21 Şubat 2021

Bır bır Addis, bip bir Ababa

Afrika'nın görünen yüzü değişecek. Yirmi birinci yüzyıl, Afrika'nın olacak. Çocuklarımız ve torunlarımız bizimkinden bambaşka bir haritada yaşayacaklar

Karşılaştığımız her kişi, bizzat kendimiziz.

Kahverengi, ince, uzun. Omurgası dik, omuzları öne doğru çökmüş, hafifçe çok değil. Çıplak. Sol omzundan önüne ve arkasına akan bir karış genişliğinde pamuklu kalın kumaş, bedenini dizlerinin altına kadar örter gibi yapıyor. Şehrin kıyısında, işlek bir dönemecin kenarındaki kaldırımda, özünü yitirmiş bir Afrika savaşçısı. Yapayalnız. Poposunun yarısı ve penisi yandan görünüyor. Yüzü ise anadan doğma bakıyor. İleriye doğru boşluğu, boşlukla dolduruyor. Aç mı? Boş! Ne istiyor? Dilendiğini sanıyorsun. İki kolu yanda, aşağıda; avuçları karşıya bakık. Bütün varlığıyla, sadece bekliyor.

Arabayı sürekli durdurmak, her şeyi belgelemek istiyorum Afrika'ya geldiğimden beri. Diğer yandan, çok anlamsız gelse de. Bir sürü fotoğraf çekip Instagram'a koymak, hatta bir sergi açıp senin tarafından sevilmek istiyorum, övülmek, alkışlanmak, bol bol "like" almak.

Trafik kendi hızında akarken, kahve adam ile ünlü olma hayallerim uzaklaşıyor. Halbuki o anı yakalayıp hapsedebilseydim…

Arabanın sağ aynasında sabitlenmiş bir görüntü. Bisikletli genç delikanlı, arka kaportaya sol elini vantuzlamış. Kahve adam aynada küçüldükçe, vantuzsiklet aynı boyutta bizimle ilerliyor. Hızlanmıyorum. İşte bunun da fotoğrafı çekilmeli, o an da sonsuzlaştırılmalı. Her an kaybolan ödüllü bir fotoğraf çünkü. Hayat böyle akıp gitse. Önümdeki araba yavaşlayıp durunca, bisikletli taşıtımızdan kopup yoluna devam ediyor. Bir anlık arkasını dönüyor. Göz göze geliyoruz. Gülümsüyorum. Gülümsüyor. Bembeyaz dişler, kapkara bir ten.

Zaman Afrika'da akıyor.

Herkesin kendi hayatını seçtiğini, her birimizin güçlü ve değerli olduğunu bilsem de…

"Yok canım, böyle bir hayatı seçmiş olamaz, bunca sefaleti…" diyor içimdeki malum ses.

Diğer ses "Bal gibi de öyle!" diye haykırıyor.

Bizi Etiyopya'ya hangi rüzgâr attı?

Ortaokulda olmalıyız. Sınıfımıza, adını daha önce hiç duymadığım Mali denilen bir ülkeden; kumral, güler yüzlü, ufak tefek bir çocuk geldi. Boyum çok geç uzadığı için hep en ön sıraya oturtuluyorum. Kerem ile, liseye kadar ya yan yana ya da önlü arkalı oturtulduk. Yılla sonra onu bir iş için ziyaret ettiğimde, karşımda ufak tefek bir çocuk yerine, benim boylarımda bir adam gördüğümde hayrete düşmüştüm. Hayatıma yeni bir renk getirmişti o yıllarda, sürü sepet hikayesi vardı. İçlerinden sadece bir tanesi bugün gibi capcanlı.

Mali'nin başkenti Bamako'da her yerde akrep yaşarmış, ve sık sık sokarlarmış insanları. Hemen orayı çizerler, akan zehri kapkara bir taş basıp çekerlermiş. O yıllarda babasının görevli olarak çalıştığı Birleşmiş Milletler'in ne olduğunu bilmiyordum. Epey kapısını aşındırıp, ancak yurt dışından gelen bir ekip tarafından yapılan tarafsız sınavı aştıktan sonra girebildiğim bu kurumda beş yıl çalıştım. Kader bu ya, ablamla aynı dönemde başladık çalışmaya, o hâlâ devam ediyor.

Ablam kadınların yüzyıllardır erkeklerden şiddet görüp, bu durumun "Aman canım altı üstü dayak" diye geçiştirildiği gezegenimizde mücadele veriyor. Elimizin kirini daha büyük bir kitleye duyurabilmek için, Afrika Birliği'nin merkezi olan Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'ya taşındı. Zamanlama müthişti, ben yeni bir iş ve anlam arayışında, Çınar da ara dönem tatil arifesindeyken; uçak biletimizi yollayınca atladık gittik.

Uçağın, tekerlekleri kara reçinesini asfalta yapıştırıp kapısı açılınca, içeriye mis gibi bir hava doldu. Saatler boyunca çıkarmayıp, ara ara tazelediğimiz maskelerimizi bir anlığına açmanın verdiği huzurdan mıdır ne? İlerleyen günlerde o maskelerin aslında Korona için değil, egzoz kirliliğini bertaraf etmek için takıldığına yüzde yüz ikna olacağız. Denizden 2355 metre yüksekliği ile, dünyadaki dördüncü en yüksek başkentteyiz. Ekvator'a yakın olduğu için gece ile gündüz ortadan ikiye bölünmüş. Güneş, altı buçuk gibi doğup aynı saatlerde batıyor. Haziran-Temmuz arası süren yağmur sezonunun dışında hava gündüzleri 25 derecede seyrediyor, geceleri ise 10 derecenin altına pek inmiyor. Tropik desen değil, hava kuru; ancak envaiçeşit bitki yetişiyor.

İlk günlerimiz, Çınar'ın okulu online devam ettiği için, ara ara dışarı çıkmakla birlikte daha çok evde geçti. Sokağı arabadan deneyimlemeye çalıştık. Ülkeyi hiç tanımadığımız için ürktük işin aslı. Asfalt olan ana caddelerden ara sokaklara girdiğimiz anda engebeli, çukurlu toprak yollar karşıladı bizi. "Gecekondu", adını hak ediyor Addis Ababa'da. Ana malzemesi az tahta, az teneke olan barakaların bırak bir gecede, birkaç saatte çatılması mümkün. Burada "nezih mahalle" diye bir kavram yok. Bütün mahallelerde yüksek binalarla, gecekondular sarmaş dolaş.

Çabuk adapte olmak için, geldiğimizin ikinci gününde arabaya el koydum. Batılıların araba kullanmayı tercih etmediği trafik akışında -gerçi Covid-19 yüzünden çoğu ülkelerine dönmüş- biz Orta Doğuluların uyum sağlama sorunu yok. Ankaralılar bilir, eğer Siteler'de araba kullanabiliyorsan, Addis Ababa'da hayli hayli kullanırsın. Önüne ha bire; sağdan soldan, alttan üsten birileri kırar. Şaşırıp da korna çalarsan, o kırılası elleri sanki haklılarmış gibi camdan çıkıp "Belanı mı arıyorsun lan?" selamı çakar.

İlginçtir, çoğu zaman ortamdaki tek beyazlar olmamıza karşın, hiç öteki hissettirilmedim bu şehirde. Hatta beyaz olduğumun farkında bile varmadım. Tavırlar o kadar aynı ki. İlk izlenimim bizden daha az agresif oldukları yönünde. Gerçeği öğrenmek için birlikte daha çok vakit geçirmek gerekebilir. Sokaklar işsiz güçsüz genç erkekler, çocuklar ve bebekli kadınlarla dolu.

İnsanlar trafikte bir şeyler satmaya çalışıyor; sepet, askı, su; o sırada ellerine ne geçerse. Hatta bir tanesi bildiğin beyaz tahta satıyordu, okullarda kullanılanların küçüğünden. Bir sürüsü de dileniyor. Yükseklikten, havanın görece daha az sıcak olması ya da mevsimden olsa gerek etrafta kara sinek yok. Var da çok az. Bu da durumu Hindistan'daki sefalet görünümünden farklı kılıyor. Kahire'yi alıp 2300 metreye çıkarmış, biraz daha sakinleştirmişsin gibi. Mısır'da hiçbir satıcı ya da dilencinin elinden kurtulamazsın. Burada sadece ısrarcılar.

Dikkatimi en çok bitirilememiş yüksek beton yapılar çekiyor. Şehrin her tarafına eşit olarak serpiştirilmişler. Yeni tanıştığım Etiyopyalılara sorduğumda, önce bir afallıyorlar; durumun farkında değil gibiler. Bir ülkeye, bir şehre adım atmanın bakir günleri çok kıymetli. Henüz alışmadan not tutmalısın, çünkü ortama hızla uyum sağlayıp unutuyorsun ilk elden deneyimlediklerini. Yeni yerler sana kendi ülkeni taze bir gözle görme imkânı sağlıyor. Kendi ülkene ilişkin körleştiğin somut gerçekleri baştan sorgulatıyor.

Çocukken, Afrika kıtası tek bir ülke gibiydi bizler için; her yeri kara, her yeri köle ve sömürge. Arap bacının memleketi. Arap da zaten zenci demekti. Siyah, siyahi nedir duymamıştık. Ancak Etiyopya'yı bilirdik, derisi kaburgalarına yapışmış çocuğun ülkesi; tabaklarımızda tek pilav tanesi bırakmaktan ürktüğümüz görüntünün kaynağı. O zamanlar Habeş İmparatorluğu'nun; Afrika'nın yüzlerce kabile ve krallığının dünya tarihindeki yerini bilmezdik. Yaşlı kıtanın olağanüstü kültürel zenginliğinden haberimiz yoktu. Beyaz insan için tek zenginlik madenlerinden ibaretti. Bütün insanlığın, her birimizin kökeninin; anamızın atamızın Afrika olduğunu söyleseler, boş boş bakardık.

İşte tam da bu gerçeklerle yüzleştiğim bir yere götüreceğim seni bugün. Adı her ne kadar müze olsa da, daha çok bir sergi ziyaret edeceğiz. İnternette, Addis Ababa'da gezilecek yerler diye arattığımda şahane yorumlar almış bu yere, fotoğraflarına göz atma imkânım olsaydı, asla gitmezdim. Gerçi içeride fotoğraf çekmek yasak. Müze, modern baskı yöntemleri ile vinile basılmış, oradan buradan aparılmış görsellerle bezenmiş yazılı panolardan oluşuyor. Bu durum sakın seni yanıltmasın. Bugüne dek gezdiğim müzeler içinde, en etkilendiklerim arasında sayabilirim. Ziyaretim bittikten sonra, terasından yarım saat oturarak kendime gelmeye çalıştım. Tropik tadı olan gazoz bana yardımcı oldu.

Eğer kendini arıyorsan bu yazı senin için.

"Unbound[2] Africa" müzesinin kapısını güler yüzleriyle açan genç kadın ve erkek ziyaretimiz boyunca bizi yalnız bırakmayacak. Modern ve niteliksiz bu binayı mesken tutmuş olan müze, acayip bir şekilde ruhumuzun derinliklerine işleyecek.

Gel, düşüncelerini kışkırtıp ruhunu karıştıracak bir deneyim için.
Gel, içgörülerini canlandırmak için.
Gel, ruhunun iadesini talep et.[3]

Çok iddialı değil mi? Gözleri alçak gönüllülükle parlayan iki genç ruh, beni müzenin önermesinin yazılı olduğu piramidin ön yüzüne getiriyor.

Kaderimiz, kendi kendimize söylediğimiz anlatıya ve kim olduğumuzla ilgili doğru olduğuna inandığımız şeylere bağlıdır. Kaderimizi şekillendirme arayışı, köklerimizi hatırlamamızı, gerçekliğimizi incelememizi ve en yüksek ideallerimiz olan barış, refah ve ilerlemeyi içeren bir gelecek inşa etmemizi gerektirir. Unuttuğumuz şeyi hatırlamak ve geri almak için, Sankofa "geçmişe dönüp geri alma" sürecine girmeliyiz, ki geçmiş ve gelecek sonsuz şimdi ile bağlantı kursun.[4]

Bu kocaman laflar, yüreğime işliyor. İçimden tekrar tekrar okuyorum. Sindirmek, geçmişe dönüp hatırlamak, benim olanı yüksek sesle talep etmek ve geri almak için. Oysa müzeyi ziyaretim boyunca bütün metinleri Ababa okuyacak benim için. Ababa çiçek demek, genç kadın rehberimin adı bu. Addis de yeni demekmiş; yani Etiyopya'nın en son başkentinin adı "Yeni Çiçek" demek. Tarih boyunca başka başkentleri de olmuş.

Unbound Africa Museum, sadece Etiyopya değil bütün Afrika'ya ilişkin bir uzam ve zamanda, adeta boşlukta duruyor. İnternetteki yorumlar siyahların özlerini keşfetmeleri ve "Afrikalılık"larıyla tekrar gurur duymalarıyla ilgili daha çok. Afrika'da ezilmişlikle gurur ikiz kardeş gibiler. Oysa ben bu ülkede rengimin farkında değilim. Afrika beni olduğum gibi kabul ediyor. Yıllar önce arkadaşlarımın hediye ettiği National Geographic gen testinde, ana babamın köklerini tam da bu topraklardan aldıklarını görmüş, bu toprakları merak etmiştim. Ancak ideal gezi listem söz konusu olduğunda Afrika, Güney Amerika'yı asla geçememiştir. Hayatın beni, Güney Amerika'dan önce Afrika'ya; Afrika'da da "Köklerin Diyarı"[5] diye adlandırılan Etiyopya'ya getireceğini aklımdan bile geçirmemiştim.

En eski insan addedilen Lucy anamızın; insanlığımızın özünün göbeğindeyiz. Piramidin dördüncü yüzüne geldiğimizde çoktan bambaşka bir boyuta geçmiş durumdayım.[6]

Cevap aradığımız sorular:
Kalkınma/Gelişim nedir? Gelişmiş ya da gelişmekte olan kimdir? Bu neden önemlidir? Gelişme nasıl ortaya çıkıyor?
Kendimizle başlarız: Biz kimiz ve kim olmak istiyoruz?

"Development" kelimesini "kalkınma" olarak çevirirsek, aklımız bireyden ülkeye kayar. Gözümüzün önüne sanayi kalkınmanın simgesi, bacası tüten fabrikalar geliverir anında. Oysa "Unbound Africa" müzesi ulusal bir kalkınmadan söz etmiyor. Hatta ulusun lafını bile etmiyor. Bireysel gelişim ile evrensel kalkınma arasındaki birbirinden ayrılmaz bağı, "independent"[7] ve "codependent"[8] gibi kelimelerle ifade ediyor. Özgürlüğü bağımsız, yani diğerlerinden bağımsız ya da kopuk olmak olarak değil, birbirimizle kurduğumuz bağların değeri üzerinden kuruyor. Evrendeki bütün canlı ve cansızların birbirleriyle olan nazik, kırılgan ve bir o kadar sağlam bağını merkeze yerleştiriyor.

Çınar bu aralar ha bire göbeğini gösterip, annesiyle olan bağından söz ettikçe cinlerim tepeme çıkıyor. Zamanlama manidar. İçimden "Yahu evladım baba denilen şeyi sen 'wireless/kablosuz' mu sanıyorsun?" diye haykırmak geliyor. Sence yedi yaş cinsel eğitim için erken mi? Okula gidip babasının hayatındaki işlevini tüm sınıfa anlatması ve velilerin oklarını üzerime çekmeye ne niyetim ne de cesaretim var! İçinde bir hayatı büyütememiş olmanın dayanılmaz eşitsizliği içinde kavruluyor; kendimi çaresiz ve eksik hissediyorum. Müze ziyaretine devam.

İnsanlık, uzun süre erkeğin işlevinden habersiz, analığın yüceltildiği anaerkil bir dönem yaşamış. Bu dönem boyunca erkek ikinci sınıf vatandaşmış. Ta ki buzul dönemi gelip, beden gücüne ihtiyaç ön plana çıkıncaya kadar. Sonrasında gelen ataerkil dönem ve kadına karşı şiddet dengeleri tersine çevirmiş. "Unbound Africa" bize bunların sentezi olan yeni bir dönem öneriyor, her birimizin içimizdeki kadın ve erkeği dengelediği başka bir dünya. Siyaset ve tinselliğin benzer bir şekilde harmanlandığı başka bir mekânda bulunduğumu hatırlamıyorum.

Bütün bir insanlık tarihini Ababa'nın yumuşacık sesinden dinliyorsun. Genç erkeğe ne mi oldu, o meğerse stajyermiş, ara ara ortadan yok olup, sonra yanımızda beliriyor. Eh bu durum da epey manidar, öyle değil mi?

Aklıselim bize İsa Peygamber'in batı kiliselerinde gördüğümüz gibi pembe yanaklı ak pak birisi olmadığını söylese de, yıllar içinde güçlenen Avrupamerkezli bakış açısı aksine inanmamızı sağlar. Mısır medeniyeti için de benzer durum söz konusudur. Mısırlılar ülkelerine hiçbir zaman Mısır dememişler. Eski Mısır'ın dili olan "Medu Neter", ülkesini "Kemet" yani kara toprak olarak adlandırıyor. Topraktan gelip yine ona döndüğümüze göre, Mısırlıların renkten ne kastettiği ortada. "Unbound Afrika" renk ya da ırk ötesi idealler üzerine kurulmakla birlikte, tarihe yön vermiş siyah kadın ve erkeklerden de söz ediyor, sergide. Bu kişilerin belki yarısının adını biliyorum. Hayatlarımız Asya ve Avrupa arasında sıkışıp kalmış. Oysa batılı ülkelerin televizyon kanallarında Afrika ve dünyanın birçok yerinde neler olup bittiğine ilişkin sürüyle haber yapılır. Çok içimize kapanmışız.

Yolculuğun en kıymetli kısmı Burkino Faso'dan Dagara Kabilesi ile tanışmak oldu. Neden geriye dönüp, bizim olanı talep etmemiz gerektiğini hatırlatan iki önemli bilgelik ile karşılaştım. Dagara kabilesinde kadınlar hamile kaldıklarında topluluktan biraz uzaklaşıp hayata getirecekleri bebek ile derin bir iletişime giriyorlar. Meditatif bir hal. En basit anlamıyla, doğmamış çocuklarını dinliyorlar. Hayattaki iki çocuğumu çoğu zaman duymakta zorluk çeken bir baba olarak, derinden sarsılıyorum. Çocuklarımızın nelere yetenekleri olduğunu gözlemleyip onları doğru eğitime yönlendirmek ve mutluluğa giden yolda ellerinden tutmaktan bile aciz toplumlarda yaşıyor ve gelişmiş olduğumuza inanıyoruz. Anneler, kadınlar bebeklerini dinliyor, algılıyor ve adlarını ona göre koyuyorlar. Dagara kültüründe, can alıcı ve hayat verici bir uygulama daha var. Bir kişi yoldan çıkıp suç işlediğinde, onu toplumdan dışlamıyor, hapsetmiyorlar! Sorumluluğu topluluklarında arıyor, ne yaptıkları ya da yapmadıkları için, söz konusu bireyin bu yola girdiğini sorguluyor; özel seremonilerle söz konusu suçluyu bağırlarına basıyor, suçtan bir arada arınıyorlar.

Açlık ve sefalet görüntülerinin yanı sıra, en özel kağıtlara basılmış muhteşem fotoğraflı lüks kitaplardan tanıdığımı sandığım Afrika'yı; sıradan baskılı metinlerden okunan bu müzede bulacağımı nereden tahmin edebilirdim ki!

Yine yol kenarı, başka bir kaldırım. Bir baba, on üç on dört yaşlarındaki engelli oğlunu bağrına basmış. Çaresiz. Yüzü anadan doğma bakıyor. İleriye doğru boşluğu, boşlukla dolduruyor. Dört beş yaşlarındaki diğer oğlu, dünya tatlısı, dünya dilencisi, arabaların arasında hayat mücadelesi veriyor.

Gel, düşüncelerini kışkırtıp ruhunu karıştıracak bir deneyim için.
Gel, içgörülerini canlandırmak için.
Gel, ruhunun iadesini talep et.[9]

Sanki Mevlâna çağırıyor. Afrika güneşinin altında yeni bir şey yok. O güneş bizimkiyle aynı güneş olmasın. Yoksa evrendeki güneşlerin hepsi tek bir güneş tozundan doğmasın.

Kaderimiz, kendi kendimize söylediğimiz anlatıya ve kim olduğumuzla ilgili doğru olduğuna inandığımız şeylere bağlıdır. Kaderimizi şekillendirme arayışı, köklerimizi hatırlamamızı, gerçekliğimizi incelememizi ve en yüksek ideallerimiz olan barış, refah ve ilerlemeyi içeren bir gelecek inşa etmemizi gerektirir. Unuttuğumuz şeyi hatırlamak ve geri almak için, Sankofa "geçmişe dönüp geri alma" sürecine girmeliyiz, ki geçmiş ve gelecek sonsuz şimdi ile bağlantı kursun.[10]

Dilenciler Addis'te bır, bır diye dilene; arabalar Ababa'da kornalarını bip bip diye çaladursunlar. Afrika'nın görünen yüzü değişecek. Yirmi birinci yüzyıl, Afrika'nın olacak. Çocuklarımız ve torunlarımız bizimkinden bambaşka bir haritada yaşayacaklar.

Bu kıtada rengimin farkında değilim. Afrika beni olduğum gibi kabul ediyor. Çünkü ben öyle istiyorum. Kendi kendime söylediğim anlatı bu, kim olduğumla ilgili doğru olduğuna inandığım bu görüş kaderimi belirliyor.


[1] Etiyopya'nın para birimi, Birr ya da Bır.

[2] Bağımsız, bağını çözmüş, serbest

[3] Come, for an experience that is thought-provoking and soul-stirring. Come for the vitalizing insights.

Come, reclaim your spirit. https://africaunboundmuseum.com/

[4] Our destiny depends on the narrative we tell ourselves and what we believe is true about who we are. The quest to shape our destiny requires that we remember our roots, examine our reality, and build a future that incorporates our highest ideals: peace, prosperity and progress. To remember and reclaim what we have forgotten, we must engage in a process of Sankofa – "to go back and get it" – so that the past and the future connect in the eternal now. https://africaunboundmuseum.com/vision-mission

[5] Ethiopia, the Land of the Origins

[6] The questions to which we are seeking answers:

What is development? Who is developed and who is developing? Why does it matter? How does developement come about?

We begin with ourselves: Who are we and who do we want to become?

[7] Bağımsız

[8] Birbirine bağlı

[9] Come, for an experience that is thought-provoking and soul-stirring. Come for the vitalizing insights.

Come, reclaim your spirit. https://africaunboundmuseum.com/

[10] Our destiny depends on the narrative we tell ourselves and what we believe is true about who we are. The quest to shape our destiny requires that we remember our roots, examine our reality, and build a future that incorporates our highest ideals: peace, prosperity and progress. To remember and reclaim what we have forgotten, we must engage in a process of Sankofa – "to go back and get it" – so that the past and the future connect in the eternal now. https://africaunboundmuseum.com/vision-mission


Yazarın diğer yazıları için bloğunu ve Instagram hesabını takip edebilirsiniz.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadim dostum Paula'nın hikayeler evinde

Bir yanım beni sükunete çağırırken diğer, pek bilmediğim, sakladığım, bastırdığım yanım sözlüğümde yer vermediğimi sandığım kin tutmak ihtiyacı ve intikam almak arzusunu bas bas bağırıyor

Erkek insan doğurdu

Çok sancılı oldu bu yazım süreci. Yazdım sildim, tekrar yazdım, tekrar sildim. Yazıyı bitirdim, son biz kez okudum, yattım zar zor uykuya daldım. Sabahın üç buçuğu, kasıklarımda derin bir sancı. Karnım burnumda. Iıııhhhh… Ikınıyorum. Nasıl çıkaracağım bunu içimden. Derin bir endişe daha da büyük şaşkınlık. Korku kocaman. Erkekler doğur(a)maz ki. Tek ıkınışta çıkıyor. Yok artık. Dokuzuncu çocuğunu tarlada bir çırpıda doğuran köylü kadın anlatmıştı da inanmamıştım. Nasıl olur, daha zor olmalıydı sonuçta bu benim ilk doğumum. Tüm endişelerim bir anda siliniyor. "Ohhh kurtuldum!" derken, kâbus bitiyor karabasan başlıyor

Hermann Hesse ile buluşma

Lugano'ya girdiğim anda büyülü bir tabela dikkatimi çekti: Hermann Hesse Evi! "Nasıl yani, Hermann Hesse'nin evi burada mıymış?"