29 Ağustos 2021

Ünlünün köşkü, ünsüzün yuvası: Ali Fethi Okyarların evinde

Elbette ünlü dede Ali Fethi'den, eşi Galibe Hanım'dan ve dönemin önemli isimlerinden bahsedeceğim sana. Yolumuz Malta'ya kadar uzanacak. Yani bu yazı sadece dedeye ilişkin olmayacak...

Ali Fethi'nin evinde, ama hangisinin?

Yazmak için masa başına oturuncaya kadar, aklımda "Hangi Ali Fethi?" diye bir soru yoktu. Elbette, dede Ali Fethi Okyar'ın Büyükada'daki bağ evini yazacaktım. Bunun için, geçen yaz, torun Ali Fethi ile bir akşam üzerini sohbet ederek geçirmiş, ulaşabildiğim tüm kitapları okumuş, enikonu hazırlanmıştım. Bir an düşündüm. Kim davet etmişti beni? Torun! E öyleyse kimin evini yazacaktım? Önemli bir tarihi figürün mü, yaşayan torununun mu?

Elbette ünlü dede Ali Fethi'den, eşi Galibe Hanım'dan ve dönemin önemli isimlerinden bahsedeceğim sana. Yolumuz Malta'ya kadar uzanacak. Yani bu yazı sadece dedeye ilişkin olmayacak. Hadi gel Urfa'dan başlayalım.

Torun Fethi'nin eşiydi arkadaşımız olan. Dolayısıyla Fethi, İlkim'in eşi diye geçiyordu aramızda. Henüz karşılaşmamıştık. Birisiyle hakkında hiçbir şey bilmeden tanışmak gibisi yoktur. Ön yargıların etki edemediği bilgisizlik taze bir başlangıç vadeder. Gerçi, daha ismini duyar duymaz içim ısınmıştı Fethi'ye. Fevzi, Fehim ve hatta Fermi gibi yıllar boyunca hitap edildiğim isim grubuna dahil olduğu için belki de.

Sivil toplum çalışmaları için gittiğimiz Urfa'da biz gündüz çalışıyoruz, akşam olunca Fethi bize katılıyordu. Hoş sohbet, alçak gönüllü, akıllı ve iyi niyetliydi. Aramızda güzel bir bağ kuruldu. Üzerinden zaman geçti. Birkaç yıl sonra Büyükada'daki evlerinde ziyarete gittik. Okyar Köşkü'yle ilk karşılaşmam öyle güzeldi ki. Dediğim gibi, bu yazıyı yazmak için masa başına oturuncaya kadar, sadece dede Ali Fethi Okyar'ın Büyükada'daki evini yazacağımı sanıyordum.


Okyar Köşkü - Batı Cephesi

Büyükada, turistik olan diğer birçok ada gibi yazın ziyaret edilmemesi gereken yerlerden. En güzel zamanları ilk ve son bahar ve hatta güneşli kış günleri. Hadi gel ılıman yağmurlu günleri de ekleyelim. Ne hoş bir tesadüf, 27 Eylül yani evlilik yıldönümümüzde adadayız. Üstüne üstlük, adanın öteki yüzüne gidiyoruz, aşırı kalabalıktan uzak, sakinliğin çekirdeğine. O zaman daha faytonlar var, bizi bir yerde bırakıyor, yolun geri kalanının yürüyoruz. Büyük demir bahçe kapısı tam karşımızda, görünürde ev mev yok. Gittikçe yakınlaşan köpek havlamaları. Uzun taş toprak yolda ilerlerken, hatır sorma, hasret giderme. Çınar merakla etrafı gözlemliyor, köpekler ona, o köpeklere alışıyor. Yolun sonuna evin ucu beliriyor.

Veee işte o an. Bu evin bir pruvası var. Evet evet, pruva; yanlış duymadın. İçim içime sığmıyor. Sonuçta ev mahremdir, kıymetlidir; eve herkes misafir edilmez, ev herkese gezdirilmez. "Bu evi mutlaka ama mutlaka gezmeli, kesinlikle yazmalıyım." diye geçiriyorum içimden. İçim içime sığmıyor demiştim değil mi? Ev çok bana yakın, aşırı tanıdık.

Dede Ali Fethi Okyar, ilkokul ya da liseden ezberimde kalan bir isim. İçinde hüzün barındırıyor. Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı hatırlıyorum az çok; o zor zamanların önemli demokratikleşme girişimi olduğunu, bir şeylerin ters gittiğini, sekteye uğradığını… Daha fazla ayrıntı yok.[i]

Harika bir öğleden sonra, keyifli muhabbet. Fethi, Çınar'ı sarp kayalıkların arasındaki patikadan deniz kıyısına kadar omuzlarında taşıyor. Çocuk yaşta zihnimize kazınan anlar hiç unutulmaz. Hele hele su kuşu Çınar hiç unutmaz. Marmara'da ilk defa denize giriyoruz, müsilajın ne olduğunu duymadığımız harika bir sonbahar, geç kalmış bir yaz günü. Çınar kıyıda taşlar ve deniz kabuklarıyla mutlu mesut oynuyor, ben fosforlu yeşil yosunların arasında yüzüyorum. Sükûnet…

Elbette evi geziyoruz. Denizin iyotlu kokusu ve neminin sindiği eski duvarlar, Kilizman'da çocukluğumun tüm yazlarını geçirdiğim dedem ve anneannemin yazlık evi gibi kokuyor. Dedim ya, çok tanıdık. Hiç dönmek istemiyorum. Zaman makinesi hepimizi yetmişli yıllara götürüp bırakıyor. Çocukluğum, yeniden çocuğum…

Geçen yaz. İş için yine İstanbul'dayım. Hafta sonum boş. Arıyorum İlkim'i. "Atla gel." diyor. Vapur hıncahınç dolu. Nasılsa adanın öteki yüzüne gideceğim, umursamıyorum. Faytonlar kaldırılmış. Zar zor bir araç bulup demir kapının önünde buluyorum kendimi. Kalbim küt küt atıyor, sanki eski bir dosta kavuşacağım; elbette evi kastediyorum. İlkim ve Fethi ile bağ evi ayrı varlıklar henüz. Aralarındaki bağ örülmemiş zihnimde! Taaa ki…

Yalnız bırakamadığınız için yanınızda sürüklediğiniz kedinizin tatil dönüşü evine kavuşması misali, mırıl mırıl mırıldanıyorum keyiften, pruvama tekrar kavuşacağım.


Evin Güvertesi

Pruva demiştim değil mi? Aslında güverte demeliydim. Evin orijinal yapısında güverte yok, sonradan eklenmiş. Tabii ki anlatacağım ayrıntısıyla. Burası eski bir bağ eviymiş. Zaman içinde dönüşmüş. Olağanüstü bir manzara, sanki Marmara değil Ege Denizi'nin ortasında bir adadaymışsın. Yanlış anlaşılmasın, Ege Marmara'dan daha güzel diye demiyorum. Ege Denizi açık deniz, bu ada insanda uzaklarda olma hissi uyandırıyor, onu kastediyorum. Harala güreleden ırak! Büyükada'nın batı kıyısında, yükseklerden uçsuz bucaksız denize bakıyorsun. İstanbul'un yeni yetme binalarının silüeti, ne harika ki adanın arkasında kalıyor. Kuzeye doğru Heybeli biraz da Burgaz Ada'nın ucu görünüyor, batıda ileride Yassı Ada. Hadi gel turumuza evden değil de deniz kıyısından başlayalım ve sözü Akillas Milas'a bırakalım:

Nizamaki'nin gazinosundan sonra manzara değişir. Çam ormanı daha kesif olur ve dönemeçte karşınıza aniden Aya Yorgi Tepesi çıkar. Üzerindeki aynı ismi taşıyan manastırın tarihi inziva odalarının, mavi yeşil Yorğuli kumsalına, denize doğru yansıyan profiliyle bu tepenin manzarası çok etkileyicidir.

Altın Dil'deki kahveden aşağıya, burna doğru ilerleyince, Yorğuli denen aynı güzellikte bir koya varılır. Mevki bu ismi sahibinden almıştır. Burada bir ikinci alçak vadi yer almaktadır. Bu vadi Diaskelos'tan başlar, Büyük Tur yolu boyunca devam eder, bir tarafta aya Yorgi, diğer tarafta Hristos Tepesi'nde son bularak denize kadar uzanır. Denize kavuştuğu yerde Yorğuli ve Aya Yorgi denilen iki koy oluşur. Kayalık olan sahilde bir de kireç ocağı vardır.

Bu kireç ocağı da eskiden Seferoğlu'nundu. Orada tuğla ve saksı imal ederdi. Bir zamanlar kayıkların yanaştığı, viran bir halde olan iskelenin bitişiğindeki bu ocağın yıkıntıları, bu kitabın yazıldığı günlerde hala görülebilmekteydi. Rumlar ocağa "yüksek ateş yanan fırın" manasında Kamini derlerdi. Sanatoryumun arka tarafından ocağa doğru uzanan toprak yolda, o eski günleri hatırlatırcasına, gençlik yıllarımıza kadar Kamino Sokak denirdi; sonraları "Kamelya Sokak" olarak değiştirilmesi uygun görüldü.

Seferoğlu yamaçtaki bağı da satın almıştı. Dertli yıllarda bu bağ pek çok göçmene iş imkânı sağlamıştır. Kehribar rengindeki sert üzümü çok lezzetliydi ve yerli Adalılar arasında "Kocani'nin meşhur Yeni Bağı" olarak bilinirdi…Yunan uyruklu Dimitri Seferoğlu 1922'de kızı Vasiliki ile birlikte ülkeyi terk edince, bu geniş alan ve içindeki kagir ev Hazine'ye intikal etmişti. 1927'de Emlak ve Eytam Bankası'na geçti. 1935'te Fethi Okyar tarafından satın alındı. 19. Yüzyılda Aya Yorgi tepesini kaplayan bütün bağlar gibi, bu bağ da kurumuş durumda…

Yorğuli'ye uzanan vadi bağ, bahçe ve tarım alanlarıyla kaplıdır. Sahilinde çardaklı kahvelere ve banyolara rastlanır. Bu kahvelerde kalabalık bir halk kitlesi neşe içinde eğlenir. Eğlencelerin en neşelileri yaz akşamlarında sıkça verilen yemek partileri, ortaklaşa hazırlanan akşam yemekleridir.

Ne güzeldir ortaklaşa hazırlanan yaz yemekleri. Kimisi etleri marine eder, köfteleri yoğurur; kimisi taptaze domatesler ve salatalıklarla çoban salatası hazırlar. Çocuklar bahçeden, yeşilin farklı tonlarında nane, dereotu, maydanoz toplar getirir. "Soğanı tuzla avkarsan[ii] acısı gider, yok efendim asıl bütün tadı gider!" tartışmaları. Patlıcanlar közlenir, sarımsaklar ayıklanır. Çeşit çeşit mezeler… Şansıma akşam yemeğine misafir var, kaynak oluyorum.


Mangal Keyfi

Hiç anlamıyorum mangal yakmanın keyfini. Mangalı kendim yakmadığım sürece sorun yok. Bu kez acayip bir şey oluyor, duman altı, tam da gün batımında enfes fotoğraflara ortam hazırlıyor. Aynı anda hem fotoğrafı çeken, hem de fotoğrafı çekilen olmak istediğin türden bir durum. Yok selfie değil, başka türlü bir şey demek istediğim. Deniz iştahımızı açmış, sohbet koyulaşmış, yorgunluk yavaş yavaş çökmüş. Misafirler gidiyor, yıldızlar tüm gece misafir. Fethi ve İlkim üst kattaki odalarına çekiliyorlar. Evin zemin katı zamanında şaraphaneymiş. Şimdi burada penceresi lavandinlere bakan ince uzun bir mutfak, geniş bir salon, banyo ve benim odam var. Karanlıkta salondaki kanepeye uzanıp tavana boş boş bakıyor, evin kokusunu içime çekiyorum. Mangal dumanı sonsuzluğa karışıp yerini ormanın kokusuna bırakmış.

Neden sonra, çıt çıt sesiyle uyanıyorum. Gözlerim, içeri sızan güçlü güneş hüzmesiyle kamaşmış. Şaraphanenin ortasında, kehribar rengindeki sert üzümlerin kabuklarını çatlatıyorlar. "Şarap yapma zamanı geldi mi?" diye soruyorum. Sağlıklı kuzguni saçlarını iki yandan at kuyruğu şeklinde örmüş Vasiliki; "Evet, hatta geç bile kaldık." diye yanıt veriyor. "Nasıl olur, daha Temmuz ayındayız." derken, üst katta yürüyen köpeğin tahta zeminde çıkardığı çıt çıt tırnak sesleri ile uyanıyorum. Pamuklu tül perde, pencerenin açık kanadından süzülen esintiyle bacaklarımı hafif hafif okşuyor. Gece, yarısını yemiş midir? Cep telefonumun beyaz badanalı duvara yansıyan floresan ışığı saatin üç buçuk olduğunu müjdeliyor. Ohhh… daha uyuyacak bol vaktim var. Sabah erkenden kalkıp, İlkim ile sahile ineceğiz çünkü.


Sahildeki Tuğla Ocağı

Gün ışımış. Akillas Milas'ın sözünü ettiği tuğla ocağı, bitişiğindeki iskele, her şey hala yerli yerinde duruyor. İskele viran halde değil, yenilenmiş. Sırtlarını yamaca veren ahali, yoga matlarının yüzünü iskeleye çevirmiş, güneşe değil denize selam veriyorlar. Biz de hızlıca havlularımızı serip onlara katılıyoruz. Ders epey ileri seviyede. Başının üzerinde amuda kalkmanın ne alemi var sabahın köründe! Bir süre sonra İlkim'e "Kurtar beni." bakışları atıyorum. İlk boşlukta gruptan ayrılıp kendimizi suya buluyoruz. Ya burası İstanbul değil ya da biz başka bir yüzyıldayız. Temmuz sabahının denizi, gece gördüğüm ama hatırlamadığım rüyaların tortularını silip süpürüyor. İskele'de sohbet ederken; arka planda aşağı, yukarı, sağa, sola ve her yöne bakan köpek, bin bir türlü yoga pozisyonuna evriliyor. Fethi ve İlkim'in, yıllar içinde buraya ilişkin kurdukları hayaller gerçek olmaya başlamış.

Fethi Okyar'ın bağında, mimoza ve zeytin ağaçları arasında, Sedad Hakkı Eldem tasarımlı eski bağ evinin zamana meydan okuduğu Büyüktur yolu no 30, spor, kültür, sanat, turizm ve botanik konuları merkeze alınmak suretiyle, geleceğe sürdürülebilir şekilde korunarak taşınmayı hedefleyen bir dönüşümün içine girdi. Bu dönüşümün ilk ayağını tarihi tuğla ocağının gölgesinde ve muhteşem doğası içerisindeki sahilinde gençleri performans ve hobi yelkenciliği ile birleştirmeyi amaçlayan Kamino Yelken oluşturuyor. Performans ve hobi yelkenciliğini birleştirerek çocuklara özgüven, karar alma, boyutsal farkındalık, yön duygusu, hava durumu bilgisi, düzen ve temizlik alışkanlığı, sabır, teknik ve mekanik beceri gelişimi ve alışkanlıklarını kazandırmak...[iii]


Kamino Yelken

Bu kadar büyük bir araziyi işlevli hale getirmek hiç de kolay değil; nakdin hele hele de vizyonun yoksa. Elindekini eteğindekini ortaya koyup, araziyi sermayeye teslim etmeden özellikle de çocuklara faydalı hale getirmek sence de övgüye değer değil mi? Yoksa burası da bir otel olarak karşımıza dikilirdi, aynı yüzünü döndüğü Demokrasi ve Özgürlükler Adası gibi.

Etrafı sonsuz mavilikle çevrili Katre Island Hotel, özgürlüğün doyurucu hissini yaşatırken, deniz tarafından sarmalanmanın huzurunu iliklerinize işliyor.

Diye yazıyor, söz konusu otelin web sitesinin "hakkımızda" bölümünde. Daha neler yazıyor da ben kısa kestim. Yaslı adanın yassılığından eser kalmamış, her yer binalarla dolup taşmış. Etrafı sonsuz maviliklere bakarken, içindeki yeşili boğup atmış. Söz konusu otel "özgürlüğün doyurucu hissi"ni yaşatıyormuş. "Deniz tarafından sarmalanmanın huzuru" iliklerimize işliyormuş.

Şizofreni: Gerçeklerle olan ilişkilerin büyük ölçüde azalması, düşünce, duygu ve davranış alanlarında önemli bozulmaların ortaya çıkması vb. belirtiler gösteren bir ruh hastalığı.

Bakınız Türk Dil Kurumu Sözlüğü. Acaba toplumsal şizofreni diye bir durum var mıdır; ciddi hafıza sorunları için bildiğin bir iksir?

…Bu hafta gerek Sadaret'e gerek Dahiliye Nezareti'ne hitaben iki istida gönderiyorum. Dikkatli okuyanların masumiyete kani olacaklarına hiç şüphem yoktur. Şimdi korktuğum mesele, mücrimin-i harbiye [savaş suçluları] listesinden çıkmak için yazdığım şeylerin okunmamasıdır. Yazdıklarım okunursa hakkımın teslim olunacağına eminim. Fakat okunacak mı? Ayrıca İngilizce, fevkalade komisere hitaben bir şeyle hazırlıyorum. Onu da bu bir iki gün zarfında göndereceğim. Acaba okuyacaklar mı? Aman ya Rabbi! Nasıl bir alemde yaşıyoruz? Bir masum bir buçuk seneden beri mevkuf [tutuklu] kalıyor da hala yazdığı şeylerin okunacağından dahi emin olamıyor. Değil ki hakkının teslim olunacağından…

…Artık bu esaretten bıktım. Sana kavuşmak arzusu ise tahammül edilemeyecek bir dereceyi buldu. Çocuklarımı görmek hasreti her gün kalbimi parçalıyor. Bilasebep [sebepsiz] buna bu felaketi hazırlayanların Allah belasını versin…[iv]

Fethi Bey'in, eşi Galibe Hanım'a başka bir özgürlükler adasından, Malta sürgününden yazdığı "Yazdıklarım okunursa hakkımın teslim olunacağına eminim. Fakat okunacak mı?" satırlarının altına şu anda acaba kaç kişi hiç düşünmeden imzasını atar. Biliyorum çok kızıyorsun bana. Orman yangınları, seller, Afganistan'daki büyük acılar yetmezmiş gibi; seni önce alıp dünyanın en güzel manzarasına götürüp susuz getirdiğim için…

Fethi Okyar, 10 Mart 1919'da tutuklanıp, önce Bekirağa Bölüğü'ne, 28 Mayıs'ta da Malta adasına sürgüne yollanıyor. Mayıs 1921'de serbest bırakılışına kadar, iki yıl boyunca eşine yüzlerce mektup yolluyor. İlk başta bu mektuplara şöyle bir göz atıp, yazım için gerekli olanlardan bölümler seçerim diye aklımdan geçiriyordum. Tabii ki öyle olmadı, kendimi kaptırdım, hepsini sünger gibi emdim.


Kuzey Batı Cephesi'nden Okyar Köşkü

Pekâlâ biliyorsun ki seni ve çocukları daha iyi şartlar altında geçindirmek benim için en mukaddes bir emeldir. Bu emele vasıl olmak [ulaşmak] için bazen muvakkat [geçici] ayrılıklara tahammül etmek lazımdır. Her zaman seni ve senin saadetini düşünüyorum sevgilim. Bulunduğum otelin odası sensiz bana bir zindan gibi geliyor. Geceleri yatağa girdiğim zaman hep seni arıyorum. Sen de beni düşünüyor musun? Çocukların yanaklarından öperim.  Annenin, ciciannenin ve babanın ellerinden öper senin müzeyyen dudaklarından ısırarak binlerce öperim sevgilim.[v]

Yüzünde bir gülümseme belirdi değil mi? Mektupları okudukça kâh çağları aşıp taşan adaletsizliklere isyan, kâh mutluluk göz yaşları… Kendilerinin yokluğunda evlerinde iki gün iki gece geçirdiğim Fethi Bey ve Galibe Hanım, zamanın öteki yakasından kanlı canlı ev sahibim ve sahibem oluyorlar, yazışmalarını hatmettikçe.

Fethi Bey, hayatı boyunca düşündüklerini korkmadan ifade etmiş. İttihat ve Terakki'nin genel sekreterliğini yaptığı yıllarda, parti içi muhalefetinden rahatsız olunup Sofya'ya elçi olarak yollanmış. Paris elçiliği kendisine yine benzer bir nedenle uzaklaştırmak için verilmiş. Londra elçiliği de Serbest Fırka sonrasına denk düşüyor. Bu yıllar boyunca kaderi Mustafa Kemal ile sarmal bir şekilde örülüyor. Dostlukları, Manastır Askerî İdâdîsi'nde başlayıp, bir ömür boyu sürüyor, her şeye rağmen! Osmanlı'nın son dönemleri, milli mücadele ve Cumhuriyet'in ilk yılları dahil olmak üzere; Atatürk'ün ölümüne dek bir sürü badire ve savaştan sağ salim çıkıyorlar bir arada.

Bu dostluğun paralelinde başka bir dostluk gelişiyor eşleri Galibe ve Latife Hanımlar arasında.

İstanbul- Ekselsiyor Apartmanı 29. 8. 1341 (29 Ağustos 1925)

Annem, babam ve kardeşlerim sana ve Fethi Beyefendi'ye arz-ı hürmet ediyorlar.

Benim ince hisli yüksek ruhlu Galibeciğim: Senin muhabbetin, samimiyetin daima bahddır.... Bundan emindim. On günden beri mektubunu nasıl beklediğimi tasavvur edemezsin. İnsanlar, hayatta nadiren hakiki arkadaşa tesadüf ederler. İşte biz birbirini aynı derecede anlayan ve takdir eden iki arkadaşız.

Galibe: Hayatın en acı bir darbesi teveccüh etdi. Tabi'i, uzakdan, hakikati anlamak oldukça müşküldür. Lakin beni çok yakından tanıdığın için, seni üç dört satırla biraz tenvir etmeği faideli buldum. Gazetelerde okuduğun tebliğ resmi arzu-ı ammaye iktiranen yazılmışdır. Buna mütekabilen karar vererek ayrılmadık. Her karı koca arasında vaki' olabilecek ufak bir münaza'a neticesinde iki tarafın gergin sinirlerinin biraz sükûnet bulması için, benim bir iki ay İzmir'de ailem nezdinde, ikametim faideme görülmüş, bende söz dinlemiş olmak için muvafakat etdim. Halbuki, ben, orada göz yaşları dökerken, kocama i'tidal tavsiye eden muhabbetkar mektublar gönderirken, o kurduğu planı tatbikle meşgul olmuş. Benim arkamdan herkes bizi ayırmağa çalışmış. En İ'timad ettiğimiz (senin ve benim) bir Hanımefendi hayret edilecek mahalle dedi koduları yapmış. Hatta iyilik maksadıyla eve aldığım kuzenim dahi aleyhime çalışmış. Nihayet on gün zarfında aslı olmayan dedikoduların, ve sükunet bulmayan bir öfkenin tesiriyle karar verilmiş. Ve beş Ağustosda en iptidai bir şekilde tasdikname gönderilmiş

Ben her şeyi aklıma getirirdim. Fakat Türk Cumhuriyeti'nin Türk Medeniyetinin banisi telakki ettiğim zat-ı muhteremin, severek, görerek aldığı karısına, iki buçuk sene el ele vererek, inkılab uğruna diyar diyar dolaşdırdığı arkadaşına, büyük bir darbe indireceğini kat'iyyen düşünemiyordum. 8 Ağustos sabahı felaket haberini getiren zatı görünce, bende, senin kadar şaşırdım. O günden beri çılgın bir haldeyim. Mütemadiyen vaziyeti tahlile çalışıyorum. Elan inanamıyorum.

İzmir'de, doğduğum, sevdiğim, evlendiğim ve nihayet felakete uğradığım odada, sabahdan akşama kadar, sakin, sakin, ağlıyorum. Babam bu hale tahammül edemedi. Ve beni zorla İstanbul'a getirdi. Şimdi de, nice ali vasıflı tahaddümlere sahne olmuş, İstanbul'un güzel çehresine bakarak ağlıyorum. Eğer kocamı sevmeseydim...... belki çabuk müteselli olurdum. Fakat kendimi çok yokladım. Bütün tahkiramiz ve acı muamelelere ragmen, ona karşı beslediğim derin AŞK bakidir. Çünkü en büyük kabahatin muhitinde olduğuna kanaatim vardır. Sana fazla söylemeğe hacet yokdur. Sen, bu vaziyetde ne kadar müteellim ve bedbaht olduğumu anlarsın. Değil mi Galibeciğim?

Çok müteessifim ki: Fethi beğefendi uzaklardadır. Hiç bir kuvvetin çeviremediği bir prensipe malik olduklarını çok yakından bildiğim için, söyleyecekleri bir iki sözün hakkımızda elbette hayırlı olacağından eminim.

Mütemadiyen düşünüyorum. Bir taraftan hastayım da. Esasen dehşetli sıtma nöbetleri eksik değildi. Bu elim birde karacık hastalığı getirdi. Beni görsen tanımazsın, çok zayıfladım.

Galibeciğim: hayattan o kadar bizarım ki: mefkurem,.. emellerim.. saadetim.. herşeyim bir faktapaya, bir çift mai göze bağlanmıştı. Ben bu gün saadeti ondan bekliyordum. Halbuki o ... beni fırlattı , atdı. Hem nereye?... Elim deryasına! Artık cafuicı yi geçmiş olacak! başka ne diyeyim! Bu hareketi başka neye atf edeyim? Kimseye ne yazdım nede bir şey söyleyebiliyorum. Galiba yalnızım, benim biricik kardeşime açıyorum. İnşaallah mümkün olurda seni bir defa daha görürüm. Ne yapacağım henüz sahih değildir. Kararımı ancak bir iki ay sonra verceğim. Fethi Beyefendi'ye hürmetlerimi söylersin. Samimi irşadatlarına daima aşk-ı ihtiyaç ederim. Galibe çok yalnızım. Bana yaz, hem akıl ver, seni ne kadar dinlediğimi bilirsin. Muhabetle güzel gözlerinden, yanaklarından öperim. Çok kıymetli kardeşim.

Latife'den

"Galibe Hanım'ın Büyükada'da tarihe tanıklık eden konağında, 27-30 Ekim 2013 tarihleri arasında yapmış olduğumuz çalışmalar sırasında rastladığımız, Atatürk'ün eşi Latife Hanım'ın Galibe Hanım'a gönderdiği, bugüne kadar görülmemiş ve okunmamış olan mektuplar, Atatürk'le Latife Hanım arasındaki ilişkiye ışık tutacak niteliktedir." diyor, Doç. Dr. İhsan Sabri Balkaya, "Atatürk'ün Eşi Latife Hanım'dan Ali Fethi Okyar'ın Eşi Galibe Hanım'a Mektuplar" adlı çalışmasında[vi].


Evin Güvertesi

Büyükada'daki bağ evinde yıllardır demlenen bu mektubu kısaltmaya ne elim ne yüreğim varmadı. Okudukça, tarihin tozlu rafları, bembeyaz bezlerle silinip pirüpak oldu, köşkün kütüphanesinde tekrar can buldu.

"Büyükada'daki evimizde bulunan ve Fethi Okyar'ın Malta'dan eşine yazdığı onlarca mektup bu kitapta yer alıyor. Ancak elimize Galibe Hanım'ın sadece 3 Mart 1916'daki nikahlarından kısa bir süre sonra İstanbul'dan o sırada Sofya'da bulunan Fethi Bey'e gönderdiği tek bir mektubu var." diyor torun Fethi dedesinin iki gözü Galibesi'ne yolladığı mektupların bir araya getirildiği kitabın sunuşunda.[vii] Artık kimsenin kimseye mektup yazdığı yok. Gel o tek mektubu da okuyalım, ne dersin?

8 Mart 1916

Fethiciğim,

Bugün iki mektubunuza birden cevap yazıyorum. Biri Nazif Bey ile gönderdiğiniz ve diğeri 5 Mart tarihli olan mektubunuza. Türkçemi beğendiğinizden dolayı derecesiz sevindim ve onun için size tekrar Türkçe yazıyorum. Mektubunuzu okur okumaz aşağı koştum ve büyük validem, validem ve pederime "Yazımın pek güzel ve Türkçemin de mükemmel" olduğunu kemal-i iftiharla söyledim. On beş gün sonra geleceğinizi yazıyorsunuz, sizi de sabırsızlıkla bekliyorum. Daha ne kadar evvel ne siz beni tanıyordunuz ne de ben sizi. Sade iki defa beraber bulunduk ve birbirimize ancak birkaç söz söylemişizdir. Sizi Sofya'da ilk defa olarak gördüğüm zamandan bir iki ay sonra size böyle bir mektup yazacağım kimin hatırına gelirdi? Nikahımız Cuma günü oldu. Talat Bey ve Rıza Paşa ile görüştüm. Sez de burada bulunmuş olaydınız ne iyi olurdu.

Almanca öğrendiğinizde dolayı pek memnunum, ne kadar güzel lisandır, lakin biraz güç. Değil mi öğrendikçe lezzet alırsınız, gayet güzel kitapları da vardır. Ben Almanca okumayı çok severim. Mualliminize benim tarafımdan selam söyleyiniz, rica ederim. Resmimi soruyorsunuz, maatteessüf daha hazır olmadığından size gönderemiyorum.

Ben şimdi piyano ile meşgulüm, zira musikiyi fevkalade severim. Lakin yeni bir muallimem olduğundan bana şimdi yalnız "egzersiz" çaldırıyor. Siz de musikiden hoşlanır mısınız? Pederim ve validem mahsus selam ediyorlar. Ben de gözlerinizden öperim.

Galibe

Bu satırları yazan gencecik Galibe, o günlerde onları bekleyen gelecekten; ne Malta Sürgünü ne de eşinin üzüntüden hastalanmasına neden olacak Serbest Fırka günlerinden haberdardı. Umarım sana ev sahibi ve sahibemin ruh hallerini, hayatlarından sunduğum bu kesitlerle bir nebze olsun yansıtabilmişimdir.

Hatırlayalım, asıl konumuz daima evler! Bağ evinin, başrolü, ne eski ne de yeni sahiplerine kaptırmasına izin veremeyiz öyle değil mi? Ancak sahipleri olmadan hangi ev yuva olur ki?

Galibe Hanım'ın (1899-1981) babası hariciyeci, yazar ve çevirmen İsmail Hakkı Bey, annesi Azize Galib Hanım'dır. Anne Azize Galib Hanım, ilk nimüzmatlardan İsmail Galib Bey ile Dürsan Hanım'ın kızıdır. İsmail Galib Bey'in babası devlet adamı İbrahim Edhem Paşa'dır; kardeşleri arkeolog, ressam, eğitimci, yazar ve belediyeci Osman Hamdi Bey ile eğitimci, tarihçi, müzeci, devlet adamı Halil Edhem (Eldem) Bey'dir. Galibe Hanım'ın kardeşleri Cumhuriyet döneminin önde gelen mimarlarından Sedad Hakkı Eldem, iktisat tarihçisi Vedat Eldem ve Hariciyeci Sadi Eldem'dir. Fethi Bey ve Galibe Hanım'ın iki çocukları olmuştu: Osman Okyar (1917-2002) ve Nermin Kırdar (1919-1999).[viii]

…Çocukları pek görmek isterim. Galibeciğim onlara ara sıra odada güneş banyosu yaptırırsan pek faide görürler. Çıplak olarak bir çeyrek nihayet yarım saat kadar güneşte tuttuktan -başlarını güneşten bir şapka ile muhafaza etmek şartıyla- sonra bir soğuk su banyosu yaptırmalı. Güzel gözlerinden hasretle öperim sevgilim. Ali Fethi.[ix]

Aslında Pazar akşamüzeri İstanbul'a dönecektim. İlkim, pazartesi sabah erken vapurla şehre döneceğini bir gece daha kalmamı teklif edince, özgürlüğümün tadını çıkarmaya karar verdim, Demokrasi ve Özgürlükler Adası'na nazır. Yoga, yüzme ve sabah kahvaltısının ardından, öğleden sonra Fethi ile tekrar yüzdük. İskelenin tam karşısına denk düşen iki tarafı yaşlı servilerle bezeli toprak yoldan eve yürüdük. İstikamet güverte salon, oturduk sohbete. Kütüphane, salona girişteki kapının her iki yanından başlayıp, tavanın bir metre kadar altına dizilmiş raflar olarak bütün salonu çevreliyor. Fethi, babası ve halasının yanı sıra anneannesi ile de vakit geçirme imkânı bulmuş, dedesini hiç tanımamış. Kütüphane onlardan geriye kalan farklı dillerdeki kitaplarla dolu. Dede Ali Fethi neler okumuş diye bir yandan kitapları karıştırırken, Fethi araya girip "Yok o kitap halamındı." ya da "O da anneannemin olmalı." diyor.

Büyükannem Galibe Okyar'ı kaybettiğimiz 1981 yılında dokuz yaşında idim. Yaz tatillerini geçirdiğimiz Büyükada'daki Fethi Okyar Köşkü'nde, bana aşıladığı doğa ve hayvan sevgisi, iyi ahlak ve hayat disiplinin karakterimde derin izler bırakmıştır. Ziyaretine gelen eski yöneticiler, diplomatlar, askerler ve sanatçıların yanı sıra, o dönemde adada hala balıkçılık ve çiftçilikle uğraşan Rum komşularımız da dahil olmak üzere birçok katmanından insanların ona göstermiş olduğu alaka, saygı ve sevgi, beni fazlasıyla etkilemiştir.

Son derece tatlı, yaşlı bir nine olmanın yanında, oldukça sert ve ikna edici bir tarafının da olduğunu bildiğim Galibe Hanım, iyi eğitim almış ve birkaç yabancı dil bilen bir Osmanlı kadınıydı. Ayna zamanda da büyükbabam ölümünden sonra müthiş bir arşivcilik yaparak birçok fotoğraf, bilgi ve belgenin günümüze ulaşmasını sağlamıştır.[x]

Eğer hem Ali Fethi Okyar, hem de döneme ilişkin daha çok bilgi edinmek istersen; söz konusu fotoğraflardan oluşan aile albümünü içeren "Büyük Günlerin Adamı – Fethi Okyar'ın Hayatından Kareler"[xi] kitabını edinmelisin. Okunacak kısımları az ancak doyurucu, bakılacak fotoğrafları bol bir kitap, benden önermesi.


Adeta Japonya'da bir Ada

Şimdi gelelim şu güverte meselesine, yani bana bu yazıyı yazdıran bağ evinin kalbine. Bu ev aslında, Anadolu'nun herhangi bir yerinde görebileceğin herhangi bir Rum evinden hiç farkı olmayan şirin bir yapıymış. Sonra olan olmuş, Galibe Hanım'ın erkek kardeşi mimar Sedad Hakkı Eldem'in eli değmiş. Atatürk Büyükada'ya Okyar Ailesi'ni ziyarete gelecekmiş. En iyi şekilde ağırlanması için Eldem hem evi hem de hayatın merkezi olacak bu salonu tasarlıyor; inşası çok kısa süre içinde tamamlanıyor.

Yüksek ahşap bir teras, kare planlı eski evin ön yani batı cephesinin birinci katından başlayıp, evin kuzey-güney aksına eklenen, benim güverte diye adlandırdığım oval salonu da içerecek şekilde, kuzey cepheyi çevreliyor. Doğu ve güney cephe hariç birinci katın tamamını saran bu devasa ahşap teras, eve yepyeni bir çehre kazandırıyor. Yamaçtan denize atlayıp yüzmek isteyen gemi gibi bir eve düşle…

Okyar Köşkü'nde son tasarım, eskiyi korurken, ilk fırsatta algılanamayan bir bütünleşme içinde onu kendisinin bir parçası haline getirmiştir. Eldem, bu tasarımında mevcut yapının tasarım prensiplerini sürdürmüş ve içini kendi kompozisyonu içinde yeniden biçimlendirmiştir. Sonuçta, bir ekten çok, farklı değerlerin biraraya toplandığı eski ve yeninin yeni bir kavramsal çerçeve içinde biraraya getirildiği tek bir yapı ortaya çıkmıştır. Bu sonucun temelinde, Eldem'in kendi kişisel tutumunun yanı sıra, müşterinin talepleri doğrultusunda esas aldığı ve kapalı mekânların yarı açık mekânlarla bağlandığı Türk ve Japon geleneksel mimarilerinin tasarım özelliklerinin yattığı ileri sürülebilir.[xii]

Diyor Yeditepe Üniversitesi, Mimarlık Bölümü'nden Yrd. Doç. Dr. Murat Şahin, "Bütüncül Bir Tasarım Örneği: Okyar Köşkü" başlıklı yazısında.

Eldem, neden eski binayı yıkıp, yeni baştan bir bina inşa etmiyor dersin? Bu soruyu sorabileceğimiz kişiler bugün hayatta değil, ancak zihniyetleri capcanlı yaşamaya devam ediyor. Mesele ne geçmişi unutmak ne de geçmişte takılıp kalmak. Bugün Okyar Köşkü'ne baktığımızda, bir yandan teraslarıyla doğanın içine yerleşmiş modern yapıyı diğer yandan da eski bağ evini aynı an ve mekânda görebiliyoruz. Bu kıymetli zihniyet Yassı Ada'da uygulansaydı, adanın yası belki bir nebze azalırdı.

Bir anda Fethi'nin anlattıkları aklıma geliyor. Fethi çocukken, babaannesi ve sonra babasının adada yaşadığı dönemde bu arazide onlarla birlikte bir aile yaşıyormuş. Toprağı ekip biçiyor; köşkün ağaçlarını, bitkilerini, börtü böceğini, dört mevsimini ezbere biliyorlarmış. Onların gidişiyle birlikte bütün hafıza toprağa gömülmüş. Demem odur ki bizim müze namzetlerine değil, kanlı canlı hafıza mekanlarına ihtiyacımız var. Ne kadar şanslıyız Okyar Köşkü torunuyla yaşıyor, ben de sana bugün bir müze ev değil, Fethi ile İlkim'in yuvasından seslenebiliyorum.

Meğerse Fethi ve İlkim ile bağ evi ayrı varlıklar değillermiş. Nasıl da görememişim. Oysa aralarındaki bağ o kadar aşikâr ki. Ağaçlar ve evler, bizden çok uzun süre yaşar, birçok insan yaşamını gönüllerine sığdırırlar. Akademisyen olan bu güzel çift, buraları satıp savıp bolluk içinde yaşayabilecekken; çocuklara özgüven, karar alma, boyutsal farkındalık, yön duygusu, hava durumu bilgisi, düzen ve temizlik alışkanlığı, sabır, teknik ve mekanik beceri gelişimi ve alışkanlıklarını kazandırmayı tercih etmişler. İşte özgürlüğün asıl doyurucu hissi bu. Özgürlükler ve Demokrasi de bu zihniyette yeşeriyor, yassı zihinlerde değil. E öyleyse ünlü dedenin ünsüz torunlarına selam olsun, alçak gönüllük ve liyakate en çok ihtiyaç duyulan bu günlerde.


Picardie Manevraları

Biliyorsun tam yazı bitti derken son bir fırça darbesi atmadan yapamıyorum. Tam da bu hislerle, yazıyı Ali Fethi ve Mustafa Kemal'in Picardie Manevraları sırasında Fransa'da çekilmiş fotoğrafı ile bitirmek istiyordum. Daha ilk gördüğüm anda Ali Fethi'nin elindeki hayali cep telefonu ile selfie çektiklerini gözümde canlandırdığım bu fotoğrafta, Mustafa Kemal de sanki elinde bir tablet tutuyor. Zamanlarının çok ötesinde yaşamış, demokrasiyi ilerletmek için çok çaba harcamış iki dosta selam olsun ve en çok da hepimizi bir çatı altında toplamayı başaran, Ali Fethi Okyarların Evi'ne.


  • [i] Serbest Fırka'ya ilişkin bilgi için: Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye – Fethi Okyar'ın anıları, Osman Okyar – Mehmet Seyitdanlıoğlu, İş Bankası Yayınları
  • [ii] yoğurmak
  • [iii] https://kaminoyelken.com/hakkimizda/
  • [iv] İki Gözüm Galibem – Malta Sürgününden Mektuplar, Fethi Okyar, İş Bankası Yayınları, s.147, (Mektup Numero 114, Malta 5 Temmuz 1920)
  • [v] İki Gözüm Galibem – Malta Sürgününden Mektuplar, Fethi Okyar, İş Bankası Yayınları, s.199
  • [vi] Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S. 55, Güz 2014, s. 1-22
  • [vii][vii] İki Gözüm Galibem – Malta Sürgününden Mektuplar, Fethi Okyar, İş Bankası Yayınları, s.ix
  • [viii] İki Gözüm Galibem – Malta Sürgününden Mektuplar, Fethi Okyar, İş Bankası Yayınları, s.viii
  • [ix] İki Gözüm Galibem – Malta Sürgününden Mektuplar, Fethi Okyar, İş Bankası Yayınları, s.156
  • [x] İki Gözüm Galibem – Malta Sürgününden Mektuplar, Fethi Okyar, İş Bankası Yayınları, s.ix
  • [xi] Büyük Günlerin Adamı – Fethi Okyar'ın Hayatından Kareler, İş Bankası Yayınları
  • [xii] http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=375&RecID=2846

Yazarın diğer yazıları için kişisel blogunu ve Instagram hesabını takip edebilirsiniz.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadim dostum Paula'nın hikayeler evinde

Bir yanım beni sükunete çağırırken diğer, pek bilmediğim, sakladığım, bastırdığım yanım sözlüğümde yer vermediğimi sandığım kin tutmak ihtiyacı ve intikam almak arzusunu bas bas bağırıyor

Erkek insan doğurdu

Çok sancılı oldu bu yazım süreci. Yazdım sildim, tekrar yazdım, tekrar sildim. Yazıyı bitirdim, son biz kez okudum, yattım zar zor uykuya daldım. Sabahın üç buçuğu, kasıklarımda derin bir sancı. Karnım burnumda. Iıııhhhh… Ikınıyorum. Nasıl çıkaracağım bunu içimden. Derin bir endişe daha da büyük şaşkınlık. Korku kocaman. Erkekler doğur(a)maz ki. Tek ıkınışta çıkıyor. Yok artık. Dokuzuncu çocuğunu tarlada bir çırpıda doğuran köylü kadın anlatmıştı da inanmamıştım. Nasıl olur, daha zor olmalıydı sonuçta bu benim ilk doğumum. Tüm endişelerim bir anda siliniyor. "Ohhh kurtuldum!" derken, kâbus bitiyor karabasan başlıyor

Hermann Hesse ile buluşma

Lugano'ya girdiğim anda büyülü bir tabela dikkatimi çekti: Hermann Hesse Evi! "Nasıl yani, Hermann Hesse'nin evi burada mıymış?"