04 Ağustos 2019

Çocuklar çocuktur, göçmen değil!

Bir vatandaş Twitter'da paylaşmış. Bir hastanede Arapça isimlerden oluşan hasta listesi. Fotoğrafın altında "Burası Türkiye'de bir hastane" karalaması. Birden o detayı görüyorum; fotoğrafa yarım yamalak sıkışmış bir yazı: Çocuk Kliniği… Vatandaş meğer sabi sübyandan rahatsızmış!

Buna seçim sonrası fırtınası diyebiliriz, siyasilerin revizyonu veya yeni politika arayışları… Son haftalarda gündeme yapışıp kalan göç meselesini bu telaşın bir semptomu gibi tanımlamak mümkün. Alelade demeçler, umutsuz kıvranışlar, bulanık zihinler; tam sofraya getirilecekken tadı tuzu olmadığı anlaşılan yemeğe telaşla çeşni katıştırmaya benziyor bu iş.

Siyaset alanının derinliklerinde seçimlerden çıkan sonuçlar değerlendirilirken, Suriyeli göçmenlere dair keskin problematikler dişini göstermiş olmalı. Bu durum bize her şeyden önce yıllara yayılan göç akımının evrimi boyunca toplumun önüne konulabilecek dört başı mamur bir göç politikası üretemediğimizi gösteriyor. Anlaşılan o ki, toplum bu konuda alabildiğine başıboş bırakılmış ve her kesim kendine göre bir söylem ve davranış kalıbı geliştirme yoluna gitmiş. Her konuda ikiye bölünmüş, ulusal ortasını bulamamış bir toplum olarak bu konuda da merkezkaç itkisiyle savrulup uzak köşelere düştüğümüz aşikâr. Elbette ilk kategoridekiler büyük çoğunluğu oluşturmakta, ama bir yanda 'defolup gitsinler'ciler var. Diğer yanda ise 'göçmenleri koşulsuz şartsız bağrımıza basalım'cılar.

Gündelik siyaset ve hamasetle sakatlanmamış reel politikanın, bilahare kurumların alabildiğine boş bıraktığı bu alanda yıllar içinde bazı şablonların iyice yerleştiğini, göçmenlerin kamusal söylemde belli başlı kalıplarla temsil edilmesinin kökleştiğini tespit edebiliriz. Bu konuda yapılan çalışmalar sosyal medya etkisini ön plana çıkarıyor ve Suriyelilere yönelik nefret söyleminin anonim niteliğini vurguluyor.

Aslında yabancı düşmanlığının dünyadaki diğer örneklerinden pek de farklı değil konuştuğumuz konular; ötekileştirmenin temelinde, 'işimize, aşımıza ortak oluyorlar' argümanı yatıyor en başta. Bunu, 'pisler, görgüsüzler, kavgacılar' teraneleri takip ediyor. Sonrasında yerel, daha spesifik konular etrafında katman katman açılarak genişliyor çatışma; 'bizim askerlerimiz Suriye'de savaşırken onlar burada keyif çatıyor' fikriyatı bu alanı büyük ölçüde kuşatırken, etnik nefret, terör korkusu, kültürel farklılıklar ve politik çatışmalar genel nefret söyleminin kasasını pekiştiren son çivileri çakıyor.

Almanya'daki Türkler'den Türkiye'deki Suriyeliler'e…

Nefret, özünde ilkel bir tepkidir. İnsanoğlu ne yapacağını bilemediği zaman panikler ve kontrolden çıkar. Klişeler başıboşluğun, belirsizliklerin ekosisteminde gelişip serpilirler. Topluma, belli bir mesele hakkında nasıl çözümler üretilebileceğine dair akılcı öneriler sunulmadığı veya toplumsal tedirginliklere reel politikle yanıt verilemediği müddetçe kamusal söylem ilkel reflekslerin diliyle kurulur.

Bunun bizim açımızdan en yakın örneklerinden birisi Almanya'da yaşayan Türklere karşı oluşmuş önyargılardır. 1960'larda başlayan işçi göçü misafir işçilik statüsüyle tanımlandığı ve Türkler bir gün ne de olsa ülkelerine dönecekler diye düşünüldüğü için Alman hükümetleri neredeyse 30 yıl boyunca Türk göçmenlerin ülkedeki durumuna dair somut politikalar üretmekten geri durmuşlardır. Uyum politikaları ancak Türklerin kalıcı olduğu anlaşıldığında gündeme gelmiştir, ancak tren çoktan kaçmıştır.

Almanya'da yaşayan Türklere dair şablonlar her şeyden önce bu boş vermişlikte, yani kamunun açtığı derin tarihsel yarıkta şekillenmiştir. Kamusal söylemin fikirler etrafında, politik iradenin demokratik bir biçimde yönettiği tartışmalar ve katılım marifetiyle biçimlenmediği bir ortamda yüzeysel, yalan yanlış ve acımasız söylemler toplumun hücrelerine daha kolay yayılmıştır.

Bugün ne gariptir ki, tarihi tersinden kat ederek kendi memleketimizde benzer çelişkileri deneyimlemek durumunda kalıyoruz. Avrupa ülkelerinde yaşayan hemşerilerimize veya Müslümanlara karşı büyüyen düşmanlıklara, kökleşen önyargılara ve etiketlemelere sanki hiç yerinmemişiz gibi kendi içimizde dallanıp budaklanan bir topluma karşı benzer söylemler etrafında biçimlenen kalıplar üretiyor olmamızı nasıl açıklayabiliriz?

Sabi sübyandan rahatsızlık!

Söz gelimi geçenlerde, o bildik boş lakırdılar arasında bir fotoğraf çarptı gözüme. Bir vatandaş Twitter'da paylaşmış. Belli ki bir hastane koridorunda, doktor sırası beklerken çekmiş bu fotoğrafı. Kapıların yanında duran ekranda alt alta sıralanmış hasta isimleri görünüyor; kadraja 5-6 tanesini sığdırabilmiş tümü Arapça isimlerden oluşan bu listenin. Fotoğrafın altına da 'Burası Türkiye'de bir hastane' babında bir şeyler karalamış.

İlk bakışta, yukarıda tarif ettiğim türden, o bildik ezberlere dahil bir paylaşım gibi geliyor insana; 'devlet hastanelerinde biz sıra beklerken Suriyeli'ler bedavadan veya öncelik hakkı tanınarak muayene oluyor' gibisinden bir şey…

Bu söylemin türlü çeşitli versiyonlarına her yerde rastladığımıza göre tweeti basit bir parmak hareketiyle tarihin çöplüğüne göndermek çok kolay. Fakat tam ekrana dokunacakken o detayı görüyorum, fotoğrafa yarım yamalak sıkışmış bir yazı: Çocuk Kliniği!

Vatandaş meğer sabi sübyandan rahatsızmış!

Savaşlardan mı sorumlu, tavuğunuza kış mı demiş, atomu parçalamanıza mı mâni olmuş?

Dünyadaki tüm belalardan ilk ve en ziyade etkilenen, savunmasız, günahsız, masum, üstelik de hasta bir çocuğun bir doktorun kapısında beklemesinden rahatsızlık duymak da nedir?

Söyleyelim: Nefretin en billurlaşmış halidir bu.

İşte eylemi yatağından kaldıracak köz budur. Vicdanın sökülüp atıldığı, ciğerlerden son zerresine kadar kazındığı böylesi zihniyetlerde ince ince tüter ve ezberlerin uyuşturduğu nefreti sinsice ateşe vermeyi bekler.

20 yıllık meslek hayatımın yaklaşık 15 yılını Almanya'da yaşayan Türkler üzerine çalışarak geçirdim. Bu yıllar boyunca onlarca insanla tanıştım, görüşmeler yaptım, yüzlerce hikâye dinledim. Etiketleme, ötekileştirme, dışlama, düşmanlaştırma... Tüm bunlar, bu görüşmeler, tanışıklar boyunca otuz iki kısım tekmili birden, anıların deneyimlerin arasından bir biçimde gözünü kırpmış, kendini göstermiştir.

Zor isimli çocuklar

Bunca hatıra arasında beni en çok etkileyenlerin başında, pek sevdiğim bir dostumun çocukken okulda yaşadığı ve çok etkilendiğini söylediği bir olay gelir. Okulun ilk günü öğretmen Türk çocukların bolca olduğu sınıfa girer ve 'isimlerinizi bir kâğıda yazıp sıralarınızın üzerine koyun' diye buyurur, fakat dönem boyunca o isimleri telaffuz etmeyi nedense bir türlü öğrenemez. Sonunda bir gün pes eder, isim kağıtlarını masalardan toplar ve o andan sonra çocuklara söz vereceği veya bir soru soracağı zaman, parmağıyla işaret ederek; 'Sen, zor isimli çocuk, söyle bakalım!' diye hitap etmeye başlar onlara. Böylece sınıftaki tüm Türk çocukları aynı isim altında, anonim bir kimliğe bürünmüş olur; artık Ahmet, Mehmet veya Ali değil, zor isimli çocuklardır onlar.

Bu hikâye, bir çocuğa yaklaşım biçiminin en ilkel şeklini gösterdiği, çocuk masumiyetine saldırının ve ötekileştirmenin bariz bir örneği olduğu için vicdanıma bir başka kazınmıştır, ki nihayetinde çalışmalarımdan birisine de isim babalığı yapmıştır. Telaffuzu zor, o Arapça isimlerin fotoğrafını görüp, bir de resmin çocuk kliniğindeki ekrana ait olduğunu fark ettiğimde aklıma ilk bu hikâyenin gelmesi toplumumuzdaki derin empati kaybına otomatik bir tepkidir belki de.

Uyumun, birlikte yaşamanın akılcı, eşitlikçi koşullarını yaratmak ve somut kamusal müdahalelerde bulunmak için geç kalmış olabiliriz; açılan bu yarıkta çok sayıda başıboş bilgi ve enformasyon ortalığa saçılmış, dilimizi kirletmiş, kamusal söylemi sakatlamış olabilir.

Ama ne olursa olsun bir sınır vardır, bizi biz yapan, insan yapan bir sınır ve Yunanlıların söylediği gibi, 'o sınırı aşan belasını bulur!'

Bizim kültürümüzde, tıpkı analarımızın kutsal addedildiği gibi, çocuklar en kıymetlimizdir. Sokakta aç kalan çocuğa önce yemeğini yedirir, ondan sonra sorarız 'sen kimin çocuğusun?' diye. Çünkü çocuk önce hepimizindir, sonra ana babasının…

Çocukların başlarını okşamak en bariz kültürel göstergelerimizden birisidir, evlat kaybını acıların en büyüğü olarak tarif ederiz. Bir hissiyat vardır ki hele, bir çocuğun kılına zarar gelse aklımıza hemen kendi evladımız gelir, bu türden bir empatinin en derinden yaşandığı şeydir çocuk sevgisi bizde.

Bu yüzden, çocuk kliniğindeki o resmi çeken kişiye sadece şunu hatırlatmak isterim: Senin çoluğun çocuğun yok mu kardeşim!..

Yazarın Diğer Yazıları

'Aslında hiçbir yere gitmiyoruz': Acı Vatan-Almanya notları

"İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız"

Simit deyip geçmeyin, simit Türkiyedir!

Simit Sarayı olayı, termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi bir gündem yarattı ülkede. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "Oldu da bitti maşallah" hokus-pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu

Kadıköy: Hülyalı-hüzünlü bir şehir efsanesi

Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürülüp sonra da insafsızca pazara sürüldüğü bir evreyi yaşıyor. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz