03 Ocak 2021

2021'in düşünsel aksları

Yeni bir yıla girerken, 2020'nin bize sanat ve görsel kültür alanlarında hangi kavramları getirdiğine bir bakarak, 2021'de neleri konuşup tartışacağımızı, yeni yılın ve akabindeki sürecin düşünsel akslarını görmek mümkün. Bu akslar, ilk etapta, sanatın dijital olarak deneyimlenmesi, özellikle Batı'da, kamusal sanatın kolonyalist figürlerden ve şiddetin temsili olan göstergelerden arınması, müzelerin demokratikleşmesi ve sanat çalışanlarının haklarının daha çok konuşulması olarak okunabilir

Geride bıraktığımız yıl, hayatın hemen her alanında olduğu gibi, kültür-sanat dünyası ve görsel kültür için de öngörülemeyen değişimleri barındırıyordu. 2020'nin bu alanlarda bize getirdiklerine bir bakmak istediğimizde karşımıza ilk olarak, pek de şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, Covid-19'un yayılımıyla birlikte müze, galeri ve diğer sanat kurumlarının kapanması çıkıyor. Önlemler kapsamında, kapılarını ziyaretçilere kapatan sanat kurumları, her ülkede farklı sürelerde kapalı kalmış olsa da, 2020'de, modern müzeciliğin başlangıcından bu yana, ilk kez sanatı fiziksel olarak deneyimlemenin imkansız olduğu zamanlar yaşadığımız, yadsınamaz bir gerçek. Türkiye özelinde, Mart ortasında izleyici kabul etmeyi durduran sanat kurumlarının, 1 Haziran 2020'den itibaren kademe kademe yeniden ziyaretçi almaya başladıklarını ve sonbaharla birlikte, programlarına devam ettiklerini söyleyebiliriz. Bu durum, tüm dünyada, kurumların sergilerini dijital alana aktarmalarını; programlarının, film gösterimlerinin, konuşmalarının, yine çevrimiçi mecralarda gerçekleşmesini beraberinde getirdi. Tabii bizlere de "Dijital sergi nedir / ne değildir / nasıl olmalıdır?" sorularını da hediye etti. Aynı durum, sanat fuarları için de geçerli oldu ve fiziksel olarak gerçekleşemeyen pek çok fuar, 2020'de çevrimiçi izleme odalarıyla mevcudiyetini devam ettirdi. 2021'de ve sonrasında, sanatı dijital olarak deneyimleme konusuyla ilgili konuşmak, tartışmak için bir hayli zamanımız olacağına inanıyorum; zira Covid-19'un tam olarak ne zaman gündemimizden çıkacağını bilememekle birlikte, pandemi tehlikesi söz konusu olmasa bile, önümüzdeki süreçte artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ve sanat fuarları ve kurumlarının, fiziksel dünyadaki faaliyetleri kadar, çevrimiçi varlıklarını da sürdürmeye devam edeceklerini biliyoruz. 

Covid-19'un yukarıda saydığım alanlar dışında, sanatın farklı dallarını da yoğun ve muhtemelen geri dönüşü olmayacak şekilde etkilediğini eklemeliyiz tabii ki. 2020, sinema sektörü için önemli bir dönüm noktası oldu. Bir tarafta bağımsız filmlerin can damarı olan film festivalleri ya iptal oldu ya da küçülerek online mecralara taşındı; diğer tarafta ticari filmler, sinema salonlarının tüm dünyada kapanmasıyla önemli bir açmaza girdi. Sonuçta filmleri "stream" kanalları üzerinden izlemek o kadar olağan bir durum oldu ki, Hollywood'un kimi büyük yapım firmaları dahi 2020 ve 2021'de vizyona sokacakları filmleri aynı anda "stream" kanallarında da gösterme kararı aldı. Warner Bros'un Wonder Woman 1984, Dune ve Matrix 4 gibi devasa bütçeli filmlerini sinema salonlarıyla aynı anda "stream"de de yayınlayacağını açıklaması, belki de sinema sanatı için geri dönüşü olmayacak bir sürecin başlangıcı oldu. Sonuçta tüm bu yaşananlar sinemayı, kolektif izleme deneyiminden soyutlayarak, kişisel ekranlarımızla, bireysel olarak deneyimleyeceğimiz bir mecra haline getirdi ve kuşkusuz 2021, bunun için teknolojik anlamda da bizlere yeni kapılar açmaya devam edecek. Geçtiğimiz yıl, çevrimiçi ortamlarda izlediğimiz tiyatro oyunları da oldu tabii. Her ne kadar, disiplinin doğası gereği, sahnedeki oyuncuları canlı izlemenin yerini doldurabilecek bir teknoloji henüz gelişmemiş ve binlerce yıllık bu sanat dalının varlığını geleneksel haliyle sürdürmesinin gerekliliği yadsınamaz olsa da, "hayatta olmaz" denilen pek çok fikrin mümkünlüğünü bizlere gösteren 2020'den sonra, 2021'de de tiyatronun da sayısal ortamla hemhal olma halinin -zorunluluktan değilse de- yeni olasılık ve yaratıcılıklara kapı açmak adına devam edeceğini söyleyebiliriz.

2020'nin görsel kültür açısından dönüm noktalarından biri de, üzerine detaylı bir yazı da yazdığım George Floyd'un 25 Mayıs 2020'de Minneapolis'te bir polis memuru tarafından öldürülmesi akabinde, Black Lives Matter protestolarıyla başlayan ve bunun bir uzantısı olarak, kolonyalist figürlerin heykellerinin indirilmesine yönelik hareketti. Birleşik Krallık'ta da yoğun olarak devam eden protestolar esnasında, Bristol'da köle taciri Edward Colston'ın 1895 tarihli dört metrelik heykeli, 7 Haziran günü protestocular tarafından sökülerek nehre atıldı. Kamusal mekanlarda yer alan kolonyalist heykellerinin kaldırılmasına yönelik ilk girişimler aslında 2015 yılında başlamıştı ve Güney Afrika'da, Cape Town Üniversitesi'ndeki Cecil Rhodes heykelinin kaldırılması talebiyle başlayan "Rhodes Must Fall" adlı protesto hareketi,  çok kısa sürede "All Must Fall" (Hepsi İndirilmeli) adını alarak farklı ülkelerde, özellikle de üniversite kampüslerinde yer alan sömürgeci ve köle tüccarı heykellerinin kaldırılmasını isteyen bir sivil ağa dönüşmüştü.  "All Must Fall" hareketi, Floyd cinayetinden bu yana daha da aktif bir biçimde sömürgeci heykellerin indirilmesi için çalışmakta ve Colston heykeliyle başlayan süreç, Oriel Koleji'ndeki Rhodes heykeli, Avrupa'da Winston Churchill ve Kral II. Leopold'un, ABD'de Kristof Kolomb ve Theodore Roosevelt ‘in kimi heykellerinin indirilmesiyle, bir tür "tarihle hesaplaşma" olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımları olarak 2020'nin "pictural turn"lerinden biri oldu. "İlk adım" dedim zira, kolonyal tarihle hesaplaşmak sadece heykellerin indirilmesinden ibaret olamazdı ve olmadı da. Örneğin, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi yönetiminden, Roosevelt heykelinin kaldırılmasından hemen sonra, halihazırda sergilenmekte olduğu insan kalıntılarını ve kutsal nesnelerini ait oldukları halklara iade etmesi talep edildi. Dolayısıyla, önümüzdeki süreçte Avrupa ve Amerika'da yer alan müze ve sanat kurumlarının koleksiyonlarında, sergileme üslup ve yöntemlerinde ve de istihdam politikalarında yenilikçi ve eşitçi düzenlemelere gitmesi bekleniyor. Dolayısıyla 2021'le başlayan sürecin, görsel kültürün, şiddetin temsili olan eser ve göstergelerden soyutlanması için gerekli tartışmalara daha da fazla sahne olacağını söyleyebiliriz. 

Whitney Museum of American Art, 3 Eylül 2020, Fotoğraf: Spencer Platt/Getty Images

2020'nin sanat dünyasındaki başat gündemlerinin, birbirlerine yakın akslar üzerinden ilerlediğini görüyoruz. Yılın üzerine en çok konuşulan konularından biri de, ABD'nin en köklü müzelerinden MET'in 2021 yılında tüm stajyerlerine maaş ödeyeceğini duyurmasıydı. Tüm dünyada zaten uzun yıllardır suistimal edilen "gönüllülük" ve "stajyerlik" kavramlarının Covid-19 kaynaklı global ekonomik kriz ve sanat kurumlarındaki işten çıkarmaların da gölgesiyle daha da yerleşik bir artniyetli kullanıma yol açabileceği ortayken; MET'in bu hamlesi, sanat alanında çalışmanın bir "lüks" olmadığının konuşulması açısından önemliydi. Bu alanda 2019'dan bu yana çalışan "Art + Museum Transparency" (Sanat + Müze Şeffaflığı) inisiyatifinin, konuya dair önemli faaliyetlerinin katkısıyla, müze ve büyük sanat kurumlarındaki maaş adaletsizlikleri gündemdeydi. Pandeminin etkisiyle müze çalışanlarının işten çıkarmalara karşı sendikalaşmaları ve stajların ödemeli olması gerekliliğinin konuşulması, 2021'e de yansıyacağını bildiğimiz, umut veren tartışmalar oldu. 

Konunun bir de Türkiye ayağı var tabii. Sosyo-ekonomik gerçekliklerle birlikte okunduğunda, zaten çalışan hakları bakımından karnesi epey zayıf olan Türkiye sanat ortamında, müze, galeri ve diğer sanat kurumu çalışanlarının, sendikalaşma -ya da en azından dernekleşme- gibi bir hamlesinin sorunları çözümlere dönüştürebilmek için bir etki yaratması mümkün olabilir. Her halükarda, 2021'nin global ve yerel düzeyde sanat profesyonellerinin haklarının daha çok gündemde kalacağı bir yıl olacağı kesin.

Yazarın Diğer Yazıları

Hüseyin Çağlayan ve perpetuum mobile

İstanbul’da uzun süre sonra bir Hüseyin Çağlayan sergisi gerçekleşiyor. Sanatçının Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki solo sergisi Souffleur, Çağlayan’ın multidisipliner tavrını tasdikli yaratıcılığıyla buluşturduğu bir alan. Hüseyin Çağlayan, zamanlar, mekânlar ve kimlikler üstü pratiğinde bir “perpetuum mobile” haliyle yol alırken Souffleur, bu harekete izleyicinin tanıklığını da katan bir arayüz oluyor. Çağlayan, bu arayüzle tüm denk gelişleri, karşılaşmaları ve ortak fikirleri bünyesine katıp sonsuz devinimine devam ediyor

12. Berlin Bienali: Dekolonyal sorular

Bu yaz Berlin'de Kader Attia küratörlüğünde gerçekleşen 12. Berlin Bienali, "Still Present!" olarak belirlenen kavramsal çerçevesiyle Batı'nın kolonyal tarihiyle -bir nevi- hesaplaşmasına katkıda bulunmak, dekolonyalizme dair sorular üretmek üzere yola çıkmış. Bienalin, yan etkinlikleri ve izleyiciyi süreçlere dahil eden çok katmanlı yapısıyla Berlin'in bitimsiz devinimine uygun bir yapı kurmayı başardığı söylenebilir

Shirin Neshat'ın rüyalar ülkesi

Pratiği ağırlıkla kendi köklerinden temellenen Shirin Neshat yeni projesi Land of Dreams’de bu kez bakışını, uzun süredir yaşamakta olduğu Amerika’ya çevirmiş. Rüya kavramına odaklanarak portre fotoğrafları, video çalışmaları ve bir uzun metraj filmi otobiyografik izler taşıyan görünmez iplerle birbirine bağlayan sanatçı, farklı disiplinleri aynı proje altında buluşturarak ayrı ayrı izlenebilen, yani tek başlarına birer bütün olan ama birlikte / art arda incelendiğinde de daha büyük bir örüntüyü meydana getiren bir eserler bütünü yaratıyor. Dirimart’ta devam etmekte olan Land of Dreams, izleyicisine rüyalar, siyaset, bireysel ve kolektif bilinçdışı üzerine düşünmek için elverişli bir alan açıyor