan kopup kopmayacağı tartışılırken, güvenlik açısında onunla NATO bünyesinde müthiş bir yakınlaşma şekillenmekte

Birleşik Krallık'ın tatsız vodvili: Brexit

Perişanlığı, kapasitesizliği ve genelde sınırlı beceriye sahip olanlara özgü inadıyla Theresa May Brexit meselesini kötü yönetti