02 Haziran 2021

Radyo Mecmuası: Savaş ihtimali kapıda, "musiki inkılabı" nerede? (3)

Son iki yazıda yakından okumaya çalıştığımız, Başvekâlet Umum Müdürlüğü tarafından yayımlanan Radyo Mecmuası'nın 1941 ve 1942 yıllarını kapsayan ilk cildinde çalınan müziklere, besteci ve müzisyenlere, radyodaki müzik yayınlarına dair yazılar var. Ve bunlara baktığımızda gizli açık bir başka "savaşın" sürdüğünü anlıyoruz. Yoksa, "musiki inkılabı"nın o ilk ateşi sönmeye mi başlamış?

Genç cumhuriyetin hazırlıksız yakalandığı İkinci Dünya Savaşı esnasında zaten fakir olan hazinesinden önemli bir kaynağı radyo yayınları için ayırdığını anlıyoruz. Radyoların giderek yurda yayılmasını temel alan bir yapılanma içine girildiğini ve bu bağlamda ilk olarak Ankara Radyosu'nun 1938 Yılında uzun dalgadan güçlü bir vericiyle yayına başladığını da biliyoruz. İstanbul ve İzmir Radyolarının kurulması ancak savaştan sonra mümkün olacağından savaş esnasında eldeki biricik istasyon Ankara'dır.

Peki, bu çok önemli istasyonun yönetim kadrosu kimlerden oluşmaktadır? Sorunun cevabını Cevat Memduh Altar'ın Ankara Radyosunun Otuzuncu Kuruluş Yılı için yaptığı konuşmada buluyoruz. Cevat Memduh Altar (1902-1995) devrin önemli aydınlarından olduğu gibi, o yıllarda Millî Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Biriminde Şube Müdürü olarak çalışmaktadır. Altar gibi isimlere radyoda konuşmalar yaptırmak âdettendir. Nitekim Cevat Memduh birçok farklı kurumda çalıştıktan sonra TRT'ye katılacak ve 1967 Yılında oradan emekli olacaktır. Sözü edilen konuşmasında, 1942 Yılındaki yönetim kademesi isim isim anlatılıyor. Dinleyelim:

Hemen ilk bakışta müzik yayınları açısından iki kritik ismin, Türk Müziği yayınları şubesinde Mesut Cemil Tel ve Batı Müziği şubesinde Cemal Reşit Rey'in sorumlu olduğu görülüyor. İlginçtir, her iki isim de İstanbul kökenli ve ilaveten, "musiki inkılabı" çerçevesinde, bu anlayışın biraz da uzağında yer almaktadır. Mesut Cemil, Tanburî Cemil Bey'in oğlu, Cemal Reşit ise, operetleri ile de bilinen, musiki inkılabının "ciddî müzik" bestelenmeli düsturundan farklı bir yerde duran, daha "hafif" eserler de besteleyebilen "Batıcı" bir besteci ve müzisyendir. Bu isimlerin yönetim kademesinde yer almasına dair bir şey söylemiyorum, hatta çok doğru seçimler olduğunu da düşünüyorum ama müzik tarihiyle iştigal edenlerin iyi bildiği bir arkaplana işaret ediyorum. Cemil Reşit, operetlerle falan alâkası olmayan "ciddî" Ankara Konservatuvarı ekolünden değildir; Mesut Cemil ise, babasının mirasında yetişen iyi donanımlı bir "alaturkacıdır". Yine, "musiki inkılabı" konusunda ciddî bir denge oluşturabilecek bir ismin, hiyerarşik olarak her ikisinin de üzerinde yer aldığını görüyoruz. Bu isim, dergide sürekli yazılar yazarak müzik konusunda dolaylı da olsa "direktifler" veren "Umum Müdür" Vedat Nedim Tör'dür. Konuya açıklık getirmek ve Vedat Nedim'in ne denli tutkulu bir "inkılapçı" olduğunu anlamak için "halk türküleri" ve radyo yayıncılığı konusundaki yazısına (7. Sayı, 15 Haziran 1942) bakılabilir.

Radyo Dergisi'ne dair bu yazı serisinin ilkinde radyonun program kalıbını aktarmıştım. Yayın içeriğine bakıldığında, haber ve sohbet programlarına kıyasla müzik programlarının süre itibariyle ne kadar öne çıktığını hemen fark ediliyor. Bu minvalde yayın saatlerini doldurma bakımından en önemli sorun eldeki kayıt arşivinin durumudur. Halk türküleri bahsinde bu işin "Yurttan Sesler" programı ile çözülmeye başladığını anlıyoruz. Global dünyadaki kaynaklar düşünüldüğünde, batı kaynaklı popüler ve de "klasik" müzikler açısından da önemli bir sorun yoktur. Ve ilginçtir, Türkiye'de kayıt yapan yabancı gramofon şirketleri daha çok "alaturka" kaydetmiştir, örnek olarak akla hemen Tanburî Cemil kayıtları gelebilir ama onların da yayınlanması "musiki inkılabı" çerçevesinde çok sınırlı olabilir. Bu konuda, aşağıda Mesut Cemil tarafından yazılan tanıtıma dikkat çekmek isterim. Velhâsıl, esas sıkıntı çekilen kayıt arşivi "halk müzikleri" ve daha da çok, Türk bestecilerinin "batı" klasik müziği stilinde yaptıkları "çoksesli" bestelerde yaşanmaktadır. Canlı yayınlanmadıkları sürece bu eserleri dinlemek pek mümkün değildir.

Ses ve zevk sefaleti!

Durumu özetleyecek olursam, savaş sırasında radyonun yaygın olarak dinlenmesi arzu edilmektedir. Radyo dinleme isteğini artırma bakımından müzik programlarının etkisi de aşikârdır ve bu nedenle, istense de istenmese de, radyo müzik program içeriğinde halka daha "hitabet" eden, onların seveceği müzikler yayınlamak gerektir. Böyle bir perspektiften meseleye yaklaşınca, halkın ne dinlemek istediğine dair daha doğru fikirleri olabilecek Mesut Cemil ve Cemal Reşit tercihleri anlaşılır hâle gelir. Ama yine, Vedat Nedim uslanmaz bir musiki inkılabı taraftarı olarak, yazdığı yazılarla varolan durumdan (radyoya bu tür müzisyenlerin kadrolu alınması) hiç hoşlanmadığını, doğrudan olmasa da dolaylı bir dille anlatmakta, "alaturkacılara" (klasik bir saldırı cümlesi olarak, "piyasa" şarkıcıları) bel altından vurmakta, hatta zevk cahil olarak görmektedir. 9. Sayıdaki yazısı (15 Ağustos 1942) şöyle başlıyor:

Yeni müzisyen kadrolara ihtiyaç vardır ama jüri makamında oturanlardan biri olarak Tör, başvuranların sadece müzik yeteneklerini değil, aynı zamanda "kültürel beğenilerini" de eleştirmekte, adayların jüri üyelerine dinletmek için tercih ettiklerine "aşağının bayağısı piyasa şarkılarıydı" demektedir. Belli ki yeni bir tercihin (yayın politikasında değişiklik) olduğunu bilmekte, bundan hiç hoşlanmamakta ama sadece katlanmayıp, bu gelecek olanların "terbiye" edileceğini söylemekten de geri durmamaktadır. Terbiye olarak nitelendirdiğim bahsi ("alaylı" kalmaktan kurtarmak) yazının son bölümünde okuyoruz.

Benim için ilginç olan, Vedat Nedim'in de artık "alaturka" kaynakları yeni çoksesli Türk müziği içinde ("Türk okulu") görmesidir. Nitekim, "Bestekârlarımız çalışıyor" başlıklı yazısında, Necil Kâzım'ın "Ankara Kalesi" isimli senfonik şiirini dinledikten sonra şu satırları yazar. Yazının başından ve ortasından iki alıntıyı alt alta okuyacaksınız.

Belki bu yazılanların biraz zorlama olduğunu, bu yazıların musiki inkılabı ile doğrudan ne alâkası var diye düşünenler olabilir. Buna açıklık getirebilmek için 9. Sayıda (15 Ağustos 1942), İzzettin Tuğrul Nişbay tarafından yazılan bir başyazıya ("Alaturka, Alafranga ve Radyomuz" başlıklı) bakmak yararlı olabilir.

"Üçüncü ve hâkim bir zümre"

İzzettin Tuğrul Nişbay'ın farklı meselelere cesaretle işaret eden yazısının, hem de devletin resmî radyo dergisinde basılmış olması, "musiki inkılabı"nın alacağı yön hakkında (alaturkanın dahil edilip edilmemesi) sadece ipuçları sağlamaz, aynı zamanda devlet elitleri arasında ciddî bir çatışmanın sürmekte olduğunun kanıtı niteliğini de kazanır. Önce yazının ilk iki paragrafını okuyalım.

Yazıyı dikkatle okursanız şunu da fark ediyorsunuz.  "Alaturkacı" ve "alafrangacı"lardan farklı olarak sadece yeni bir elit "zümre" peyda olmamış, aynı zamanda bu zümre "hâkim" bir konuma gelmiş! Belli ki Nişbay, kendini bu yeni zümrenin mensubu olarak görüyor. Aslında bu iddianın iyice güç kazandığını, yine T24'te yayımlanan bir başka yazı serisinde (Mustafa Rona'nın 50 Yıllık Türk Musikisi kitabına dair) anlatmaya çalışmış, alaturkanın Osmanlı değil aslında bir başka "Türk müziği" olduğu iddiasının "milliyetçi-muhafazakâr elit" içinde yaygın bir kabul gördüğünün altını çizmeye çalışmıştım. Demek ki, bu fikrin savunucuları artık bizzat devletin radyo kadrolarında yer almaktadır. Unutmayalım, sadece 8 yıl önce radyoda "alaturka" müzik yayınlanmasını bir süreliğine de olsa yasaklamıştı! Sizce de devir ve görüşler bir onyıl içinde çok hızla değişmemiş mi? Yazının ortasından alıntılayacağım bir başka önemli "tespit" (tabii ki, Nişbay'ın yorumu) de şu olabilir:

Açıkça, Enderun Müziğinden (artık bir "aşağılama" sıfatı olarak değil bir "yüksek kültür" göstergesi olarak kullanılıyor) övülmesi mümkün eserler varsa "övüneceğiz" diyor Nişbay. Tabii ki çok dikkatli bir dil kullanmaya özen gösteriyor.  Burada "Enderun" diyerek Osmanlı elitinin dinlediği müzikleri alelâde alaturkadan ayrıştırıyor. Bu işi daha açık yaptığı bir başka gazete yazısında (Vakit, 18 Ocak 1943) da anılara gönderme yapıyor.

Burada "Enderun" demiyor belki ama, diğer elit mekânlara (saray, konak, tekke) göndermede bulunuyor. Mesele seçkinler (elitler) oldu mu tüm bariyerlerin kalktığına tekrar şahit oluyoruz. Artık böylece yazının başında zikrettiğim Radyo Alaturka Şubesinin şefi Mesut Cemil'in Radyo Mecmuasında yayımlanan Tanburî Cemil Bey'e dair tanıtım yazısına (Sayı 11, 15 Kasım 1942) bakabiliriz.

"Folklorcu" olduğundan haberi olmayan bir Tanburî

Tanburî Cemil babası olduğu için Mesut Cemil, sözü edilen yazıda müstear bir isim (Şerif Sait Çeren) kullanmıştır. Tanburî Cemil Bey'in radyoda anılması nedeniyle yazılan ve alışılmadık bir uzunlukta olan bu yazıda birçok aile anısı, müzisyenin çocukluk fotoğrafları ve Yahya Kemal'in bestekâr için yazdığı şiirler vardır. Bu kapsamlı yazının ilk sayfası şöyledir:

Kolayca anlaşılacağı üzere, bu program nedeniyle Tanburî Cemil'in plak kayıtları radyoda yayınlanmış ve bu münasebetle yazının başında sözünü ettiğim ve aslında çok zengin olan alaturka gramofon plaklarından (1910-1930 yılları arasında çok ciddî miktarda gramofon kaydı yapılmıştır) radyo yayınlarında yararlanmaya başlanmıştır. Yazıdaki en önemli argüman ise, Tanburî Cemil'in farkında olmadan bir "tavır" olarak benimsediği ve bu nedenle, onu musiki inkılabıyla "ilişkilendiren" halk müziği sevgisi ve bağlantısıdır. Mesut Cemil, Tanburî Cemil Bey'deki bu tavrı "habersiz" (spontan, kendiliğinden) bir "folklorcu" olmak olarak dile getiriyor. O bölümü tekrar okuyalım.

Yine, yazının ikinci sayfasındaki Tanburî Mesut Cemil Bey ile "garp sanatı" arasındaki tanışıklığın, ilişkinin altı özellikle çizilir.

Çok önemli ve değerli bir müzisyen olan Tanburî Cemil Bey için tabii ki bu tip açıklamalara hiç ihtiyaç yok ama varolan "durum" (musiki inkılabı) bunu gerektiriyor. Belli ki, radyoda "alaturka" müzik yayını yapabilmenin yolu ancak böyle manevralarla mümkün olabilmekte.

Alaturka ve alafranga mücadelesi "sohbetleri"

Neticede durumun özeti olarak yavaşça ve alıştırarak "alaturkanın" radyo yayınlarına eklemlenmesinin izlerini görebiliyoruz Radyo Mecmuasındaki yazılarda. Öyle ki, çarpıcı bir gelişme olarak radyo programlarında da yepyeni bir yapılanma 30 Ağustos 1942 itibarıyla gündeme gelir. Birçok programın saati, süresi değişir, yeni programlar ekleneceği detaylı bir şekilde yazılır. Uzun bir değişikliler silsilesinin anlatıldığı bu yazıdan ("Radyomuzun üç aylık yeni programı", 9. Sayı, 15 Ağustos 1942) müziğe dair olanlarına bakıldığında, ilginç bir sohbet programıyla karşılaşıyoruz. Önce ilgili bölümleri (alt alta üç alıntı) okuyalım.

Musiki inkılabı çerçevesinde, radyodaki müzik yayınlarına (neşriyat) ilişkin alıntının sonundaki kısımda her şey bildik, tanıdık gözüküyor ama alıntının ortasındaki kısım oldukça ilginç. Programlarda yapılacak değişiklikler sıralanırken, 12. Madde olarak yeni bir "sohbet" programı yayın planına girmiş. İçeriğinden de anlaşılacağı üzerine, bir "sohbet" olmaktan çok alenen bir "tartışma" programı. Bu yazının başlığı, sorgulamaya çalıştığı tam da bu mesele? Neden acaba? Müzik gibi, dinleyiciyi esas yakalayan "çengel" program içeriklerinde bir zayıflık mı var? Musiki inkılabının hiç değer vermediği "alaturka" içerik olmazsa dinleyici kaçıyor mu? Türkiye'ye yönelik yayın yapan yabancı istasyonlarda acaba alaturka mı çalıyor? Cevapları tahmin ettiğinizi varsayıyor ve şimdilik ara veriyorum. Gelecek yazıda, derginin sayfaları arasında dolaşmaya devam edeceğiz.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor