15 Haziran 2025

Otoriterliğin panzehri (1): Hukukun üstünlüğü ve çoğulcu demokratik müzakere

Hukukun üstünlüğünü esas alan bir adalet sistemi, ulusal altyapının bir parçası olarak görülmelidir. Bu sistem olmadan ekonomi etkin bir biçimde işleyemez. Eğer hukuk sistemi çökerse, öngörülebilir ve hızlı bir adalet sisteminin mümkün kıldığı ekonomik işlemler ve yatırımlar engellenmiş olur

Barış ve demokratikleşme konuşulurken nasıl bir demokratikleşmenin (kurumsal çoğulcu demokrasi) hedeflendiği netleştirilmelidir. Çünkü kamuoyunda bu konuda birbirinden oldukça farklı, üstelik bir kısmı da dezenflasyona dayalı farklı yaklaşımlar söz konusu.

Kurumsal olarak çoğulcu demokrasinin inşa edilebilmesi için sadece güçler ayrılığını esas alan, yürütme, yasama ve yargı organlarının birbirlerini denetlemesine dayalı, parlamenter sistemi esas alan “üniter” bir devlet yapısı yeterli olmayabilir.

Ülkelerin farklı sosyokültürel özelliklerine bağlı olarak bu, federalizmle (farklı yetkilere sahip birden fazla yönetim düzeyi), siyasi baskıdan yalıtılmış bağımsız düzenleyici kurumlarla, devletten ve sermayeden özerk medya (çoklu bilgi kaynağı olması anlamında) ve etkin demokratik kitle örgütlerinin ve diğer sivil toplum örgütlerinin varlığı ile hayata geçirilebilir.

Bu bağlamda, örneğin nüfus olarak küçük bir nüfusa ve göreli olarak etnik bir bütünlüğe sahip bir ülkede ilk model (üniter yapı) daha verimli çalışırken, kalabalık nüfuslu, çok kültürlü ve çok kimlikli ülkelerde ikincisi daha iyi işleyebilir. Üstelik bu, bazı kesimlerce ileri sürüldüğü gibi, ülkenin bölünmesiyle de sonuçlanmayabilir. Bu yüzden de bu iki modeli fetiş haline getirmemek dahası birbirinin rakibi olarak görmemek gerekir.

Yeni bir anayasa ihtiyacı

Kuşkusuz çoğulcu, yerel mekanizmalarla desteklenmiş, katılımcı bir demokrasi için, çoğulcu katılımcı bir biçimde hazırlanan yeni bir yazılı “toplum sözleşmesi” ya da “anayasa” kaçınılmazdır.

Bunun yazılı olması gerekir zira yazılı olmayan anayasaya sahip tek ülke olan Birleşik Krallık’ta yaşanan hukuksal sorunlar artık yazılı olmayan anayasanın otoriterleşme çağında yeterli olmadığını gösteriyor.

Kuşkusuz iyi bir anayasaya sahip olmak da yeterli değildir. Bu anayasanın eksiksiz uygulanması ve başta emekçiler olmak üzere toplumun bu anayasaya sahip çıkması da gerekir. Bunun için de anayasa hazırlama süreçlerine toplumun tüm kesimlerinin temsilcileri aktif olarak katılabilmeli ve kararlar üzerinde söz sahibi olabilmelidirler.

Diğer taraftan ortada göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek var: Bugün İktidar Bloku 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü koşullarda yapılan ve baskı ile halka kabul ettirilmiş olan 1982 Anayasasına karşıymış gibi görünse de bu gerçek değil. Aksine iktidarın yeni anayasa yapma isteği, daha demokratik bir anayasa yapmaktan ziyade, uzun yıllar iktidarda kalabilme niyetini yansıtıyor.

Dahası İktidar Bloku, mevcut Anayasanın göreli olarak demokratik sayılabilecek hükümlerini dahi, kendi iktidarına karşı olduğu gerekçesiyle, uygulamıyor. Daha ziyade, Cumhurbaşkanı seçilme oranını yüzde 51’den aşağıya çekme ve yürütmenin başındaki tek adamın aldığı kararlara dayalı olarak kuvvetler ayrılığını işlevsiz kılan mevcut otoriter rejimi, yasal bir çerçeveye oturtarak kalıcı kılma çabası söz konusu.

Dünyadaki ve bölgedeki olumsuz jeopolitik gelişmeler (en son İsrail’in İran’a saldırması ve İran’ın da karşılık vermesi), bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik ve finansal kriz ve yıllardır siyasal iktidarla hemhal olmuş sermaye sınıfının en azından bir kesiminin uzun vadeli çıkarları da otoriterliği kalıcı hale getirme biçimindeki bu değişikliği kendi sınıfsal konumları açısından zorunlu kılıyor olabilir.

Ancak tüm bu olumsuzluklar ülkenin demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir anayasaya olan ihtiyacını gölgelememelidir. Kısaca bu ülkenin demokratik bir anayasaya olan ihtiyacı çok açık.

Bir başka deyimle, demokratik bir anayasa yapılması talebine yukarıdaki gerekçelerle karşı çıkmak sorunludur. Zira bu hem demokratikleşme ihtiyacının görülmemesine hem de mevcut anayasanın demokratik olduğu gibi bir yanılsamaya neden oluyor. Bu yüzden de orta vadede, katılımcı özgürlükçü ve demokratik bir anayasanın yapılması gerekiyor. Emeğin hakları kadar, barışın kalıcılaştırılması ve demokratikleşme açısından da böyle bir anayasa kaçınılmazdır.

Halkın temel sorununun ekonomik olduğundan yola çıkarak yeni bir anayasanın zamanı olmadığını iler sürmekse, en hafifinden ekonomik ve demokratik mücadelenin birbirinden ayrılmaz olduğu gerçeğini reddetmektir.

Hukukun üstünlüğü ve çoğulculuk

Demokratikleşmenin en önemli ögelerinden biri olan “hukukun üstünlüğü” ve “çoğulculuk” karşılıklı olarak birbirini güçlendiren bir simbiyotik ilişki içindedir. Biri diğeri olmadan uzun süre ayakta kalamaz.

Öyle ki hukukun üstünlüğü çoğulculuğu; öngörülebilirlik ve istikrarla (yasal kesinlik, sözleşme güvencesi, mülkiyetin korunması ve prosedürel adalet); anayasal koruma ve kısıtlamalar, kurumsal bağımsızlık ile (yargı özerkliği, siyasi baskıdan yalıtılmış profesyonel kamu hizmeti, bağımsız denetim ve gözetim ve uluslararası anlaşmalara uyum taahhütleri) ile güçlendirir.

Buna karşılık çoğulculuk hukukun üstünlüğünü; farklı grupların toplumda meşru bir konuma sahip olduklarında kendi çıkarlarını etkileyen ihlalleri birden çok izleme ve uygulama merkezi oluşturarak, ihlallere direnmek için birleşerek (ortak mücadele); diaspora topluluklarıyla dış baskıyı harekete geçirerek ve “medya çeşitliliği” ile çok sayıda yayın organını ihlalleri araştırıp teşhir ederek güçlendirir. (1)

Hukuk sistemi siyasetin alt yapısıdır

Bir ülkedeki yerleşik hukuk sistemi, tıpkı demiryolu ağları veya elektrik şebekeleri ya da sağlık ve eğitim gibi ulusal altyapının bir parçası olarak görülmelidir.

Diğer yandan ülkede hukukun üstünlüğü şu anda ortadan kaldırılmış olduğundan, hukuk sistemi işlemiyor, yargının itibarı ve ona duyulan güven yerlerde sürünüyor.

Oysa hem bireyler hem de şirketler için, birbirlerine veya devlete karşı anlaşmazlıkları çözmek ve hakları güvence altına almak için iyi ve adil işleyen bir hukuk sistemine ihtiyaç var.

Bu bağlamda bir hukuk sisteminin başarısını ölçebilmek için sorulması gereken kilit soru şudur: Hızlı, adil ve öngörülebilir bir hukuk sistemimiz var mı? Bugün bu soruya olumlu yanıt vermek çok zor.

Öncelikle, mahkemelerdeki durum kaotik. Dava yükleri nedeniyle mahkemelerde dağ gibi birikmiş işler var. Bir davanın görülmesine kadar geçen ortalama süre şu anda yılları alıyor. Örneğin yıllara göre açılan yeni genel hukuk davaları açısından ele alındığında, 2023 yılı itibarıyla toplam gelen dosya sayısı yaklaşık 4,93 milyon oldu. Bu da 2015’e göre yüzde 45’lik bir artış demek oluyor. Ortalama derdest (devam eden) dosya sayısı ise 2012 yılında 2,8 milyon iken, 2021 yılında 4,3 milyon oldu (yüzde 54 artış). Ortalama dosya sonuçlanma süresi 2021 yılında 251 gün. Ancak bu süreler, İstinaf ve Yargıtay aşamalarında çok daha uzun sürebiliyor. Yıllara göre açılan iş hukuku davalarında ise 2018 yılında 540 bin dava varken, 2021 yılında bu sayı yüzde 26 artışla 680 bine çıktı. Bu dosyalarda ortalama karar süresi ise 483 gün. 2018'den beri (tartışmalı) zorunlu arabuluculuk aktif (yaklaşık yüzde 58 anlaşma sağlanıyor). Ancak bu da iş yükünde azalmayı sağlamadı, aksine toplam dosya sayısında artış gözlendi. (2)

Özetle, açılan dava sayısının artması, devam eden dosyaların birikmesi ve yavaşlayan işleyiş, genel hukukta önemli bir tıkanma oluşturuyor. Bu bağlamda mevcut tartışmalı hukuk sisteminin işlemediği ileri sürülebilir. Davalardaki gecikmeler bir yana, insanlar ve şirketlerin adil ve öngörülebilir bir adalete güvenip güvenemeyecekleri konusu da son derece önemli. İstatistikler bunun güvenilir bir şekilde gerçekleşmediğine dair endişe verici işaretler içeriyor.

Hukuksuzluk ekonomiyi olumsuz etkiliyor!

Sivil hukuktaki yıpranmanın ekonomik etkisini ortaya koyabilmek kolay olmayabilir zira hem akademik hem de politika literatürünün yanı sıra, mülkiyet ve sözleşme ihtilafları gibi şirketleri etkileyen yüksek profilli hukuk alanlarına odaklanmak gerekir.

Diğer taraftan, sistem genelinde ciddi ekonomik maliyetleri tahmin edebilmek güç değil. Öyle ki işverenler bir mahkeme davası sonuçlanana kadar personel istihdam edemeyebilirler. Küçük işletmeler, nakit akışlarının kaldırabileceğinden çok daha büyük meblağlar söz konusu olduğunda kapanma riski ile karşı karşıya kalabilirler. Davacı işçilerse bu arada işsiz kalabildikleri gibi, mahkeme masraflarını karşılayamadıkları için zorunlu olarak uzlaşma yoluna gider ve büyük kayıplara uğrayabilirler. Nitekim özellikle de işçiler açısından durum tam da böyledir.

Sonuç olarak, hukukun üstünlüğünü esas alan bir adalet sistemi, ulusal altyapının bir parçası olarak görülmelidir. Bu sistem olmadan ekonomi etkin bir biçimde işleyemez. Eğer hukuk sistemi çökerse, öngörülebilir ve hızlı bir adalet sisteminin mümkün kıldığı ekonomik işlemler ve yatırımlar engellenmiş olur. Yeni otomobil fabrikaları ve şantiyeleri belki politikacılara önlerinde fotoğraf çektirme imkânı sağlayabilir ancak hukukun üstünlüğü işlemediği, mahkemeler tarafından verilen kararların zamanlamasında bir iyileşme olmadığı sürece, ülkedeki ekonomik büyüme bir başka güçlü rüzgarla karşı karşıya kalır. (3)

Çoğulcu demokratik müzakere

“Çoğulcu Müzakere” çoğulcu demokrasinin ya da demokratikleşmenin bir diğer önemli ögesidir. Çünkü farklı grupların farklı bilgi birikimi sağlaması, kör noktaların belirlenmesi ve ele alınması anlamında, sorunların çözümünde daha iyi bilgi edinilmesini mümkün kılar.

Günümüzdeki müzakereci örgütlenmeler arasında; Yurttaş Meclisleri, Katılımcı Bütçeleme, Uzlaşma Konferansları, Barışçıl Çatışma Çözümü (çoğulcu kurumlar, kaçınılmaz anlaşmazlıkların şiddet kullanılmadan ele alınması için meşru kanallar sağlar), Sivil Toplum Arabuluculuğu ön plana çıkıyor.

Kuzey İrlanda barış müzakeresi deneyimi

Bu bağlamda Kuzey İrlanda'nın Barış Müzakeresi Deneyimi son derece önemli zira şiddetli çatışmaların yerini alan “iktidarın demokratik paylaşımı”, “eski düşmanların birlikte yönetiyor olması”, “uzlaşmayı destekleyen sivil toplumun varlığı” ve “anlaşmayı kolaylaştıran uluslararası arabuluculuğun varlığı” tarihsel bir başarı örneği oluşturuyor. (4)

Devam edecek…


Dip notlar

(1) https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-to-do-now  (8 May 2025).
(2) Agm.
(3) https://theconversation.com/the-deteriorating-justice-system-in-england-and-wales-is-hindering-economic-growth  (12 June 2025).
(4) https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism  (6 June 2025).

 

 

 

 

Mustafa Durmuş kimdir?

Akademisyen, yazar, ekonomi politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş, 1956 yılı Kelkit'te doğdu. 1977 yılından itibaren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu.

'Güney Kore'de İhracata Dönük Kalkınma Modeli' üzerine doktora tezi yazdı (1989).

TÜRK-İŞ'e bağlı YOL-İŞ Federasyonu'nda eğitim uzmanı, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nde asistan, Birleşik Krallık York Üniversitesi'nde misafir araştırmacı, Gazi Üniversitesi İİBF'de öğretim ve özel üst düzey yöneticilik yaptı.

Halen Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Maliye öğretim bölümü üyesi ve T24 yazarı. Makalelerini yayımladığı 'Alternatif Akademi' adlı bir tükenme ve Kapitalizmin Krizi (2009), Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi (2018), Büyük Değişim-Popülist Otoriterlik (2019) adlı kitapları var.

Yaşamın Temel Ekonomisi (2021), Dünya Ekonomisini Anlamak I (2021) ve Siyasi Ekoloji (2022) editörlü kitapların da yazarları arasında.

 

Yazarın Diğer Yazıları

'Barış Süreci’nin en büyük engeli bilinçli olarak yaratılan kafa karışıklığı

Ortada heyetler var ama görüşmeler sadece devlet ile Öcalan arasında yapılıyor ve dışarı bilgi sızdırılmıyor. Bu durum İktidar Bloku'nun işine yarıyor olabilir zira Kürt Hareketi içindeki potansiyel muhalifleri elimine edebildiği gibi, toplumda komplo teorilerinin yaygınlaşmasına da yarıyor, bu da muhalefeti parçalama amacını güdüyor

Silahlar sustu, şimdi barış, adalet ve demokratikleşmenin inşasını konuşma zamanı!

Bu coğrafyaya kalıcı bir barışın gelmesi kolay değil ve bu hemen olmayacak. Bunun için sabırlı bir kararlılık içinde olmak ve daha da önemlisi barışın, devleti de aşarak tüm toplumca kabul edilmesini yani toplumsallaştırılmasını sağlamak gerekiyor

Mutlak gücün tahkimi için yerel yönetimlerin ele geçirilmesi

Türkiye’de mutlak bir diktatörlüğün inşa süreci, faşizmin ana vatanı İtalya’da yerel yönetimlerin ele geçirilmesiyle birlikte başlayan faşizmin inşası süreciyle birebir aynı yürümüyor olabilir. Çünkü 22 yıllık AKP iktidarı yukarıdan aşağıya özellikle de kendisine bağımlı kıldığı yargıyı kullanarak belediyeleri ele geçiriyor

"
"