Gazeteci yazar Bircan Değirmenci’nin kurgusal biyografi kitabı ‘Porçakal’ İletişim Yayınları’ndan tazecik samimi, sessiz ve zarif bir çığlık gibi çıktı. İstanbul- Diyarbakır arasında gelgitler üzerinden inşa edilen anlatıya aslında ‘otobiyografi’ diyebilir miyim emin değilim. Bu topraklarda kaçınılmaz olarak bir kadının kendine uygulayacağı her cephesi bol sansürlü ifşaya ne demeli bilemiyorum. Doğumundan yetişkinliğe uzanan ve protagonistin çocukluğundan olgunluğa erişimini Almancada ‘bildungsroman’ türü olarak ifade eden ‘kahramanın oluşumu’ türüne de dahil edemiyorum. Çünkü Değirmenci’nin hem çok cesur hem de çok ölçülü bir üslupla ve gazetecilikten gelen müthiş tecrübesiyle kendinden kaçan bir dili var. Sanki gördüklerini üçüncü gözle çeken bir kamera gibi, ya da olayları dış ses ile anlatan bir yabancı gibi ya da kendini öncelemenin ayıp, hele de bir kadının özelini deşifre etmesinin nelere mal olacağının ve kimleri küstüreceğinin hatta öfkelendireceğinin bilinçaltı kontrolünde sıkışmış gibi… Bu noktada egemenin dilini öznel beyanlardan olabildiğince uzak bir mizahla alt ediyor! Tüm varsayımlar bir yana su gibi akan dili, kültürler arası çatışmadan ürettiği ince mizahı, gerçekçi gözlemlerini ajite etmeyen dürüst ve temiz anlatımı enfes ve özgün bir iz bırakıyor. Zaten kendisinin daha önce bu zor ölçü ve kıvamı tutturmadaki mahareti insan hakları savunucusu ülkenin en ikonik isimlerinden ‘Eren Keskin- Keskin Bir Hayat’ kitabından da gayet iyi biliniyor.
Bir kadının kendini anlatamamasının, anlatmamasının ve yine de anlatma ihtiyacının enfes bir belgesi ‘Porçakal’! Helena Cixous mevcut erkek söylemini aşmak için kadının kendisini yazması gerektiğini söyler. Bence mevcut şartlarda bu neredeyse imkânsız. Bu işkenceye meydan okuyan tüm kadınlara Değirmenci aracılığıyla selam olsun kız kardeşlerim! Masa başında işkence dolu otosansür sürecinden ise kendi adıma eminim. Öyle ki başta kendisiyle söyleşi yapmayı planlamışken ‘yazdım işte, daha ne konuşayım’ gibi bir cevapla dişil yazın da bağımsız kadın söyleminin mutlaka ve çokça tartışılması gerektiğini doğruluyor zannımca. Bu noktada ben de yazarın cinsiyeti üzerinden bir değerlendirmeyle Değirmenci’ye haksızlık yapıyorum gibi bir korkuya kapılıyorum. Oysa zaten oldukça olan güçlü meselesini ve yazarın eril ya da dişil dilinden ziyade metni ön plana çıkarmam gerektiğinin farkındayım. Ne var ki birçok rağmen ile akıttığı hikayesinde yazıyla öznellik, özellikle de kadınlara dair öznelliğin dikenli tellerle çevrili sınırlarında dolaşan yazarın hassasiyetini yazmaya çalışan bir kadın olarak derinden hissediyorum.

Hem politik hem de bireyin özel alana dair arka planı yazması aslında uçsuz bucaksız yasak ve ayıpla kınanmayı otomatikman tetikleyebilir ülkemizde. Ve yapmaya çalıştığım okumada Değirmenci’nin sırat köprüsünde yürürken (yazarken) şov yapmasını beklediğimin de farkındayım. Ancak aynı kitabın bir erkek tarafından yazıldığını tahayyül ettiğimde çok daha konforlu, yargısız ve ayıplamaya uzak bir alanda gözü kara ve cesur sayılacağını da biliyorum. Dolayısıyla Değirmenci’nin görünmez prangalarla yazdığının ve asıl cesaretin bu imkansızlıkla boğuşarak yazmak olduğunun altını çizmek istiyorum. Burada ironisi güçlü mizahının ‘anlayan anladı’ dedirttiği çok lezzetli doğurganlığı da ayrıca vurgulanmalı hatta üzerine çokça düşünülmeli belki de!
Kitabın sonlarına doğru ‘…evde aileme, okulda öğretmenime, evlenince kocama, boşanınca topluma, hep öteki olarak görüldüğüm sisteme ve en çok da kendime karşı mücadele etmekle geçti ömrüm…’ diyor Değirmenci. Bu kitap kendinle yüzleşmek gibi çok zor bir amaca meylediyor. İstanbul’da Kürt, Diyarbakır’da İstanbullu sayılan ve ülkenin yakın tarihinin özellikle duyulmak istenmeyen karanlığını takip eden bir yazarın kendiyle yüzleşmesi hele de kendi özel alanını ifşa etmesini beklemek büyük haksızlık olacaktır. Ancak yazar sanırım yürek yemiş olmalı! Kendine vur-kaçlarla aile kutsamasının ve asimilasyon politikalarının ağır bedellerini de yine küçük harflerle kimseyi kırmadan yapıyor. Irigaray bu korkuyu yaşayanlara hitaben şunları söyler: “Gökyüzü yukarıda değil aramızda. Ve ‘doğru’ sözcük için endişelenmeyin. Öyle bir şey yok. Dudaklarımızın arasında hakikat yok”[1]. Değirmenci’nin dudakları arasındaki hakikate ihtiyacımız olduğu görüyor, kendisinden daha detaylı devamlar beklemenin arsızlığıyla bitiriyorum. Çünkü özellikle sıradanlaştırarak yüzeyden bir tonda anne- kız ve baba-kız ilişkilerini tespitteki dürüstlüğüne bakınca tüm tahakküm biçimlerini yıkmaya hazır bir kalemin hiç durmamasını diliyorum.
[1] Irigaray, L. (1985) This Sex Which Is Not One. Çev. C. Porter & C. Burke. New York: Cornell University Press. 213