07 Haziran 2021

Bir Çağlayankuşu'ndan 'Kalan': Hasan Saltık

Hasan Saltık ve Kalan Müzik hayatıma ve bana birçok katkıda bulundu, zenginleştirdi, derinleştirdi. Sadece benim mi? Hiç sanmıyorum. Böyle insanlar bir "armağan" gibi hayatımıza gelir ve asla bizi terk etmezler

Gecenin ilerleyen saatinde Sevgili Doğan Akın'dan bir mesaj geldi. Hasan Saltık'ı kaybetmişiz. Bir sonraki mesajında, Doğan Akın'ı tanıyanların iyi bildiği o nazik üslubuyla, Saltık'a dair bir şeyler yazıp yazamayacağımı sordu. Tabii ki yazardım ama sahiden ne yazabilirdim? Kişisel olarak hiç tanışmamıştım. Ama birçok açıdan bir tanıştan, bir dosttan çok daha yakındı, ölüm haberi içimi dağlamıştı. Sevgili hocam Ünal Nalbantoğlu'nun ölüm haberini aldığımda, o sıralar yazmakta olduğum Radikal 2'de Ünal Hoca için bir anma, bir hatırlama yazısı yazmaya gönüllü olmuş, üniversitedeki ilk dersinden (birinci sınıf dersi) ölümüne kadar olan sürede bana kattıklarını, sonradan bir arkadaş olabilmenin bana kazandırdıklarını anlatmaya çabalayan bir yazının altından kalkabilmiştim. Bu sefer durum farklı değil miydi? Biraz düşününce haberin yarattığı his anlamında çok da farklı olmadığını düşündüm. Çünkü, hiçbir zaman tanışmadığım, yüz yüze gelmediğim birçok insanın (çoğunlukla edebiyatçılar, müzisyenler, ezcümle, kültür insanları) ölümüne ya da ölmüş olmasına ne denli üzüldüğümü hatırladım. Bu yazı da böyle duygularla yazılacak ve sanırım böylece hem "kişisel" ama aynı zamanda, "toplumsal" göndermelerde de bulunabilecek. Çünkü, kişisel olarak tanışamamanın kaçınılmaz olarak sağladığı, daha uzaktan, daha dışardan bakabilmenin getirilerini de kullanabilir, kişisel duygularla toplumsal bir kaybın kesiştiği bir noktadan bu çok erken ölüm hakkında yazabilirim. Bazen öznel değerlendirmeler, özellikle "özne" ile doğrudan karşılaşmadığınız durumlarda, çok daha toplumsal olabiliyor. Hasan Saltık ve Kalan Müzik hayatıma ve bana birçok katkıda bulundu, zenginleştirdi, derinleştirdi. Sadece benim mi? Hiç sanmıyorum. Böyle insanlar bir "armağan" gibi hayatımıza gelir ve asla bizi terk etmezler.

Bir zamanlar (erken yirmili yaşlarım), "Öztürkçecilik" cereyanına kapılarak gereksiz bir hevesle dilime ket vurduğum zamanlarda "eser" kelimesinin "yapıt" ile karşılanabileceğine inanırdım. Ama, yine o sıralar her cuma akşamı gittiğim Ankara CSO konserlerinde, yaşça benden büyük, fikirlerine değer verdiğim insanlar dinlediğimiz "eser"lerden söz ettikçe, "yapıt" sözünün "kuru" ve mesafeli hâlini fark etmeye başlamıştım. "Eser" bir birikime, bir mirasa, bir edinilmiş ve belki de bitmeyen bir oluşuma işaret ederken, "yapıt" bir soyutlamaya, bir tarihsizliğe, bir kopukluğa işaret eder. Artık, tekil işler için yapıt derken, öznel tarihinden koparılmadan bakılamayacak işler için eser demeye özen gösteriyorum.

Hasan Saltık ile tanışmam tabii ki onun eseri olan bir plak firması olan Kalan Müzik ve kataloğuna aldığı, yayınladığı yapıtlarla olmuştur. Akademik olarak müzikle yıllardır uğraşan biri olarak bir plak firmasının ne denli önemli olduğunu bildiğim gibi, aslında uslanmaz bir "label" tüketicisi olduğumun da çok iyi farkındayım. Küçük bir parantez: Plak firması yerine bazen "label" demeyi tercih ediyorum, çünkü "etiket" anlamındaki bu sözcük ikonik ve simgesel olarak bir plak firmasına da işaret eder. Örneğin "Kalan", hem sözcük anlamı hem de kendine özgü tipografisi ile başlıbaşına bir çağrışım evrenidir. Kalan, sadece bir plak firması değil, aynı zamanda kült bir "label'dir.

Caza aşina olanların iyi bildiği iki İtalyan "label"i vardır mesela (Soul Note ve Black Saint) ya da Danimarka'nın SteepleChase, İsviçre'nin hatART firması. Bu minvalde, daha tanınmış firmalar da hemen akla gelebilir: ECM, Enja vb. Tabii ki, burada önemli olan bu "label"lardan çok o firmaları kuranların, orada çalışan yapımcıların, kayıt mühendislerinin müzik dünyasına bakışları, algıları, kişisel tercihleri, zevkleridir. "World Music" diye bilinen kategoride de birçok ünlü firma özellikle ayrışmıştır. Hemen aklıma İngilizlerin World Music Network, David Byrne'in Louka Bop ya da Fransızların Buda Musique gibi "label"ları geliyor. Global dünyada müziğin itici gücü olarak bu nispeten küçük ama "trend" oluşturma anlamında belirleyici plak firmalarına, yayınladıkları ürünleri ve ürün kataloglarını incelemek çok daha doğru olacaktır. Vikipedi'ye bakacak olursak, Kalan Müzik de bu kategoridedir.

Peki sahiden, Kalan Müzik böyle bir firma, Hasan Saltık böyle bir yapımcı mıydı? Bence hiç değildi. Çünkü, global pazarı, global dinleyiciyi önceleyen (tabii ki, yurtdışı, özellikle de "diaspora pazarı" önemliydi ama "önceleyen" diyerek, temel derdinin bu topraklar olduğuna vurgu yapmak istiyorum) bir hedef kitlesi olmadığı gibi, tam tersine bize "elimizdekileri" anlatmaya, öğretmeye, dinletmeye çalışıyordu. Biraz daha açayım. Global pazarda yer alan "World Music" firmaları, post-kolonyal ("sömürge sonrası") bir mirasın (bazen de mahvettikleri yerel müziklerin) dünyaya pazarlamasını temel alan bir "beğeniler sınıflandırmasında" ürünleri pazara sunar ve varsayımsal bir "batılı" dinleyici prototipini esas alarak kataloglarını oluşturur. Bu firmaların merkezleri de eski sömürgeci ülkelerinin başkentlerinde, Paris'te, Londra'da vs. bulunur, pazarlama faaliyetleri bu merkezlerden yürütülür.

Bizim kültür tarihimiz (özellikle müzik ve benzeri sanatlar için) ise çok farklıdır. Temel (kanonik) eserlerini bir türlü bulamayan, en azından Erken Cumhuriyet döneminde Osmanlı Dönemiyle arasına tuhaf bir mesafe koymaya çalışan, daha sonra bir türlü "ilişkiye" geçince, bu kez başka bir derde kapılıp eldeki her malzemeyi "muhafazakâr milliyetçi" reflekslerle anlamlandırmaya çalışan ve bu nedenle, müzikteki zenginliğimizi sınırlayan, sığlaştıran, "suskunlaştıran" bir hâle gelmiştir. Demem o ki, Türkiye, belki "post-kolonyal" bir ülke değildir ama devlet katında sürekli olarak müzikleriyle uğraşan, onları bir "düzene sokma" gayretiyle kanunlar (musiki inkılabı gibi), yasaklar ("TRT denetimleri" gibi) uygulamaktan geri durmayan "gecikmiş" bir "ulus-devlet" olarak kendi müzik kimliğini oluşturmaya çalışmıştır. En azından 2000'li yıllara kadar. Devlet aklının dışında yer alan plak firmaları (İMÇ oluşumu) ise, "piyasa" müzikleri ve satış beklentileri dışında pek bir faaliyet göstermemiştir.

Bence tam da bu noktada Hasan Saltık ve Kalan Müzik bir "ayrıkotu" gibi faaliyete geçmiştir. Daraltılan, sınırlandırılan, susturulan, sığlaştırılan çok zengin bir müzik külliyatını açmak, ortaya koymak, işitilir hâle getirmek için. Kişisel olarak neden böyle bir işe kalkıştığını tabii ki bilmiyorum ama, ilk bakışta kalkıştığı bu işte başarılı olması neredeyse imkânsız gibidir. Çünkü hem siyasal bariyerler vardır hem de bir iktisadî başarısızlık her an kapıdan girebilir. Ve ilginçtir, ayakta kalabilmiştir. Bence esas sorulması gereken soru budur. Nasıl ayakta kalabilmiştir? Tabii ki, Hasan Saltık'ın derdini anlayan, bu coğrafyanın müziklerini delicesine seven ve özleyen sayıları hiç de az olmayan bir dinleyici grubu sayesinde. Belki hemen değil ama sürekli olarak alacaktır bu insanlar. Ayrıca, yurtdışında yaşayanlar da zamanla ilgi gösterecektir bu ürünlere. Ve hatta, ideolojik olarak karşı kutupta da olsa, Kalan Müzik işlerini takdir eden, sevmedikleri "siyasetlerde", "dillerde", "meşreplerde" müzikler yayınlasa da bunları görmezlikten gelen, kendi sevdikleri, özledikleri müzikleri yayınlayan Kalan Müzik ile uğraşmayan bazı devlet erkânı (biz zamanların Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş gibi) da olacaktır. Katalog o kadar zengin ve kapsamlı ki, bu nedenle bazı arkadaşlarımızın vurguladığı Anadolu kültürleri vurgusu yanlış olmasa da eksik kalıyor. Çünkü kadim kültürler, suskun bırakılmış lisanlar, dinî ve lâdinî örnekleri de düşünüldüğünde çok daha geniş bir kültürel coğrafyaya (Balkanlar, Kafkaslar, İran dahil Ortadoğu) odaklanan, bize ne unutturulmuşsa hatırlatmaya çalışan emsalsiz bir katalog. Şunu da unutmamak lâzım, günümüz müziğini de ıskalamayan, ondan da seçkin örnekleri yayınlayan, gelecekle de bağını koparmayan bir gelecek anlayışı.

Başa döneyim. Yukarda da belirttiğim gibi kişisel olarak hiç tanışmadım ama, yayınladığı müziklerle öyle olağanüstü tecrübeler yaşadım ki yazamadan edemeyeceğim. Örneğin, bir konferans için Selanik'e gittiğim günün ilk gecesinde, o yıllarda yanımda taşıdığım portatif radyoyu açıp yerel istasyonlardan tanıdık Karadeniz havaları otel odasını doldurunca, Pontus müziklerinin coğrafi evreni ile karşılaşmıştım. Ne güzel ki çok kısa bir süre sonra Kalan, o müziklere dair bir arşiv setini yayınladı. Unutmadan şunu da eklemeliyim. Özenli kapaklar, titizlikle temizlenmiş arşiv kayıtları ve bilgi dolu iç kapak yazılarıyla basılmıştır Kalan'ın ürünleri. Tekrar kişisel tecrübelerime dönersem: Kalan yayınlamasa Süryâni müziklerinin bu denli güzel olabileceğini asla bilemezdim. Kötü kaset kayıtlarından başka elimde örnekleri olmayan Muharrem Usta (Ertaş), Çekiç Ali, Hacı Taşan kayıtları, ilk kez dinlediğim Fethiyeli Ramazan Güngör, tabii ki Gazeller Serisi Albümleri, radyodan dinleyip de sonra peşine bile düşemediğim radyo sanatçıları; ezcümle bitmez tükenmez bir isim sağanağı. Düşündükçe her çıkan albümünü merakla beklediğimi, bütçem ölçüsünde hemen almaya çalıştığımı, bazıları bana pek hitap etmese de önemsediğimi, iyi ki bu işi de yayımlamış dediğimi hatırlıyorum.

Neden bir "World Music" firması olmadığı meselesine geri dönersem. Vefatından sonra TV'de Soyut Şeyler Ekonomisi programındaki söylediklerini hatırlatmak istiyorum. Çok yakın bir tarihte, Ekotürk TV'de 5 Aralık 2020 yayınlanan bu söyleşiye bu linkten kolayca erişilebiliyor, izlemenizi salık veririm. Zaten izleyince, karşısındakinin dünya müziği ısrarına rağmen zarif bir dille direnen, derdi tasası elimizden "kaçmakta olanları" yakalamaya (yok olmakta olan dillerin müzikleri gibi) çalışan, mümkün olduğunca "unutulanlara" ya da "suskun bırakılanlara" tekrar ses vermeyi düstur edinmiş bir insanla karşılaşıyoruz. Örneğin, Romanların kendi dillerinde (Türkiye'ye özgü lehçeden söz ediyordu sanırım) bir türlü kaydedememesine üzülen, o ailelerin kaybolduğuna üzülen bir insan Hasan Saltık, ama bir "yapımcı" olmaktan çok uzak bir "kazıcı", bir "yapıcı", bir "düzeltici", belki de başlıbaşına bir gramofon, bir "şakıma kutusu."

Ne şanslıyız ki, nadiren de olsa böyle insanlar da olabiliyor bu topraklarda, bu minvalde aklıma Çelik Gülersoy ya da Mustafa Kemal Ağaoğlu geliyor. Akıntıya karşı durmaktan çekinmeyen, para kazanma kaygısından çok kalıcı bir "eser" bırakma derdiyle, hayatlarını başlıbaşına bir "anlatı" gibi yaşayan sosyolojik özneler. Hasan Saltık gibi kişileri sadece "öznel varoluşları" ile asla anlayamayız. Ardından yazılanlara, söylenenlere baktığımızda bu ülkenin müziksel yapı taşlarını, kanonik düzenini ve kültürel söylemini devrimci hamlelerle değiştirdiği, tekrar tarif ettiği hemen anlaşılacak olan bu insanın "hayatı" asla son bulmayacak, aksine "mitik" bir önce olarak kuşaktan kuşağa aktarılacak.

Son olarak, yıllardır çevirmekle uğraştığım bir şairin bir şiirinden ilham alarak, Hasan Saltık ile "mecaz" yoluyla da olsa bir iletişime girmek, hatırası önünde saygıyla eğilmek istiyorum. Şairimizin ismi Olav H. Hauge (1908-1994), çok zor bir diyalekt ile yazmasının yanı sıra sürekli olarak doğa metaforları kullandığı için şiirlerini çevirirken çok zorlandığımı belirtmem gerekiyor. Bir varoluş olarak Hasan Saltık üzerine düşünürken, çevirirken beni özellikle zorlayan Hauge'nin bir şiiri aklıma geldi. İlginç bir kuştan (Norveç'in ulusal kuşu olarak nitelendirilen Fossekall) söz ediliyordu şiirde ve sözlüklere bakınca bu kuşun kelime anlamı pek de zorlayıcı değildi. Derekuşu. Ama şiirde anlatılanlar bir derede, bir akarsuda olabileceklerden çok farklıydı. Çağlayanların başında bekleyen bir kuştan söz ediyordu. Yeni bir sözcük uydurmak zorunda kaldım. Çağlayankuşu, doğrudan çevrilince dildeki karşılığı da buydu zaten. Şiirin kurduğu mecaz da çok sıra dışıydı. Kısa bir şiir, yazıyorum.

ÇAĞLAYANKUŞLARI

Gözüpek çağlayankuşları!
Dalın cesaretle siyah soğuk derine
yiyecek bulmaya,
çırpınıp kurtulun sulardan,
şakıyın bir şarkı neşeyle
ve tekrar dalın.
Buz ısırır ayağın altından.
Karı donduran kış
yakar kalplerinizi.
Açılacak nasılsa bir delik
olunca akıntı.

 

Biz neden "derekuşu" deyip geçiyorduk da Norveççede bu kuşun ismi neden "çağlayankuşu" oluyordu? Düşününce şunu anlıyoruz. Dere kenarlarında yaşayan kuşlar sulara dalıp, suda sürüklenen yiyecekleri bulur, onlarla beslenir. Buraya kadar tamam. Düşünün, hava öylesinde soğuk oluyor ki nehirler donuyor, üstleri buzla, karla kaplanıyor. Yiyecek belki mevcut ama buzun altında, suyun derininde. Öyleyse kuş ne yapabilir? Yapabileceği tek şey var: Donması, buz tutması çok daha zor olan çağlayanlar yanında yöresindeki kayalarda konuşlanıp, çağlayanın hızla çarpıp deldiği yerden dalıp, suyun girdabında rast gelebileceği bir yiyeceği ağzına alıp hemen dışarıya çıkmak. Zor bir iş olmalı, bazıları hiç çıkamayabilir, bu iş tehlikeli, meşakkatli, çetrefil. Ya çıkanlar, onlar keyifle karınlarını doyurur, şakır, güzel şarkılar söyler. Buz altında kalmış müziklerimize yeni hayatlar veren, derinlerden çıkarıp bize sunan bu kültür insanına sadece şükran duyabiliriz. Umarım Kalan Müzik, ehil ellerde aynı rotada yoluna devam eder ve yine umarım, bu emsalsiz insanın hayat anlatısı birçok başka insana rehber olur, yol açar, ilham verir.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor