15 Kasım 2020

Maya Deren ve sihirli imgeleri

Erkeklerin dünyasında, erkeklere has gibi görünen işleri kendi bildikleri ve de canlarının istediği gibi, büyük bir yaratıcılık, zeka ve yetenekle yapmış olan kadınların hikayelerini yeniden ziyaret etmenin bugün bize güç ve ilham vereceğine inanıyorum. Bu kadınlardan biri de, 1940'larda, alışılageldik "sinema" formunu paramparça edip kamerasının dansın, hareketin, zamanın ve anlamın arasında serbestçe dolandığı filmler çekmiş, sinemada yeni bir dil yaratmanın olasılığını gözler önüne sermiş bağımsız, özgür, deneysel ve çok katmanlı filmleriyle bugün dahi bizler için ilham kaynağı olmaya devam eden Maya Deren

Kadınların sanatın farklı alanlarındaki görünürlüğünün ve aktifliğinin, hayatın pek çok alanında olduğu gibi ancak 20. yüzyılla birlikte -yeterli olmasa da- arttığını biliyoruz. Birkaç ay önce yine bu köşede, Hilma af Klint üzerine yazdığım yazıda verdiğim referansa geri dönecek olursam, Linda Nochlin'in 1971 tarihli makalesi "Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?" da tam da bu konuya işaret eden bir kaynaktır ve söz konusu mesele için bir nevi kırılma noktasını da yaratmıştır. Nochlin'in makalesi plastik sanatlar alanını işaret ettiyse de, 19. yüzyılın sonlarında keşfedilen ancak yerleşik bir sanat dalı olarak kabul edilmesi 20. yüzyıla uzanan, dolayısıyla en yeni ve eşitlikçi olması beklenebilecek sanat disiplini olan sinema için de durum plastik sanatlardan farklı değildi. Bu yazıda, Hilma af Klint ve Georgia O'Keeffe yazılarımdakine benzer -bu kez sinema alanından- bir kadın portresine yer vermek istedim. Zira çok kısa ömrüne tezat oluşturacak boyuttaki yeteneğiyle çağının çok ötesinde işler üreten bir vizyoner sanatçı / sinemacı olan Maya Deren'in, bugünün sanat teorisi ve görsel kültürü üzerinde önemli etkileri olduğunu ve bunların üzerinde konuşulması gerektiğini düşünüyorum.

Maya Deren'i tanımlarken sanatçı / sinemacı kalıbını kullandım ancak karşımızda koreograf, yazar, şair, araştırmacı ve film teorisyeni olarak, tam teşekküllü bir entelektüel olduğunu da eklemeliyim. 29 Nisan 1917'de S.S.C.B. bünyesinde olan Kiev'de dünyaya gelen ve 1922'de ailesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri'ne göç edip hayatını burada sürdüren Maya Deren, -doğum adıyla Eleanora Derenkowsky-'nin bir psikiyatr olan babası sayesinde, dönemin entelektüel ve bilimsel atmosferiyle iç içe bir ortamda büyüdüğünü biliyoruz. Gazetecilik, siyasal bilgiler ve son olarak İngiliz edebiyatı öğrenimlerinin ardından 1940'ta, koreograf Katherine Dunham'ın asistanlığını yapmaya başlamış ve onunla turnelerine de katılmıştır. Bu işbirliği tabii ki tesadüfi değildir. Deren'in, dini ritüellerle dans arasındaki ilişki ve beden üzerine düşünceleri onu Katherine Dunham'a götüren nedendir. Nitekim bu tarihlerden sonra pratiği tamamen bu düşünsel aks üzerinde şekillenecektir. 1942'de ikinci eşi Sasha Hammid (Alexander Hackenschmied) ile evlenen Maya Deren, o zamana dek, kendini yazar/şair/edebiyatçı/araştırmacı ve fotoğraf sanatçısı olarak konumlandırdığı kariyerini, sinema alanında çalışan Hammid'in de etkisiyle hareketli görüntü ve görsel kültür üzerine yoğunlaştırır ve bize Amerikan avangard sinemasının ilk örneklerini veren çalışmalar ortaya çıkar…

Maya Deren'in kendisinin yazıp, Sasha Hammid ile birlikte yönettiği ve başrolünü üstlendiği 1943 tarihli kısa film "Meshes of the Afternoon"u, Amerikan avangard sinemasının ilk filmi olarak tanımlayabiliriz. İlişkiler, seks, aşk ve ölüme dair son derece girift bir anlatı sunan "Meshes of the Afternoon", sinemanın tüm büyülü araçlarının ustalık ve incelikle kullanıldığı, bugün bile ilham olmaya devam eden, bir deneysel başyapıttır. Başarısı Cannes Film Festivali'nden aldığı ödülle de resmileşen "Meshes of the Afternoon", dünyada en çok izlenen avangard film olma özelliğini taşıyor. 

Deren, "Meshes of the Afternoon"un ardından Sasha Hammid'den ayrılmış ve 1944'te "At Land"i ve Marcel Duchamp'ın da rol aldığı "The Witch's Cradle"ı, 1945 yılındaysa "A Study in Choreography for Camera"yı çekmiştir. Sanatçının filmleri çoğu zaman gerçeküstücü ve Freudyen okumalara tabi tutulmuştur. Deren'in gerçeküstücü sanatçılarla, özellikle de André Breton'la yakın arkadaşlıkları olsa da, kendisini hiçbir zaman bir gerçeküstücü olarak görmemiştir. Zira, Maya Deren filmlerinde sürrealizmin estetik evreninin tamamen dışında bir görsellik kullanır. Deren'in girift bir yapı ve döngüsel bir iç içe geçmişlikle süreklilik arzeden kavram ve imgeleri, sürrealistlerin "gerçek ve gerçek-dışı, hayat ve rüya" gibi ikilikler üzerine inşa edilmiş net ve keskin düalizminden çok başka bir yerde konumlanmaktadır. Psikanalist çözümlemeler konusundaysa, yine bu doğrultuda, sanatçının Freud'dan ziyade Jung'un arketipsel çözümlemelerine daha yakın durduğunu biliyoruz.


Maya Deren, Meshes of the Afternoon, 1943

Stüdyo sisteminin çoktan yerleştiği ve "Hollywood filmi" kavramının temellerinin atıldığı 1940'larda, salt ekonomik nedenlerle değil, teknik açıdan da stüdyo dışında, bağımsız filmler çekmek son derece güçtü. Fakat Maya Deren, 16 mm.'lik kamerasıyla alışılageldik "sinema" formunu paramparça edip dansın, hareketin, zamanın ve anlamın arasında serbestçe dolanmasına izin vermiş, film kamerasını kendinden önce kimsenin kullanmadığı gibi kullanarak yeni bir dil yaratmanın olasılığını gözler önüne sermiş ve pratiğiyle Amerikan avangard sinemasının ilk örneklerini vermiştir. Üstelik filmlerini dağıtacak bir dağıtım şirketi bulamayınca, işin bu kısmına da el atıp filmlerinin uluslararası dağıtımını dahi üstlenecek kadar, bağımsız sinema için emek vermiş bir yönetmendir. 

Maya Deren'in yapıtları, salt bağımsız sinema için değil, feminist sanat, video sanatı ve performans sanatı için de öncü kaynaklardır. Sanatçının, günümüz için bu denli önemli bir isim olmasının nedenlerinden biri de, çalışmalarında bizzat rol alarak kendini, filmlerinin kahramanı kılması ve böylece bir sanatçı personası yaratmış olmasıdır. Bu durum, dönemin sineması için son derece yeni bir yaklaşımdı muhakkak. Henüz feminist sanat gibi bir kavram ortada yokken Deren, kendi bedenini ve hayatını, yapıtının merkezine koymakta hiçbir beis görmemiş ve kendisinden sonra gelecek olan feminist sanatçı ve yönetmenler için ilham kaynağı olmuştur. Bu konuyu biraz daha açmak gerekirse, Maya Deren'in tüm pratiğinin, yani yazıları, fotoğrafları, araştırmaları ve filmlerinin, birbirlerini tamamladığını ve tam bir Gesamtkunstwerk örneği olduğunu söyleyebiliriz.

Deren'in pratiği, film çekme eylemi olmasından öte spiritüel açıdan değerlendirdiğimizde bir ritüele, bir ayine dönüşmesi açısından da önemlidir. Nitekim, Deren'in çoğu filmi için de bir "görsel-düşünsel ayin" tanımlamasını yapabiliriz. Deren'in dans, bedenin devinimleri, büyü ve farklı inanışlar konusundaki ilgisi, batı geleneğiyle başlamış olsa da, yaşamının son yıllarında Vodou inanışı üzerinde yoğunlaşmaktaydı. 1947'de Guggenheim Bursu'yla, çok merak ettiği Haiti'yi ziyaret eden ve burada uzun araştırmalarda bulunup çekimler yapan, hatta 1961'de hayatını kaybedene dek bu konudaki çalışmalarına odaklanan Maya Deren, söz konusu çekimlerin montajını tamamlayıp bitmiş bir filme dönüştüremese de elindeki ham görüntüleri zaman zaman yakın çevresine ve arkadaşlarına izlettiğini biliyoruz. Deren, Haiti'deki araştırmalarıyla ilgili olarak, 1953'te basılan "Divine Horsemen: The Living Gods of Haiti" başlıklı bir de kitap yazmıştır. Deren, avangard film teorisinden Haiti yerlilerinin inanışı olan Vodou dini ve onların ritüellerine dek uzanan ilgi ve çalışma alanıyla, aslında tam da bu iki konunun birbirine hiç de sanıldığı kadar uzak olmadığını, primitif olanla modern olanın -ve de birbirine uzak ya da tezat olduğu sanılan nice kavramın- nasıl iç içe olduğunu ortaya koymuştur da diyebiliriz. 

Hilma af Klint, Georgia O'Keeffe ya da Maya Deren… Erkeklerin dünyasında, erkeklere has gibi görünen işleri kendi bildikleri ve canlarının istediği gibi, büyük bir yaratıcılık, zeka ve yetenekle yapan bu kadınların hikayelerini yeniden ziyaret etmenin, yazılarını okumanın, resimlerine bakıp, filmlerini izlemenin bugün bize güç ve ilham vereceğine inanıyorum...

Yazarın Diğer Yazıları

Hüseyin Çağlayan ve perpetuum mobile

İstanbul’da uzun süre sonra bir Hüseyin Çağlayan sergisi gerçekleşiyor. Sanatçının Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki solo sergisi Souffleur, Çağlayan’ın multidisipliner tavrını tasdikli yaratıcılığıyla buluşturduğu bir alan. Hüseyin Çağlayan, zamanlar, mekânlar ve kimlikler üstü pratiğinde bir “perpetuum mobile” haliyle yol alırken Souffleur, bu harekete izleyicinin tanıklığını da katan bir arayüz oluyor. Çağlayan, bu arayüzle tüm denk gelişleri, karşılaşmaları ve ortak fikirleri bünyesine katıp sonsuz devinimine devam ediyor

12. Berlin Bienali: Dekolonyal sorular

Bu yaz Berlin'de Kader Attia küratörlüğünde gerçekleşen 12. Berlin Bienali, "Still Present!" olarak belirlenen kavramsal çerçevesiyle Batı'nın kolonyal tarihiyle -bir nevi- hesaplaşmasına katkıda bulunmak, dekolonyalizme dair sorular üretmek üzere yola çıkmış. Bienalin, yan etkinlikleri ve izleyiciyi süreçlere dahil eden çok katmanlı yapısıyla Berlin'in bitimsiz devinimine uygun bir yapı kurmayı başardığı söylenebilir

Shirin Neshat'ın rüyalar ülkesi

Pratiği ağırlıkla kendi köklerinden temellenen Shirin Neshat yeni projesi Land of Dreams’de bu kez bakışını, uzun süredir yaşamakta olduğu Amerika’ya çevirmiş. Rüya kavramına odaklanarak portre fotoğrafları, video çalışmaları ve bir uzun metraj filmi otobiyografik izler taşıyan görünmez iplerle birbirine bağlayan sanatçı, farklı disiplinleri aynı proje altında buluşturarak ayrı ayrı izlenebilen, yani tek başlarına birer bütün olan ama birlikte / art arda incelendiğinde de daha büyük bir örüntüyü meydana getiren bir eserler bütünü yaratıyor. Dirimart’ta devam etmekte olan Land of Dreams, izleyicisine rüyalar, siyaset, bireysel ve kolektif bilinçdışı üzerine düşünmek için elverişli bir alan açıyor