28 Nisan 2019

Kaybetmenin erdemi

Netflix’te yayınlanan belgesel dizi “Losers”, kaybedenlerin hikayesine zafer veya çöküş ikilemi üzerinden değil, deneyim ve süreç perspektifinden bakıyor.

Kaybedenler üzerine konuşmak pek cazip değildir. Sistemin güçlü bileği şöyle bir silkeleyince şak diye eleğin altına dökülüverenlere dair söylenecek söz illa ki bulunur da kaybedenler pek muteber olmadığından onlara göz ucuyla bakıp geçmek daha bir tercih edilesidir günümüzde…

Üyelerini sadece başarıya, kazanmaya güdüleyen bir düzenin, kaybetmeyi yok oluş farz eden bir ideolojinin bariyerlerini aşıp kaybedenlerin dünyasına girmek tarih boyunca zordu, bugün her zamankinden güç. Dünya bize sürekli başaranların, o büyük hayatta kalma kavgasından sıyrılıp kafasını güneşe uzatanların hikayelerini anlatmayı sever. Bilhassa ve öncelikle, aynı mücadeleyi bütün gücüyle sürdüren biz fanilere örnek olsun diye…

Onca debelenmenin boşa gitmemesi için; kurnazlıkla veya alın teriyle, metanetle ya da dirençgenlikle; hangi meşrepten insanın payına ne tip bir kavga düşüyorsa artık, onu vere vere, vuruşa vuruşa saplanıp kaldıkları bataklıktan kurtulmaya çalışanların hevesleri hep canlı kalsın diyei bu masallara gerçekten de ihtiyaç duyarız biz.

Bir “ideoloji” olarak başarı

Ayrıca başarı ideolojisinin söylemi elbette bir ton uyarı, bir tutam tembihleme de barındırır içinde. Düzenin sunduğu fırsatları, sistemin sağladığı olanakları bihakkın kullanmayı beceremeyenlerin kaçınılmaz sonunu da işaret eder parmak sallaya sallaya. Birinci sayfa ve dev manşetler hep güçlüye, kavgaların içinden mağrur, başarmış çıkanlara rezervedir; kaybedenlerin hikayelerini bulmak için üçüncü sayfaya geçmeniz gerekir.  

Bu elbette sadece bir seviye, bir hiyerarşi sorunu da değildir. Onu, iyi çalışılmış kurgusuyla aynı anda hem hayallerimizi hem de korkularımızı tam on ikiden vuran bir söylem takip eder. Bu söylemin bir ucunda eşsiz bir mitolojik evren ışıldamaktadır. Bu evrenin içinden bugünün tanrıları; sermayenin ve gücün sahibi olanlar, söz söyleme tekelini ellerinde bulunduranlar ve onların dünyasına kabul edilme şerefine nail olmuş, yani bir biçimde o zorlu başarı basamaklarını tırmanabilmiş sıradan kahramanlar bize gülümsemektedir. Cazip bir davet, bizi büyüleyen dev bir gösteridir sergilenen…

Diğer uçtaki cehennemde ise fanilerin çırpınışı ve hayatta kalma mücadelesi resmedilir. Her sözcük, her senaryo, her açı veya mizansen bakımından kaybedenlere dair karanlık, kasvetli, puslu bir atmosferin kaçınılmazlığına çarpıp ürktüğümüz bir evren yaratılır burada. “Ya bizim de sonumuz böyle olursa?! O halde kazanmak için çalışmaya, başarmak için çarpışmaya devam etmeli!..” Başarı ideolojisinin bilinç altımıza zerk ettiği zehirdir bu ve onu bünyeden atıp kurtulmak artık nerdeyse imkansızdır, çünkü bu iki evren arasında salınıp durmaya yazgılı gibiyizdir; “Ne o ne bu” diyebileceğimiz bir araftan yoksun bırakılmışızdır.

Modern dünya bitimsiz bir yanılsamadır. Kültür endüstrilerinin çarkları döndükçe üretilen sayısız temsillerle örülüdür gündelik yaşantılarımız. Günlük gazetelerden, çok satan romanlara, TV programlarından popüler filmlere uzanan anlatılarda gücün ve başarının çok çeşitli düzeylerdeki temsilleriyle karşılaşırız. Bunların çoğunda birbirini sürekli yeniden üreten o iki uç motif tekrarlanır durur: Başarının erdemi, kaybetmenin sefaleti.

“Kaybedenler”in müthiş hikâyesi

Ama son dönemde Netflix’te yayında olan bir belgesel serisi bu iki parantezin arasına yerleşen alternatif bir söylem kuruyor kaybedenler üzerine. “Losers” ismiyle sunulan bu dizide kaybedenlerin hikayesine zafer veya çöküş ikilemi üzerinden değil, deneyim ve süreç perspektifinden bakılıyor.

“Ne pahasına olursa olsun kazanma” anlayışının sporun ruhuna işlendiği ve bu duygunun yaşadığımız dünyanın başarıya endeksli hayat tarzının en görünür temsillerinden birisi olduğu düşünülürse dizinin saf bir kazanma–kaybetme modeli olarak sportif olaylara odaklanmasını makul karşılamak gerekir. Başarı ideolojisinin eleştirisi için iyi düşünülmüş bir tema bu. Böylece, kazanmak-kaybetmek karşıtlığının en çarpıcı ve somut biçimde karşımıza çıkarıldığı spor alanından örneklerle anlatılan hikayeler her bölümde katları açıla açıla en rafine haliyle önümüze serilen bir ana fikir üretiyor: Kaybetmenin de bir erdemi olduğunu; kaybetmenin erdeminin, kaybederken kazanabilmekte yattığını anlatan müthiş, izlenesi bir hikâye bu.

Kaybetmenin nerede bittiğini, kazancın nerede başladığını sorgulaya sorgulaya bölümleri kat ederken, günün sonunda neyle karşılaşılacağını, maceranın yenilgiyle sonuçlanacağını bildiği için hikâyeyi tersten okumaya başlıyor insan… İşte o vakit sonuçtan ziyade süreç, merhaleden ziyade yol kristalize oluyor. Ve giderek, merakla hikâyenin sonunu beklediğimiz, bizi tam gaz sonuca doğru sürükleyen katartik anlatılardan sapıp insan deneyiminin çetrefilli yollarında sade bir düşünce egzersizine dümen kırıyor dizi… Kaybetmek kimine, hayatta neyi yapmak istemediğini öğretiyor; kimine oyunun ne denli büyük, kendisinin ne kadar küçük olduğunu. Çölde yolunu kaybeden bir maraton koşucusunun hayatta kalabilmek için verdiği amansız mücadelede yaşamın ne denli değerli olduğunu öğrenmesinin binlerce uyduruk zafere bedel olduğunu kavraması dile geliyor bazen de.

Bir “ezik” bilge

Kiminde de “Mücadeleniz eğer sadece sonuç odaklı olursa, oraya nasıl geldiğiniz ve o mücadelenin sizin için ne ifade ettiği anlamsız hale gelir” diyen bilge bir “ezik” dile geliyor. Bir boks maçında rakibinin ölümcül bir yumrukla yere serdiği oğlunun beyin sarsıntısı geçirip yoğun bakıma alındığını duyduğunda, “Bırakın öyle kalsın, uyanmasın” diyen bir babanın ezikliğiyle karşılaştırıldığında, hangisinin erdem olduğunu sorgulatan ikilemler, çelişkiler…

Böylece her kaybedişte açılan, sadeleşen bir evrende, Anka kuşunun kadim öyküsü yeniden canlanıyor.  

Hepimiz hayatımız boyunca bir sürü başarı hikayesi okumuş ya da seyretmişizdir. Bununla birlikte, çoğu kez bu hikayelerin aktörlerinin hayatlarına nasıl devam ettiklerine dair pek fazla şey bilmeyiz, belki bunu merak da etmeyiz. Popüler anlatıların en dikkat çekici özelliklerinden birisi başarının bir amaç olarak cisimleştirilmesidir. Türlü badireler atlatılır atlatılmasına da asıl mesele nereden geldiğiniz değil, en sonunda nereye vardığınızdır; geçilen yollara, yapılan tercihlere, verilen kavgalara kimse dönüp bakmaz. Kazandınız mı, kaybettiniz mi? Dünyanın ilgilendiği budur. Sonunda başarı yoksa o macera hiç yaşanmamış farz edilebilir kolaylıkla.

Hatta o maceraları yaşayanlar belki de hiç var olmamıştır bile. Oldu da başarı veya kazanç geldiyse eğer, bunun da arka planı, ne pahasına elde edildiği veya sonrasında ne olduğu karanlığa gömülür bu kez. O yolda yaşananlar gündemden düşer, soyut bir zafer havası hâkim olur ortama ve o hâle de puf diye diye dağılır gider günün sonunda.

Zafer, bir yanılsamadan ibaret

Birçok başarının hayal kırıklığına dönüşme ihtimali vardır. Tırmandıkları yerden paldır küldür düşenler, başarıyı ne pahasına elde ettiklerini hiç önemsemeyenlerdir diyebilir miyiz acaba? Öyle ya, yolda yaşananlar unutulunca, başarıya doğru gümbür gümbür koşarken heybeden dökülenler bir yekûn oluşturup arkanızdan gelir, sizi yakalayıp yeniden al aşağı edebilir.

Kaybetmenin de bir erdemi olabileceğine hiç inanmayanlar için zafer bir yanılsamadan ibaret kalabilir. “Galiptir bu yolda mağlup” sözü boşa söylenmemiştir.

Belki de gerçek başarı, hayat yolculuğumuz boyunca ruhlarımıza, bedenlerimize kazınan derin çentikler manzumesidir. Asıl edinimlerimiz, düzenin kazanç diye tanımladığı şeyleri ele geçirmek için didişmekten bağımsız olarak yolda uzun ve sindire sindire yürüyebilmemizle doğrudan ilişkili olabilir.   

Yazarın Diğer Yazıları

'Aslında hiçbir yere gitmiyoruz': Acı Vatan-Almanya notları

"İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız"

Simit deyip geçmeyin, simit Türkiyedir!

Simit Sarayı olayı, termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi bir gündem yarattı ülkede. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "Oldu da bitti maşallah" hokus-pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu

Kadıköy: Hülyalı-hüzünlü bir şehir efsanesi

Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürülüp sonra da insafsızca pazara sürüldüğü bir evreyi yaşıyor. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz