05 Nisan 2024

Halkın egemenliğini hatırlayıp hatırlattığı gün 31 Mart

Acaba Pazar günkü sonuçlar genel seçimde gerçekleşseydi Cumhurbaşkanı balkon konuşmasında bu kadar kolay sonucu kabul eder ve mazbatayı teslim eder miydi?

Ekrem İmamoğlu 31 Mart gecesi İBB önünde toplananları selamlarken...

31 Mart halkın Türkiye'de egemenliğin kendisine ait olduğunu hem kendisine hem de otokrat iktidar içindeki muhteris unsurlara hatırlattığı gün oldu.

2016 yılındaki bilimsel makalemde Türkiye'de daha önce hiç yaşanmamış derinlikte bir "sivil otoriterleşme" yaşandığı, ama bu otoriterleşmenin kendi içinde büyük bir demokratikleşme potansiyeli de barındırdığı saptamasında bulunmuştum. Çünkü seçilmiş AKP iktidarları bir yandan ülkede demokrasiyi ve hukuku adım adım ortadan kaldırırken, bir yandan da kendini seçen halk kitlelerinin önemli bir kısmını paradoksal biçimde özneleştiriyordu. Çeşitli nedenlerle seçtikleri iktidarın anti-demokratik politikalarına ve tek adamlaşmasına yeşil ışık yakan bu yeni kentli ve "muhafazakâr" kitleler, aslında kendi egemenliklerini ve demokratik hak ve özgürlüklerini de büyük tehlikeye sokuyordu. Ama bir yandan da daha önce hiç sahip olmadıkları, Cumhuriyetin kendilerine vermekte yeterince başarılı olamadığı bir özgüvenle, kendilerini ülkenin sahibi ve geleceğinin belirleyicisi olarak görüyordu. Yani egemenliğin halk olarak eskisinden daha çok kendi elinde olduğuna, özellikle ekonomik politikalarından memnun olduğu iktidarı eğer bir gün artık beğenmezse ve isterse değiştirebileceğine inanıyordu.

Bu bir yanılsama mıydı? 31 Mart 2024'e bakarsak değil denebilir. O gün 2007'den beri her seçimde ve her hayal kırıklığına rağmen sandığa gidip görevini yapan muhalif seçmenlerle iktidar seçmeninin sandığa gitmeyen veya başta CHP muhalefete oy veren önemli bir kısmının iradesi birleşince büyük bir güç oluştu. Bu egemen güç yerel yönetimlerin nüfus bazında dörtte üçünü iktidardan alıp muhalefete teslim ediverdi. Oysa devletin zor kullanma gücünü elinde tutan otokrat iktidar hukuku ayaklar altına alarak tüm devlet imkânlarını kendi malıymış gibi seçimleri kazanmak için kullanmıştı. Her zamanki gibi muhalefeti şeytanlaştırmak ve kaybettirmek için elinden gelen her şeyi yapmış, türlü dezenformasyona da başvurmuştu.

Seçim gecesi balkon konuşmasında Cumhurbaşkanı sonuçları kabullendi.

Ama bir yandan da bunun sadece "yerel yönetimlerde bir irtifa kaybı" olduğunu söyleyerek merkezi yönetim ve genel siyaset için önemini hafifletmeye gayret etti. Oysa seçimlerin sadece yerel yönetimlerde değil merkezi yönetimde de iktidara bir hatta iki sarı kart anlamına geldiği de ortadaydı.

Akabindeki bazı gelişmeler ise iktidar içi fikir ve tutum ayrılıklarına ışık tuttu. Van'daki gelişmeler bunun başında geliyordu. Van'da belediye başkanı olarak DEM Partili Abdullah Zeydan'ı seçen halkın iradesi, önceden hazırlanmış ve hiç kuşkusuz siyasal destekli bir takım bürokratik ayak oyunlarıyla gasp edilmeye, mazbata AKP'li rakibi Abdullahat Arvas'a verilmeye çalışıldı. Halk her zamanki gibi isyan etti. Ana muhalefet, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun içten ve ilkeli açıklamalarıyla halkın ve hukukun yanında durdu. Ardından da YSK halkın iradesini tespit ve Zeydan'ın hakkını teslim etti. Acaba bu esnada -son on yılda gitgide opaklaşan- merkezi iktidar içinde neler hissedilmiş neler olmuştu? AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, "cinnet hâli durumu, YSK verdiği isabetli kararla sonlandırdı. Yüksek Kurulu ve sayın üyeleri içtenlikle kutluyorum" diyerek -bu olayda- hukukun yanında durdu. Ancak Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum çok farklı ve sert bir açıklama yaptı. Van'daki gösterilerin "Türkiye'nin bütünlüğüne yönelik saldırı planlarının bir parçası" olduğunu öne süren Uçum, Zeydan'a destek veren muhalefetin ve "iktidar içinde yer aldığı kabul edilen ve neoliberal zehirle zihin dünyalarını batıcılığa teslim etmişlerin" tutumlarının da kaydedildiğini söyledi. Yani iktidarın muhalefet için kullanageldiği düşmanlaştırıcı dili iktidar içi aktörler için kullandı.

Bu bariz kırılmada belirleyici olacak olan kısa vadede hiç kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı tarafıdır ve onun iradesi olacaktır. Ancak uzun vadede belirleyici olan o değildir. Ülkede demokrasinin, refahın ve halk egemenliğinin belirleyicisi irade tek bir irade değil, iktidar içindeki görece demokratlar -veya duvardaki yazıyı görenler- dahil muhalefetin yapacakları, halkın iradesi, ve bu ikisinin ne kadar bütünleşeceği olacaktır.

Haydi sorumuza geri dönelim. Acaba Pazar günkü sonuçlar genel seçimde gerçekleşseydi Cumhurbaşkanı balkon konuşmasında bu kadar kolay sonucu kabul eder ve mazbatayı teslim eder miydi? [1]

Bu zor soru aslında yanıtlanamaz bir sorudur. Çünkü yanıtı muhalefetin ve halkın o güne kadar yapacaklarına bağlıdır. Birbirinin hak ve hukukuna ne kadar sahip çıkıp ne kadar kapsayıcı bir alternatif yönetim modeli geliştireceğine, bu modelin rüştünü yerel yönetimlerde kanıtlamasına ve o gün göstereceği kolektif iradeye bağlıdır.

Ulus egemenliğinin havadan değil bir bağımsızlık savaşıyla kazanıldığı Türkiye'de halk isterse hiçbir güç kendisini yönetecekleri seçme hakkını onun elinden alamaz.

31 Mart'ta Türkiye'nin önünde demokratik yoldan tarihsel bir fırsat penceresi açıdı.

Bu fırsatı kullanmak ve heba etmemek için muhalefetin yerel yönetimlerde çok başarılı olarak, şu ana kadarki başarılarını daha da geliştirerek, daha kapsayıcı ve demokratik bir yönetim modelini geliştirmesi gerekiyor.

Kendi içinde liderlik çekişmelerini daha en baştan hakkaniyet ve iş bölümü içinde çözerek uyum içerisinde demokrasi yolunda ilerlemesi gerekiyor.

Cumhur iktidarı içindeki halk egemenliğine hâlâ bağlı aktörlerin ise kendilerini giderek otokratik modelden ayrıştırması ve otokratik refleksi kontrolü önemli olacak.

Politik ve ekonomik geleceğimizi kurtaracak ve yön verecek kilit siyasal faktörlerin bunlar olacağını düşünüyorum.

Bu faktörleri bir sonraki yazımda daha ayrıntılı açmayı planlıyor, herkesin bayramını şimdiden en içten dileklerle kutluyorum.


[1] Sadece Türkiye değil Hindistan'dan Macaristan'a Türkiye gibi uzun süre demokratik erozyon yaşayan başka ülkelerde de, ABD'de 2020 ve Brezilya'da 2022'de iktidar değiştiren seçimler sonrası yaşananlar gösterdi ki, bu soru ciddi ve endişe uyandıran bir soru.

Murat Somer kimdir?

Prof. Dr. Murat Somer Koç Üniversitesi’nde Siyaset Bilimleri ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyesidir. Uzmanlık alanı olan konular karşılaştırmalı siyaset, kutuplaşma ve kutuplaşmanın azaltılması, dindar ve laik siyaset, etnik çatışmalar, demokratikleşme, otoriterleşme, ve muhalefet stratejileri.

Yakın dönem yayınları arasında, dünyada kutuplaşma ve demokrasi ilişkisi üzerine eş-editörlüğünü yaptığı iki özel dergi sayısı (American Behavioral Scientist, 2018, ve the ANNALS of the AAPSS, 2019), ve Return to Point Zero: The Turkish-Kurdish Question and How Politics and Ideas (Re-)Make Empires, Nations and States (Milada Dönüş: Türk-Kürt Sorunu ve Siyaset ve Fikirler İmparatorlukları, Ulusları ve Devletleri Nasıl Yeniden İnşa Eder) adlı kitabı (State University of New York Press, 2022) sayılabilir. Akademik çalışmaları ellinin üzerinde önde gelen ulusal ve uluslararası makale, kitap, kitap bölümü ve derlemede yayınlandı.

Somer’in verdiği lisans ve lisansüstü dersler, karşılaştırmalı siyaset, uluslararası politik ekonomi, 21. yüzyılda otoriterlik ve demokrasi, dünyada din ve laiklik, ve modern Türkiye’nin tarihi ve siyaseti üzerinde yoğunlaşıyor.

Milada Dönüş: Ulus-Devletten Devlet-Ulusa Türk ve Kürt Meselesinin Üç İkilemi adlı kitabı, sosyal bilimlerde 2015 Sedat Simavi Ödülüne layık bulundu. Türkiye basınının kapsamlı içerik analizi temelinde “dindar ve laik elit değerleri” üzerine araştırmasıyla 2009’da bir Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma ödülü kazandı.

Çeşitli geçici görevleri arasında, Demokrasi ve Kalkınma bursiyeri ünvanıyla Princeton Üniversitesi‘nde (2010-2011), kıdemli araştırmacı olarak Stockholm Üniversitesi‘ nde (2013), ziyaretçi akademisyen olarak Harvard Üniversitesi’ndeki Weatherhead Center for International Affairs’te (2016-2017), ve ziyaretçi öğretim üyesi olarak Stanford Üniversitesi’ndeki Abbasi İslam Çalışmaları Programı’nda (2019) bulundu, araştırmalar yaptı ve dersler verdi.

Üyesi olduğu uluslararası işbirlikleri arasında, çağımızın demokrasi sorunları üzerine üniversiteler-arası araştırma ve öğretim işbirliği yapan Brown Üniversitesi’ndeki (ABD) Demokratik Erozyon konsorsiyumu, ve Central European University’deki (Macaristan) Demokratikleşme ve Demokratikleşmeden Geriye Dönüş (DRD) Araştırma Grubu var.

Dünyanın birçok üniversitesinde, düşünce kuruluşlarında, siyasal partilerde ve sivil toplum örgütlerinde konuşmalar ve dersler verdi.

Foreign Policy, Washington Post, New York Times, Al Jazeera Turk, Politikyol, Radikal 2 ve T24'te fikir yazıları yayımlanıyor.

CNN Türk, Habertürk, Medyacope, Halk TV, Euronews, Deutsche Welle, BBC, ve Al Jazeera International gibi medya kuruluşlarında düzenli olarak tartışma programlarına katılıyor ve röportajlar veriyor.

Istanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi (ekonomi) mezunu olan Somer, master (ekonomi) ve doktora (politik ekonomi ve kamu politikaları) derecelerini Los Angeles’da Güney Kaliforniya Üniversitesi’nden (USC) aldı.

Koç Üniversitesi’ne katılmadan önce Kaliforniya Devlet Üniversitesi’nde çalıştı, Washington Üniversitesi Seattle‘da ise “modern dünyada etnik çatışmalar” konusunda bir Mellon doktora-sonrası bursiyeri olarak ders verip doktora-sonrası araştırmalar yaptı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Pazar günü neyi seçeceğiz?

Pazar günü 2030’ların Türkiye’sinin siyasal aktörleri de şekillenecek

31 Mart: 2017’nin rövanşı ve 2030’ların kuluçkası

2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullarına rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir

Fikir, cesaret ve gerçek muhalefet

Gerçek muhalefet askeri ve teknik konularda akılcı ve teknokrat eleştirilerden ibaret kalamaz. Başarılı olmak için mutlaka siyasi bir duruşa ihtiyaç duyar