25 Mayıs 2021

Savruk Peter, hafıza beter! Kim bu Saadet Peker?

The #sosyalmafyafenomeni ile bir devletin olası ilişkilerinin Sur-Reality Show'unu izliyoruz birkaç haftadır. Resmi tarihini bellemekten kaçınmaya çalıştığımız yetmezmiş gibi, bir de ülkenin mafyozo tarihine maruz bırakılıyoruz. Daha Fetöstan olaylarını atlatamamış, yepisyeni normale ayak uyduramamışken…

Her zaman iyimser oldum ve daima olacağım. Bana Schopenhauer'den bahsetmeyin. İnsanlar birçoklarının düşündüğünden daha iyidir; kişi yalnızca kendisine karşı katı ve dürüst, başkalarına karşı hoşgörülü ve iyiliksever olmalı, kendinden çok diğerlerinden çok az şey talep etmelidir. [i]

Heinrich Hoffmann 

Başlamaktan ödüm kopuyordu, yine de hiçbir zaman bitiremeyeceğim ihtimaline razı geldim.

Yağmur Çalışkan[ii]

Haftalarca eve tıkıldıktan sonra bu kaçamak ne iyi geldi. Kendimizi çim kaplı geniş bahçenin bağrına bıraktık. Bir varlık, otların arasından sessiz sedasız belirdi. Özgürce gezinmeye başladı. Maskesi yoktu. Rahatlığına bakılırsa aşılı olmalıydı ya da Türkiye'de turist. Haftalardır etten kemikten bir arkadaş yüzü görmemiş Çınar, Husqvarna isimli çim biçme robotunun peşinden koşturdu dakikalarca. Çınar sıkıldı, robot sıkılmadı işine devam etti. Çınar yine oynamak istedi, Husqvarna reddetmedi. Bir çocuk ve robot arkadaş olabilir mi?

Boş boş, amaçsızca gezinmek anlamına gelen ve fransızca bir kelime olan "flanör"ün latince kökenini merak ediyorum? İlginç, latince değilmiş, aynı anlama gelen eski İskandinav kökenli "flana" kelimesinden geliyormuş. Bizim İsveçli Husqvarna'nın, flana yapmak meğerse civatalarında kayıtlıymış.

Güneş ışınlarına zaman zaman yol verse de, çoğu zaman griyi tercih eden dalgın bulutlar. Doya doya, flaneyliyorum Frankfurt sokaklarında. Amaçsız… Yepyeni, eski şehir. İkinci Dünya Savaşı'nda yerle yeksan olmuş mahalleyi replikalarıyla ayağa kaldırmış Alman iradesi. Köşeye kurulmuş nefis bir yapı. Aaaa, o vitrinindeki resim de ne? Bu saçları bir yerden hatırlıyorum; kıpkırmızı elbisesi, beyaz yakası, fuları, koyu turkuaz ile nefti yeşil arasında dolanan pantolonu, siyan potinleri ve uzuuun tırnaklarıyla. Erkek-cadı gibi bir şey. İç sesim "Hadi durma dal içeriye!" diyor. İç ses, "flana"nın can dostudur.

Bir müzede en sevdiğim karşılama; yaşlı, tatlı, kültürlü, bilgili, tutkulu, güler yüzlü, hoş sohbet; çoğu zaman emeklilik sonrası çalışmaya devam eden, bazen de sadece gönüllü hizmet veren kadın ve erkekler tarafından yapılan karşılamadır. Aman dikkat! Birikimlerini gelecek kuşaklara canıgönülden aktaran bu kişilerin asık suratlı olanları da mevcut. Ancak onlar bile, edepli davranırsanız, kısa süre sonra tatlı sert kabuklarının arasından sıyrılıp, kalplerini ortaya koyarlar. Almanya'da, güçlü bir marka olan, "Der Struwwelpeter" yani Savruk Peter karakteri ile her yerde karşılaşmak mümkün; bazen bir poster, bazen bez çantanın üzerinde, kabarık kestane saçları, canlı renkli giysisi ve cadı tırnaklarıyla. Bugün, tek bir kitabın hayali üzerine inşa edilmiş, butik ve ihtişamlı müzesini ziyaret edeceğiz seninle: Das Struwwelpeter Museum.[iii]

Savruk Peter kitabının ilk ve uzun adı "Lustige Geschichten und drollige Bilder mit 15 schön kolorierte Tafeln für Kinder von 3-6 Jahren" yani "3-6 yaş arası çocuklar için 15 güzel renkli tablodan oluşan komik hikayeler ve gülünç resimler". Heinrich Hoffmann bu kitabı, anne babasının sözünden çıkan -sözünü özellikle de Korona döneminde dinlemeyen- çocuklara ders olsun diye mi yazmış ne?

Savruk Peter'in ilk baskısının kapağı

Bir baba düşünün, bin sekiz yüzlü yılların ortasında, piyasadaki tüm çocuk kitaplarını bilsin ve hiçbirini beğenmeyip, kendi çocuğuna bir masal kitabı yazsın, üstüne üstlük onu resimlendirsin. Heinrich'in, oğlu Carl'a Noel hediyesi olarak hazırladığı kitabının ilk basımında Savruk Peter'in tek bir resmi ve nazım olarak yazılmış beş kısa masal var. Doktor Hoffmann, öykülerini eskiden beri afacan hastalarına anlatırmış. İlk kitabın örneğini muayenehanesinde gören hastaları bunu bastırıp çoğaltması için ısrar etmişler.

Savruk Peter'in ilk baskılarından

Dipsiz ve karanlık koridorun sonundaki ispirto ocağının mavi alevinin iki yanında nöbet tutan doktor ve hemşireden, bana doğru kollarını uzatan, bitmek bilmeyen çocuk zinciri. İçim bulanıyor, kanım çekiliyor. İğneden oldum olması hazzetmem. Bayılmadan kaçtım kurtuldum. Peki anneme nasıl hesap vereceğim, aşı olmadığımı nasıl itiraf edeceğim. Doktor Ziya Amca, Karşıyaka'nın bütün çocuklarının şifacısı, muayenehanesi bizim evin çaprazında bir apartmanın giriş katında. Diğer dükkanlara hiç benzemiyor, devasa bir pencerenin yanında ince uzun kapısıyla modern ve ferah. Beş kuruş param yok, hem ne diyeceğim Ziya Amca'ya, "Aşıdan kaçtım, size sığındım!" mı? Aynen öyle yaptım. "Ziya Amca, ben iğneden çok korkuyorum, aşıdan sonra da kolum davul gibi şişiyor, canım çok acıyor." dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Hayal meyal tatlı bir gülümseme. Tonton dede aşımı yaptı, azıcık hissettim, kalbim acımadı. Para almadı. Cesaretimi bir kuşun iki kanadına yüklediği gibi uçurdu beni. Hiç abartmıyorum, böyle oldu tam olarak. Doktor Ziya Amca aynı babam gibi bir doktordu, hâli vakti yerinde olanlar dışında hastalarından para almazdı. Yıllar içinde bu durum yeni yetme doktor bozuntularında rahatsızlık yaratıyor, şikâyette bulunuyorlar. Maliyeden bir memur gelip bütün gün muayenehanesinde oturuyor. Gelip gidenlerin üstüne başını bakıyor, konuşmalarını dinliyor. Gördükleri karşısında utanıp teşekkür ediyor Ziya Bey'e. Can doktorumuz vefat ettiğinde elli altmış bin çocuk hastanın kaydı bulunuyor muayenehanesinde. Aldığı hayır duaları ona arşıâlâyı da sıratı da otuz kere atlatır.

Yerinde Duramayan Filip'in Öyküsü

Bizim çocukluğumuzda bugünkü bağlamda pedagoji diye bir şey yoktu, belki vardı da yürürlükte değildi. Doktordan manava, mahallenin bin bir çeşit teyzesinden ayakkabı boyacısına herkes hepimize uslu durmamız konusunda telkinde bulunur, cennetin annemizin ayaklarının altında olduğunu söylerlerdi. Bu arada dayak da aynı cennetten çıkmaydı tabii ki. Nasıl bir yerse orası artık. Yersen!

Dr. Heinrich Hoffmann

Velhasıl, seni hazırlıyorum olacaklara… Bizim Heinrich'i ben pek bi sevdim, içim ısındı. Çoğu kaynağın Almanca olması, dolayısıyla bir şey anlamamama karşın; gugıl transleytler sayesinde ve bulduğum İngilizce kaynaklarda okuduklarım, beni onun iyi bir insan olduğuna inandırdı. Sen de inan istiyorum. Neden mi? Seviyorum böyle cümbür cemaat aynı görüşte olmayı ya da aynı görüşteymiş gibi yapmayı. Dünya çok karışık bir yer. Markette makarna deyince sadece Piyale, kâğıt mendil denilince sadece Selpak verildiği analog günleri özlüyorum. Zekanın sanalı, bedenin robotu, insanın kötü örtüsü yoruyor beni.

Büyük oğlum Umut, bir gün okuldan eve geldi şaşkın. Biraz konuşunca dilinin altındaki baklayı çıkardı. Ahhh tam mevsimi, köyde baklalar olmuş biz Ankara'da, kim toplayacak. Şaka şaka, dönelim konuya. Arkadaşının anneannesi onu yaramazlık yaptığında nehre atmakla tehdit ediyormuş, kızcağızın adı da Nehir bu arada. Umut'a "Sence gerçekten öyle bir şey yapar mı anneannesi?" diye soruyorum. Yap(a)mayacağını elbette biliyor, ancak yine de ürkmüş bir kere. İşte o zaman anladım ki çocukluğumuzdan kalma karanlık tehditlerin kökü henüz kazınmamış. Bizim evde de Çınar "Beni tehdit etmeyin sakın ha!" diye bizi tehdit ediyor. Roller allak bullak. Bizdeki en büyük tehdit: "Ödevlerini yapmazsan Minecraft oynayamazsın." Neyse ki ciddi işe yarıyor. Korona'nın tavan yaptığı bir gün, artık cinler tepemde, "Bana bak sözümü dinlemezsen, seni bi güzel ayağımın altına alıp, eşek sudan gelinceye kadar döveceğim ha!" dedim. Suratıma baktı: "Seni şimdi hiç takmıyorum." dedi. Çok suçluluk duydum, diğer yandan ne yalan söyleyeyim çok da iyi geldi. Gerçekten şöyle bi temiz dövsem ve bütün dertler bitse, Covid-19 yitse gitse, hayat normale dönse…

Acaba yaşı büyüyünce nasıl disipline edeceğiz bu savruk çocukları? Etmeyecekmişiz. Kendi içimizdeki canavarı evcilleştirdikçe, bizden görüp öğreneceklermiş! Deyyooolar.

Savruk Peter, giriş dahil on bir bölümden oluşuyor. Ülkemizde pek bilinmeyen bu çocuk klasiği, aslında öylesine tanıdık ki. Ninelerimizin her gün kullandıkları sözleri Hoffmann havada yakalamış, kağıda dökmüş adeta. Tam metni, telif hakları yüzünden aktaramadığım için; aşağıda orijinal masal başlıkları ile kendi yazdığım nenem versiyonunu paylaşıyorum seninle.

Giriş [Vorspruch]:

"Hadi bakalııım uslu uslu oynayın arkadaşlarınla birlikte."

"Bitir ağzındaki lokmayı, mundar ettin. Bitirmezsen Allah çarpar."

"Sokakta anne babanın elini bırakma, araba çarpar ölürsün."

"Uslu duran çocuğuma bak ben neler neler alacağım."

  1. Savruk Peter[iv] [Der Struwwelpeter]: "Kestirmezsen/kesmezsen sökücem o tırnakları."
  2. Kötü Fridrih'in Öyküsü [Die Geschichte vom bösen Friederich]: "Evladım manyak mısın sen sineğin kanatlarını neden koparıyorsun?"
  3. Ateşle Oynayan Kızın Çok Acıklı Öyküsü [Die gar traurige Geschichte mit dem Feuerzeug]: "Çocuğum oynama kibritle, evi yakarsın!"
  4. Zenci Çocuğun Öyküsü [Die Geschichte von den schwarzen Buben]: "Çocuklar kahve içmez, içersen Arap (zenci/siyahi) olursun."
  5. Şaşkın Avcını Öyküsü [Die Geschichte vom wilden Jäger]: "Ava giden avlanır."
  6. Parmak Emen Çocuğun Öyküsü [Die Geschichte vom Daumenlutscher]: "Parmağını emersen, tırnaklarının arasındaki mikroplar midene gidip seni hasta eder, ölürsün vallaha."
  7. Çorbasını İçmeyen Çocuğun Öyküsü [Die Geschichte vom Suppen-Kaspar]: "Pilavını bitirmezsen, pirinçler arkandan ağlar/arkandan kovalar."
  8. Yerinde Duramayan Filip'in Öyküsü [Die Geschichte vom Zappel-Philipp] : "İllallah ettirdin be çocuuum. Sofrada düzgün oturmazsan, bak vallaha kulaklarından tavana çivileyeceğim."
  9. Alık Hans'ın Öyküsü [Die Geschichte vom Hanns Guck-in-die-Luft]: "Çocuum, alık alık yürüme sokakta, önüne bak, bir taşa takılıp çakılacaksın yere."
  10. Göklere Uçan Robert'in Öyküsü [Die Geschichte vom fliegenden Robert] : "Sen beni çıldırtacak mısın, kaç kere dedim, su birikintisinde zıplama diye…"

Sürü sepet makale okudum, çoğu Heinrich Hoffmann'ı aklamak demesek de hoş görmeye yönelik ibareler içeriyorlardı. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında yazılmış bir çocuk kitabını yirmi birinci yüzyıl koşulları ile değerlendirmek elbette doğru olmaz. Eğitim sistemi o yıllardan beri ne kadar değişti acaba diye sormadan edemiyorum diğer yandan. Finlandiya'dan Afrika'ya doğru şöyle bir seyretsek, nelerle karşılaşırız? Görece olarak, medeni bir şekilde yetiştirildiğini düşünen ben, Koranalı günlerin kucağında, içimden "Vallaha şu çocuğu şimdi parçalayacağım." diyebiliyorsam…

Bizler, Türkiye'de Savruk Peter adını duymadan, yaramaz Fehmiler, haşarı Ebrular olarak büyüdük, büyütüldük. Okullarda evlerde, dayağın normal olmadığını; ileri yaşlara travma olarak aktarıldığını çok sonraları öğrendik. Batılı ülkelerde birçok çocuk meğerse Struwwelpeter'e maruz kalmış. Sosyal medya hesaplarında sürüyle yorumla karşılaştım. Çoğu çocukken bu hikâyelerden ne çok korktuğunu itiraf ediyordu. Bir yorum çok ilginç geldi. Savruk Peter'i, çocukken ailecek okuduklarını ve katılı katıla güldüklerini söylüyor, asıl olanın aile içindeki güven hissi olduğunu vurguluyordu.

Çınar doğum gününde babaannesinde kaldı, saatlerce film izleyerek birbirlerini keyifle sarhoş ettiler. İzledikleri Hazine Adası filminde, mağaranın derinliklerinden gelen seslerden korktuğu için bir haftadır bana sarılarak uyuyor şimdi. Annemin "Oğlum bak korktuysan izlemeyelim." demesine rağmen, merakına yenik düşen Ulu Çınar, oldu minik kedi. Kafasını yorganın altından çıkartmayıp sırılsıklam terler atıyor her gece. Oysa kısa süre önce ailecek Savruk Peter'i harika resimlerine bakarak ailecek okurken, çılgınlar gibi eğlenmiştik. Demem odur ki -çocuklara işkence edilen korkunç ve gerçek vakaları bir an olsun kenara bırakabilirsek- çocukların zekasını küçümsememek gerekir. Çocuklar gerçek ile hayali birbirinden belki bizden çok daha iyi ayırt edebilen, hayal dünyasını gerçeğe taşıma kapasitelerini sonuna kadar kullanabilen muhteşem varlıklar, bir tek bilinmezden korkarlar, canavarlardan değil! Aynı yetişkin bizler gibi. Tanırız biz canavarları…

Zor ve hassas konular. Bu yazıyı, konunun neresinden tutup dürüst ve açık bir şekilde yazacağımı kendi içimde tartıp dururken, Instagram'da Judith Malika Liberman'ın bir sohbetine rastladım. Galiba o sohbeti çağırdım hayatıma. "Bindim karıncanın üzerine, aldım devi kucağıma." dediği anda, kafamda yeşil ışık yandı. Judith, çocukların masallardaki abartıyı gayet iyi anladıklarını, hatta sevdiklerini söylüyordu. Canım anneannemin bizi kulaklarımızdan tavana çivilemeyeceğini gayet iyi biliyordum. Hiç gözümün önünden gitmeyen, balkonunda klasik bir sütunu olan o çocukluk evimin tavanına çivilenmiş kulağımı gözümde canlandırıyor; tek kulağımı çivilese de kafamın diğer tarafındakini kulağımı aynı anda çivilemesinin imkansızlığının farkında kıs kıs gülüyordum. Bilmiş şey beni.

Velhasıl yüklenmeyelim lütfen Heinrich Hoffmann'a, onu yargılamayalım şıppadanak. Yaptığı işlere tek tek bakıp, iyi düşünelim. Tarih de öyle yapmış. Örneğin fantastik dünyanın ünlü film yönetmeni Tim Burton. Kesin bir kanıt bulamadım ancak konunun uzmanları, Makaseller filmindeki Edward[v] karakterini Struwwelpeter'den etkilenerek oluşturduğunu söylüyor. Amerikan toplum ve kültürünün kökünü dinamitleyen; otomatımsı bir varlığı ete kemiğe büründürüp, insanlığımızı, Pinokyomsu müthiş bir robot üzerinden sorgulatan, kocaman masal. Bir çocuk ve robot arkadaş olabilir mi? Bırak çocuğu, mahalle arkadaş oluyor Pinok-robotla. Mesele o dostluğu sürdürebilmekte…

Hangi film ya da hikâyenin hangi yaşa uygun olduğunu, hangi kurum belirleyebilir bilmiyorum. Yedi yaş için uygun olduğu söylenilen Hazine Adası filmi Çınar'ın kâbusu oldu, ışık yanık değilse tuvalete yalnız gidemiyor. Aynı çocuk, mitolojinin dibi Hades'in Elize Bahçelerinde gezmekten çekinmiyor. Çocuklar abartı ve gizeme hayranken, bilinmezliğe korku ve şüpheyle yaklaşabiliyor. Robot çim biçme makinelerinin peşinden koşan zamane çocukları, hâlâ hayaletlerden korkuyor. Yirmi birinci yüzyıl, Orta Çağ ile flaneyliyor.

Hoffmann'ın Peter'i, kesinlikle prens değil. O bir antikahraman. Burton'un Edward'ı da öyle. Birinden birini seçelim diye söylemiyorum, Peter de Küçük Prens de abartılı bir gezegenin yaratıkları ve çocuklar bunun gayet iyi farkındalar. Bunlardan birisini tercih etmek bir yana her ikisini de kucaklamalıyız bence. Yüz farklı dile çevrilmiş Savruk Peter'in tek Türkçe çevirisini sadece Almanya'da, kısıtlı bir şekilde bulabilmemiz garip değil mi? Hele hele dünyada Türkiye'den sonra en çok Türkiyelinin yaşadığı Almanya'nın en tanınmış masal karakterinin, ülkemizde hiç bilinmemesi… Okullarda Birinci Dünya Savaşı'na birlikte girdiğimizin belletilen bir ülkenin kültüründen ne denli uzağız. Vatandaşlarımızı asimile etmeye çalışıyor diye eleştirdiğimiz bu ülkenin vatandaşları hakkında, domuz yediklerinden başka hangi bilgiye sahibiz? Hadi Almanya uzak, peki komşularımız hakkında ne biliyoruz? Yıllarca komşumuz sandığımız Sovyetler Birliği bir anda Gürcistan çıkmasın mı? Bulgarlar Musakka yer mi? İran, bize Japonya'nın suşisinden daha uzak. Nereden mi geldik şimdi bu konuya? Elbette "flana"dan. Frankfurt sokaklarında tatlı tatlı gezer, kafamı boşaltırken, aklıma dolan konular işte bunlar. Müze gezilir derler, gezilmez, o sizi gezdirir. Suya götürüp susuz getirir. Lüzumsuz bilgilerden arınmamızı, farkında bile olmadığımız konuları sorgulamamızı, burnumuzun dibindeki gerçekleri görmemizi sağlar. Evliya Çelebi şefaat yerine "Seyahat Ya Resulallah." derken belki de şaşırmamıştı. Farklı ve aykırı olan sağlığa iyi gelir. Panzehir, müzeden elde edilir.

Dördüncü öykü, "Zenci Çocuğun Hikâyesi"nde parkta gezintiye çıkan siyah bir çocuk, beyaz çocukların zorbalığına maruz kalıyor. Noel Baba da onları kocaman bir mürekkep kazanına atıp karaya boyuyor. Kimisi bunu beyazın zenci kılınıp cezalandırılması olarak okuyabilir, yani kahve içersek zenciye dönüşerek cezalandırılacağımız gibi. O yıllarda daha siyasal doğruculuk[vi] yok. Hoffmann sadece, empati kurmanın öneminden söz ediyor bu masalda bence. Kendisine bugünden bakıp ırkçı diyemeyiz. Yoksa, Yahudileri kabul etmeyerek ayrımcılık yaptıklarını düşündüğü Mason locasından ayrılmaz[vii], Almanya'nın özgür seçimle başa getirilen ilk parlamentosunda görev almazdı. Dedim ya düzgün adam Heinrich.

Hayvanlara işkence edip, kızları döven kötü Fridrih bir köpek tarafından ısırılıp yataklara düşüyor. Isıran köpek, Fridrih'in masasına kurulup sucuk pasta ne bulduysa yiyor, üzerine de bir şişe şarabı deviriyor, ayrıca kötü Fridrih'in alçak kırbacını saklıyor. Çağımızın en büyük sorunlarından, çocuklar arasındaki zorbalığı ve hayvanlara karşı şiddeti yeren bu kısa öyküyü Çınar ile "Ohhh olmuş." diye okumanın hiç de sağlıksız olduğunu düşünmedim. Saadet Peker, pardon Savruk Peter'lerin kahraman olduğu bir ülke; Hitler'in ruhunun İsrail'de hortladığı bir gezegen ve trafik haydutlarının kol gezdiği sokaklarda; Heinrich Hoffman'ın dümdüz ahlakı bana ilaç gibi geliyorsa kim bana kızabilir? Anneannem gelip hepsini kulaklarından tavana çivilesin istiyorum. Belki de sadece yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsız ve birlikte işlesin istiyorumdur, ne dersin?

Şaşkın avcının uykuya dalmasından yararlanıp gözlük ve tüfeğini çalan tavşanın, avcıyı bir güzel totosundan vurup kuyuya düşürdüğü çizim, ruhumu okşuyor. Aldığım uslu çocuk olma eğitimi, intikamını "Herkes için adalet!" diye haykırıp, parklarda özgürce zenci-beyaz gezerek almak istiyorsa, ben miyim suçlusu?

Bizim Heinrich'i pek bi sevdim, içim ısındı. Anladın mı neden sen de sev istiyorum?

Heinrich'in iki yüzyıl önceki dünyası; yaptıklarımızın bir sonucu olduğunu, olması gerektiğini anlatıyor bize. Neden ve sonucun arasındaki incecik bağın tüm kötülükleri hapsedecek narin ve o kadar da güçlü bir örümcek ağı olduğunu hatırlatıyor; iyi ve kötünün görece olduğunu! Bedel ödemenin kıymetini anımsatıyor. Bir hikâyesi hariç!

On hikâyeden ikisinde çocuklar Noel Baba tarafından cezalandırılıyor, üçünde ciddi şekilde yaralanıp yataklara düşüyor, dördünde bildiğin ölüyor. Kısacası dokuz masalın her birinde, ana karakterler bugün bize acımasız ve ölçüsüz gelecek cezalara maruz kalıyorlar. Parmak Emen Çocuğun Öyküsü'nde, Heinrich bile "Yavrucuğa bu ceza pek de çoktur." diyerek kendisi de kabul ediyor acımasızlığın boyutunu. Zira, annesini dinlemeyip parmağını emmeye devam eden çocuğu, koca makaslı terzi gafil avlayıp, annesinin evde olmadığı bir sırada parmaklarını kopararak cezalandırıyor. Meseleyi kökünden çözüyor. Edward Makaseller'e ilham veren hikâye bu. Çınar en çok beşinci günün sonunda çorbasını içmediği için ölen çocuğun hikâyesini komik bulmuş. Kabul etmeliyim bu hikâyenin çizimleri de abartılı komik. Çocuğun mezar taşının yanındaki çiçeklerin dibine üzerinde çorba yazan bir kâse bırakılmış. Trajikomik. Ebru da en çok fırtınada şemsiyesi ile uçup giden çocuğun hikâyesini komik bulmuş.

Ortaokulda hayvanlara işkence yapan bir iki çocuk vardı. Bir keresinde kediyi kuyruğundan sallayıp sallayıp fırlattıklarını anlatmışlardı utanmadan. Bir tanesi canlı kara sineğe iplik takar öyle uçmasını izlerdi. Anneannem yaşasaydı "Boyunları devrilesiceler." derdi. Zaman zaman lise WhatsApp grubunda isimlerini görüp, acaba hayatta şimdi nerede duruyorlardır diye merak ediyorum. Çocukluk gaddar bir dönem. Hayat inşallah hepsini Pekemez hale getirmiştir.

Dönelim aykırı masala, bir dış gücün gelip de çocuğu cezalandırmadığı "Yerinde Duramayan Filip'in Öyküsü"ne. Anne, baba ve Filip yemek masasına oturmuşlar. Filip hacıyatmaz gibi sandalyesinde ileri geri sallanıyor. Anne telaşlı, baba sinirli. Filip geveze üstelik, hiç de söz dinlemiyor; elini bağlasan ayağı kıpırdıyor. Sonuç olarak iskemlesi arkaya kaykılan Filip'in üzerine, yemek örtüsü ile birlikte bütün yemekler devriliyor. Anne ve babası kalakalıyor. Bu olay yaşandıktan sonra ne olduğuna dair tek bir veri yok elimizde. Sahneyi anlatan resimde, baba tek ayağı üzerinde kollarını havaya kaldırmış, ağzı açık kalmış. Anne de ayaklanmış, tek elini şaşkınca yana açmış diğer eliyle gözlüğünü tutuyor. Filip'i göremiyoruz; kırık tabaklar ve şişe ile çatal bıçakların saçıldığı örtünün altında olduğunu biliyoruz. Resmin iki yanından, kırbaç olarak kullanılabileceğini tahmin edebileceğimiz iki çift süpürge benzeri nesne sallanıyor. Diğer hikâyelerde hem yazılı hem de görsel olarak açıkça tasvir edilen cezalar, burada tamamen belirsiz bırakılmış. Acaba anne babası Filip'i dövecekler mi? Konu askıda. Diyelim ki dövecekler, Hoffmann neden bunu söylemiyor alenen? Bildiğimiz tek şey, anne ve babasının bu durumla baş etme konusunda korkunç çaresiz oldukları.

Tıpkı bugün hiperaktif damgasını vurduğumuz çocuklar ve onların aileleri gibi.

Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), çocuklarda gözlemlenen önemli bir zihinsel bozukluktur. Patogenezi [hastalığın gelişimi] ve tedavisi ile yetişkin psikiyatrisindeki rolü, şu anda hararetli tartışmaların konusudur. DEHB'nin tipik semptomları, 1846 gibi erken bir tarihte, daha sonra Frankfurt'ta ilk akıl hastanesini kuran Doktor Heinrich Hoffmann tarafından tanımlanmıştır. Bu tanım, ilginç bir şekilde, 3 yaşındaki oğlu Carl Philipp için tasarladığı "Struwwelpeter" adlı bir çocuk kitabında yayınlanmıştır. Semptomatolojisi [belirtileri], "Yerinde Duramayan Filip'in Öyküsü"nde renkli resimlerle etkileyici bir şekilde tasvir edilmiştir, bu muhtemelen bir tıp uzmanı tarafından DEHB'den söz edilen ilk yazılı kaynaktır. Açıkça görülmektedir ki, DEHB teşhisi modern zamanların bir "icadı" değildir.[viii]

Akıl hastalarının deli olarak adlandırıldığı, içlerine şeytanın kaçtığı düşünülen zamanlar hiç eski değil. Hoffmann, tembellikle suçlanıp hapishanelere tıkılan bu kişilerin daha iyi koşullarda iyileştirilebileceğine inanıyordu. Önce hayallerinin peşinden koştu, sonra onları gerçekleştirdi. Asıl hayali yazar olmaktı, babası bu işte para olmadığını söyleyip onu doktor olmaya yönlendirmişti. Hem doktor, hem yazar, hem de hayalperest oldu. Toplumda kazandığı saygınlığı fon kampanyasına katık yapıp "Anstalt für Irre und Epileptische"[ix] adındaki, Almanya'nın modern anlamda ilk akıl hastanesini kurdu. Yahudiler'i de kabul eden bu hastanenin, birkaç kuşak sonraki yöneticisi Alois Alzheimer oldu. Bu insanlar ayrım gözetmeksizin insanların acılarını dindirmeye hayatlarını adadılar.

Almanya'nın ilk modern akıl hastanesi: “Anstalt für Irre und Epileptische”

The #sosyalmafyafenomeni ile bir devletin olası ilişkilerinin Sur-Reality Show'unu izliyoruz birkaç haftadır. Resmi tarihini bellemekten kaçınmaya çalıştığımız yetmezmiş gibi, bir de ülkenin mafyozo tarihine maruz bırakılıyoruz. Daha Fetöstan olaylarını atlatamamış, yepisyeni normale ayak uyduramamışken…

Biliyorum sen de bencileyin ha bire gezmek, gün yüzü görmek istiyorsun. O zaman paylaştığım fotoğraflara bakmaya ne dersin. Müze şahane, tüm kahramanların tasvirleri duvarlarında ete kemiğe büründürülmüş, capcanlı işlenmiş. Yapının mimarisi falan müthiş. Bir de müzenin çıkışında, meydanın tam karşısında bir pastane var ki, dibin düşer. Yedim tabii yerel Frankfurter[x] tatlılarını. Ama ne yapayım yine de aklım bir karış havada. Şekerim yükseldi herhalde. Flana da kendinden geçiriyor, insanın aklına annemin "Aman evladım karışmayın böyle meselelere." dediği türden bin bir türlü yaramaz fikirler, savruk düşünceler sokuyor.

Amerikalı-Filistinli bir genç, "Sosyal medyada uyduruk paylaşımlar yapmayı boş verin, gerçek bilgileri paylaşın." diye haykırıyor. Tarihi olguları anlattığı, istatistiklere dayandırıp, kaynak verdiği videolar hazırlıyor. Hafıza özürlü coğrafyamda, çoğu zaman başlamaktan ödüm kopsa da, hiçbir zaman bitiremeyeceğim ihtimaline razı geliyorum. Şimdi ve şu anda elimden geleni yapıyor, yazıyorum. Artık Yeter! Ben Doktor Ziya amcaların hikâyelerini dinlemek, dünyanın tüm müzelerini karış karış gezmek, hep belgesel hep belgesel izlemek istiyorum.

Acaba nasıl disipline edeceğiz bu mafyayı? Etmeyeceğiz. Kendi içimizdeki canavarı evcilleştirdikçe, görüp öğrenecek bizden! Böyle böyle, yasama, yürütme ve yargıyı ayağa kaldıracağız…

"Anneanne koş bunları kulaklarından tavana çivile!" diyecek halimiz yok ya…

Yazarın diğer yazıları için bloğunu ve Instagram hesabını takip edebilirsiniz.


[i] I've always been and will always be an optimist. Don't talk to me of Schopenhauer. People are better than many think; one must only remain strict and truthful with oneself and indulgent and benevolent with others, demanding much from oneself and little from others.

[ii] https://medium.com/@nefinpera/ba%C5%9Flamak-neden-zordur-bir-metilfenidat-kullan%C4%B1c%C4%B1s%C4%B1n%C4%B1n-g%C3%BCnl%C3%BC%C4%9F%C3%BC-ede859cae318

[iii] https://www.struwwelpeter-museum.de/en/

[iv] Türkçe masal adları için Tintenfass Yayınevi'nden çıkan Mehmet Emin Ertürk'ün çevirisini kullandım.

[v] https://www.lambiek.net/artists/h/hoffmann_dr_heinrich.htm

[vi] Politically correct

[vii] https://journals.oregondigital.org/index.php/konturen/article/view/3526/3290

[viii] https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/15276664/

[ix] https://www.uni-frankfurt.de/68268705/Bedlam_Castle__on__Monkey_s_Rock__an__Institute_for_Epileptics_and_the_Insane

[x] Frankfurter Kranz

Yazarın Diğer Yazıları

Kadim dostum Paula'nın hikayeler evinde

Bir yanım beni sükunete çağırırken diğer, pek bilmediğim, sakladığım, bastırdığım yanım sözlüğümde yer vermediğimi sandığım kin tutmak ihtiyacı ve intikam almak arzusunu bas bas bağırıyor

Erkek insan doğurdu

Çok sancılı oldu bu yazım süreci. Yazdım sildim, tekrar yazdım, tekrar sildim. Yazıyı bitirdim, son biz kez okudum, yattım zar zor uykuya daldım. Sabahın üç buçuğu, kasıklarımda derin bir sancı. Karnım burnumda. Iıııhhhh… Ikınıyorum. Nasıl çıkaracağım bunu içimden. Derin bir endişe daha da büyük şaşkınlık. Korku kocaman. Erkekler doğur(a)maz ki. Tek ıkınışta çıkıyor. Yok artık. Dokuzuncu çocuğunu tarlada bir çırpıda doğuran köylü kadın anlatmıştı da inanmamıştım. Nasıl olur, daha zor olmalıydı sonuçta bu benim ilk doğumum. Tüm endişelerim bir anda siliniyor. "Ohhh kurtuldum!" derken, kâbus bitiyor karabasan başlıyor

Hermann Hesse ile buluşma

Lugano'ya girdiğim anda büyülü bir tabela dikkatimi çekti: Hermann Hesse Evi! "Nasıl yani, Hermann Hesse'nin evi burada mıymış?"