19 Mayıs 2019

Bir nesil dönümünde, cehalet, feraset ve vakar

İlkel ve yontulmamış, henüz ferasetle baharlanmamış olsa da vakar esintileriyle dolu bir kuşağı karşılamaya hazırlanıyor olabiliriz. ‘Biz bu nesli adam edeceğiz’ dersek yandık. Bu sefer bırakalım, onlar bizi adam etsin!..

Bilinen hikâyedir, anlatılır sıklıkla; vakti zamanında bir adam huyunu, suyunu, davranışlarını beğenmediği oğluna ‘Sen adam olmazsın’ deyip dururmuş. Gel zaman git zaman bu çocuk büyümüş, okumuş etmiş, devlet kademelerinde yükselip paşa olmuş. Babasının sözleri içinde kalmış olacak ki, göreve başlar başlamaz ilk işi askerlerini gönderip adamı yaka paça huzuruna getirtmek olmuş. ‘Bak,’ demiş, ‘sen bana sürekli adam olamazsın deyip dururdun, oysa ben paşa oldum!’ Adam oğlunun, omuzlarındaki apoletlerde kirli kirli kostaklanan küstahlığına bakıp derin bir iç geçirmiş. Gene de duruşunu hiç bozmadan, çekinmeden söylemiş söyleyeceğini: ‘Oğlum’, demiş, ‘Ben sana paşa olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim!’

Dünyanın hallerini biliriz, güç bir şekilde gider gelir karşımıza dikiliverir. Tarihin sürekli kendini tekrarlayan devinimi içinde kaçınılmaz olarak yaşadığımız bir şeydir bu. Bununla birlikte, insanın hikâyesinde asıl belirleyici olan gücün karşısında nasıl bir tavır takındığıdır. Bu mesel, gücün kendini bilmezliğine dair bildik, alışıldık bir durumu hatırlatır bize, ama onun karşısında duruşunu kaybetmeyen bir babanın şahsında asıl farkın ve insanın ayırt edici yönünün hangi meziyetlerinde gizli olduğunu da anlatır. Bu meziyetler feraset ve vakardır.

Bu hikâye, ne zaman aklıma gelse babamla dedem arasındaki ilişkinin anılarına dalmadan edemem. Dedem ‘cahil’ bir çiftçidir, bütün ömrü el kadar tarlasında binlerce yıllık gelenekleri sürdürerek ürettikleriyle çoluk çocuğunun rızkını aramakla geçmiştir. Bu tarlanın tozunu toprağını yutarak büyümüş babamsa babasının teşvikiyle okumuş ve ziraat mühendisi olmuştur. Uzun yaz günlerinde, bu iki adamın güneşin altında ve buğday başaklarının arasında sürdürdükleri uzun tartışmaları dinlerken hep aklım karışmıştır. ‘Cahil’ çiftçinin geleneğe bağlı yöntemleriyle, bilgiyle donatılmış uzmanın yöntemleri arasındaki gerilimde kimin yaklaşımı galebe çalacaktır?

Aradan yıllar geçti, köprülerin altından çok sular aktı, dedem bildiği yöntemlerle üretmeye devam etti, babamsa bilimsel araştırmalar yaptı, yazdı çizdi. Tartışmaktan hiç vazgeçmeseler de sürekli birbirlerini besleyerek her biri kendi yöntemlerini daha da mükemmelleştirecek şekilde özgül bilgi dağarcıklarını zenginleştirmeyi tercih ettiler. Böylece bu gerilim hattında ortaya çıkan daha önemli bir insanlık durumunu keşfetmek kaçınılmaz oldu. Bu tartışmaların sonucuna dair çıkaracağım dersin, hangi yöntemin doğru olduğuna karar vermekle ilgisi olmadığını anladım. Uzmanlığa inanan modern insanın kolaylıkla ‘cahil’ diye tanımlayabileceği bir köylünün, günümüzde gücün en kökleşmiş temsillerinden olan bilimsel bilgi karşısında duruşunu koruma iradesiydi asıl mesele. Bilginin gücüne saygı duymakla birlikte, kendini onun karşısında değersiz kılacak türden bir zayıflık emaresi göstermiyordu dedem. Çünkü üreten, alın teriyle, emeğiyle kendini var eden sıradan birisi olarak özel bir insanlık meziyetiyle donatılmıştı o; ferasetle… Bu nedenle de vakurdu, gücün karşısında eğilip bükülmesini, ezilip büzülmesini gerektirecek hiçbir noksanı yoktu.

Pozitivizmle zehirlenmiş cehalet tanımı

Bugün cehalet diye tanımladığımız şey modern bilimin ürettiği evrensel bilgi birikiminin aktarıldığı örgün eğitim fırsatlarına erişemeyenlerin omuzlarına bindirdiğimiz haksız bir yükten başka bir şey değil. Eğitim fırsatlarının daha yaygın olduğu ve nispeten adil dağıtıldığı toplumlarda cehalet suçunun oranının azaldığını varsayarız. Bilimsel bilgi üretimine katılamayan veya bunu dağıtamayan toplumlarda ise bu suç büyür büyür ve halkların üzerindeki kara bir gölgeye dönüşür.

Ülkemizde, toplumsal yapıların dramatik bir biçimde değiştiği son 25 – 30 yılın tartışmalarını hatırlarsak kamusal söylemde cehalet kavramının oldukça büyük bir yer kapladığını görürüz. Kültürün, yaşam tarzının, algıların ve değer yargılarının değişimi üzerine kapsamlı tartışmalar yapmak yerine her türlü yaftalamayı kolaylıkla meşrulaştırabilen cahillik durumlarına sarılmayı tercih ettiğimiz dönemlerden geçtik. ‘Bidon kafalılar’ veya ‘dağdaki çoban’ yakıştırmaları kolayımıza geldi, çünkü pozitivizmle zehirlenmiş anlamlandırma dünyalarımıza cuk diye oturuyordu bunlar. Medeniyet ölçeğimizi, yalnızca -modern bir toplum için elbette çok gerekli olan- eğitime sabitleyerek, değerlerin toplumun ihtiyaçları, huzuru ve refahı için nasıl sağlıklı bir biçimde yeniden üretilebileceğine dair perspektifleri kaybettik.

Bahsi geçen son 30 yılın başlangıç evresini belirleyen 12 Eylül darbesinin muktedirlerinin başlattığı okuma yazma seferberliğini hatırlayıp acı acı tebessüm etmemek elde değil. Başında melon şapkası, elinde bastonuyla tarihin sevimsiz bir şakası olarak toplum karşına çıkan otoriter lider milleti kendi dar ufkunun hedeflediği yere götürmek için eğitimin karnına bıçağı sapladığında hepimiz okullara koşmuş olabiliriz ama bu süreçte ve devamında ne yazık ki hem özgür ve bilimsel eğitim ülkümüzü kaybettik hem de korkunç bir değerler kaybı yaşadık.

Cehalet, üretmeyip boş gezmektir

Pek çoğumuz gibi çocukluğum yaşlı insanların arasında geçti. Anneannem güçlükle okuyup yazardı, ama insana dair en ince vurguları onun sözlerinden, davranışlarından, duruşundan öğrendim. Hayatın her yönüne ilişkin öyle çok şey biliyordu ki, bu kadar şeyi nereden öğrendiğini hep merak etmişimdir. Gençliğe doğru adım atarken sağda solda hoyrat, işsiz güçsüz, aylak tiplerin ne kadar çoğalmaya başladığından şikâyet etmeye başladığını hatırlıyorum. Yaşlılar gençleri genellikle saygısız ve başına buyruk bulurlar, elbette nesiller boyunca tekrar edip duran bir gerilimdir bu. Anneannem de bu gençleri ‘cahiller’ diye küçümserdi. Fakat kastettiği şey eğitimsiz oldukları değil, hayata dair hiçbir şey bilmemeleri ve avarelikleriydi.

Aslında Anadolu’da cahil-cühela diye, üretmeyen, boş gezen, bir baltaya sap olamamış adamlara denir. Bu tip insanlar genellikle gölgelerde gizlenirdi eskiden, başları önde gezerlerdi ve muhakkak kendilerine göre bir dramları bulunurdu. Ne toplum onlara ilişir ne de onlar toplum önüne çıkmaya pek hevesli olurlardı.

1980’lerle birlikte değişen de bu oldu zaten; Anadolu ferasetinin, okumadığı için değil üretmediği için cahil cühela dedikleri, tarihin bir dönemecinde bunu dert etmenin gereksiz olduğuna kani oldular. İşe yaramazlığından utanmayan, kibirli, saygısız, hamasi ve yersiz öfke sahibi bir yeni nesil geliyordu. Bu nesil, gücün etrafında kümelenmenin maliyetsiz yaşantıların anahtarı olduğunu keşfetti ve toplumun omurgasını kırana kadar değerlerin yanlış yorumunu zorladı. Bu dakikadan sonra integral bilmenin ya da anayasa kitapçığını ezberlemenin bir anlamı kalmayacaktı; koca bir toplum, gücün büyüsüne kapılmış, vakarını kaybetmişti.

Yüksek yüksek yerlerde bu toplumsal yozlaşmanın çarkları arasında şekillenmiş liyakatsiz insanlara yer açıldığında feraset, iç görü, metanet, sağduyu, vicdan ve saygı gibi birbirimize muhtaçlığımızın anahtarı olan değerler ortadan kalktı, gölgelere çekildi. Şimdi bunları, o da şansınız yaver gider de rastlayabilirseniz eğer, Anadolu’nun uzak coğrafyalarındaki köy kahvelerinde birkaç görmüş geçirmiş ihtiyar adamın güçlü karakterinden kerpetenle söküp alabilirsiniz ancak.

‘Vakar’ın büyüklüğü

“Vakar, kendisiyle karşılaşıldığında büyüklüğün huzurunda olduğumuzu anlayıverdiğimiz kişilerde bulunan şeydir” diyor Kazuo Ishiguro eşsiz romanı Günden Kalanlar’da. Gücün, zenginliğin, soyun veya bilginin değil, büyüklüğün!..

Büyüklüğü, bu soyut kavramı ete kemiğe büründürmek için hayal gücümü zorladığımda aklıma ‘cahil’ dedem veya okuma yazması olmayan anneannem geliyorsa eğer, bu türden bir büyüklüğün yukarıda saydıklarımla hiç mi hiç alakası olmadığını anlıyorum ben…  

Böylesine bir büyüklüğe erişmek için geç kalmış olduğumuzu düşünenlerin sayısı oldukça kabarık bugünkü toplumumuzda. Fakat biraz aklı selim olup, çevremize şöyle biraz alıcı gözle baktığımızda tarihin önümüze yeni bir kavşak, bir yol ayrımı çıkardığını fark edebiliriz.

Ne de olsa bir nesil dönümündeyiz. Kendi çocuğumuzda, çocuklarımızın arkadaşlarında, öğrencilerimizde, bu yeni gelen nesilde bir şeyler uç veriyor. Nedenini sorgulamadan ‘evet’ demeyen, hatta aklına yatsa dahi kolay kolay yola gelmeyen bir nesil bu. Hele tembihlenmeye, parmak sallamaya hiç tahammülleri yok. Zora, zorbalığa pabuç bırakmıyorlar asla, diyeceklerini demeden susmuyorlar.

İlkel ve yontulmamış, henüz ferasetle baharlanmamış olsa da vakar esintileriyle dolu bir kuşağı karşılamaya hazırlanıyor olabiliriz. Onları da cahil diye küçümseyip yanlış tedrisattan geçirmeye, kötü eğitime tabi tutmaya kalkmak gibi hatalı bir yola girmezsek eğer, önceki nesilden miras yozlaşmaya karşı bir cephe açılabilir. Ki bu cephe mutlaka açılmalıdır; zira geçmişin karanlığında kaybettiğimiz çok değerli bir şeyimizi, toplumsal vakarımızı yeniden bulmalıyız.

‘Biz bu nesli adam edeceğiz’ dersek yandık. Belki de bu sefer, bırakalım da onlar bizi adam etsin demek zorundayız.

Yazarın Diğer Yazıları

'Aslında hiçbir yere gitmiyoruz': Acı Vatan-Almanya notları

"İnsanlar artık çekmecelerini düşünmüyorlar, ben şuyum, ben buyum, benim kültürüm, benim etniğim diye bir şey yok. Tehdit dağ gibi, yekpare bir kütle olarak karşımızda duruyorsa, biz de bütün olmak zorundayız"

Simit deyip geçmeyin, simit Türkiyedir!

Simit Sarayı olayı, termik santrallerin bacalarına filtre takılması meselesinde olduğu gibi bir gündem yarattı ülkede. Sonuçta birileri çoğalarak, katlanarak dile geldi ve "Oldu da bitti maşallah" hokus-pokusuyla bizi hep uykuda tutan zamanın ruhuna bir sille atıp 'simidin devletleştirilmesi'nin önüne geçilmiş oldu

Kadıköy: Hülyalı-hüzünlü bir şehir efsanesi

Kadıköy, kimliğini oluşturan sembolik özün parlatılarak bir marka değerine dönüştürülüp sonra da insafsızca pazara sürüldüğü bir evreyi yaşıyor. Bunun en önemli sebebinin, mahallenin yaşam tarzına tüketim ve eğlence kültürünü insafsızca dayatan servis sektörü yığışması olduğunu söyleyebiliriz