15 Şubat 2020

Zenginliğin sırrı, sanat…

Dünyanın en zengin adamı seçilen LVMH’ın patronu Bernard Arnault’nun başarı sırrı, ticaretle sanatı evlendirmesi ve ürünlerini bu yolla cazibeli markalar haline getirmesi…

Barselona'nın ücra bir mahallesindeki eski fabrika binasına geldiğimizde, bizi nelerin beklediğini bilmemiz mümkün değildi. Ama evsahibimiz dünyanın en ünlü şampanyalarından Dom Pérignon olduğuna göre, sıkı sürprizler yaşayacağımız kesindi. Nitekim içeri girer girmez, dışarının döküntülüğüyle tezat oluşturan bir şıklıkla karşılaştık. Zemin özel bir malzemeyle simsiyah kaplanmış, yine simsiyah küçük bistro masalar düzenli biçimde serpiştirilmişti. Tavandan sarkan küçük ışık huzmeleri ortama gizemli bir hava veriyor, insan tanıdığı kişiyi bile ancak yakınına gelince seçiyordu.

Az sonra her masaya bir kristal kadeh şampanya konuldu, herkes bir masanın başına davet edildi ve tavandan aşağı kalın perdeler inmeye başladı. Bir dakikanın sonunda tüm perdeler yere kadar inmiş, her masa küçük bir kabin içine alınmıştı. Üç dakika boyunca hiçbir dış etkenden etkilenmeden şampanyayı tatmamızın, ona odaklanarak notlarımızı almamızın ardından, perdeler yavaşça yükseltildi ve yan salona geçildi.

Perdelerin inip özel kabinler haline geldiği eski tekstil fabrikasında şampanya tadımı... Her şey biraz daha sıradışı olmak için

2015 yılında katıldığım bu ünlü şampanyanın yeni rekoltesinin lansmanı, yaşadığım en ilginç tadımlardan biri, belki de birincisiydi. Şampanyanın yiyecekler eşliğinde sunulduğu yemek de az şaşırtıcı değildi: Moleküler gastronomi akımının babası, İspanya'nın çılgın aşçısı Ferran Adria bu şampanya ile içilmek üzere tam 22 farklı atıştırmalık yiyecek hazırlamıştı. "Ana yemek" verilmedi, bu atıştırmalıklar ağır bir tempoyla ardı ardına sunuldu. Malzemenin özünden saptırılarak farklı kılıklara sokulduğu moleküler mutfaktan pek hoşlanmasam da, önümüze gelen her lezzet 12'den vuruyor, hiçbiri de şampanya ile aykırı düşmüyordu. Zaten yemeğe de ünlü ressam Rene Magritte'in "This is not a pipe" resminden esinlenerek "This is not a dinner" adı verilmişti.

Bu uzun girişi, geçen haftaki "Dünyanın en zengin adamı, içki üreticisi" yazımın devamı için yaptım. Zira Dom Pérignon da dünyanın en zengini seçilen Bernard Arnault'nun LVMH holdinginin bir markasıydı ve satış başarısını böylesine artistik dokunuşlarla pazarlanmasına borçluydu. Zaten holding, son yıllarda yakaladığı müthiş sıçramayla da tüm dünyaya bir pazarlama ve markalaşma dersi veriyordu. Başarısının en büyük sırrı da, sanatla ticareti iç içe götürmesiydi…

Uzun yıllar LVMH markalarını yöneten Sabina Belli, "Sanat ve kültürün işi taşımalı" diyor

"Fosilleşmemek için sanatçılarla çalışıyoruz"

Moda ve aksesuar ağırlıklı bir grup olan Louis Vuitton Möet Hennessy'nin içki portföyünün iyice büyüdüğü 2009 yılında Gusto dergimizde bunu geniş bir konu yapmış, şimdilerde Milano'nun lüks mücevhercisi Pomellato'nun başında olan o günkü LVMH İmaj ve Yenilik Müdürü Sabina Belli ile bir söyleşiye yer vermiştik. Belli çok açık sözlüydü:

"Ben ve ekibim şarap ve içkileri daha lüks hale getirmek için 'dokunuşlar' yapıyoruz. Markalarımızın geleneksellikle bağlarını sürdürürken aynı zamanda güncel olmasına dikkat ediyoruz. En büyük risk 'fosilleşmek'. Onun için de çağdaş sanatçılarla çalışıyoruz…"

Belli, günümüzün lüksünü de çok güzel tanımlamıştı:

"Lüks; sanat, kültür ve işin karışımıdır. Sanat ve kültür, işi taşımalıdır. Sadece ticarî olamazsınız, bunu müşteri fark eder. Ticareti sanat ve kültürle götürmelisiniz. Bunun için vakıf ve müzelerle çalışıyoruz, sanat fuarlarını izliyoruz. Basel'den Şangay'a kadar uzanan bir coğrafyada güzel sanatlar okullarıyla ilgileniyoruz, yeni yetenekleri keşfetmeye çalışıyoruz."

Belli, "Yeni projemiz, çok üst düzey ürünlerimizi sınırlı sayıda şişelere koyup her birini bir sanatçıya yorumlatmak. Böylece birer koleksiyon objesi olacaklar" diyor, "Yaptığımız işi endüstriyel tasarım yerine sanat gibi görmeye çalışıyoruz" diye de ekliyordu.

Bu yaklaşım portföydeki her bir içkinin bir kült haline gelmesini sağlamış, onları günün moda deyimiyle "ikon objeler" haline getirmişti. Dom Pérignon mesela, modern sanatın önde gelen isimlerinden Marc Newson'la çalışmış, onun hazırladığı pleksiglas kutular içine girmişti. Aynı şampanya reklam fotoğraflarını ise ünlü modacı Karl Lagerfeld'e çektirmiş, Lagerfeld'in çılgın fikirleri Claudia Schiffer gibi modellerle harika sahneler yaratmıştı. Grubun lokomotif içkilerinden Hennessy konyakları da sıkça yaptığı sınırlı üretim şişelerinin sonuncusunu güncel sanatçı Felipe Pantone'ye ısmarlamıştı. Sanatla içkinin evlendiği çalışmalar Türkiye'ye kadar uzanmış, yine Hennessy'nin "7 Ülke, 7 Şehir, 7 Sanatçı: Hennessy XO İpek Yolu Destanı" projesi kapsamında seramik sanatçısı Burçak Bingöl'ün konyaktan ilham alan eserleri 7 ülkeyi gezmişti.

Karl Lagerfeld'in objektifinden şampanya sunan Claudia Schiffer. Moda, sanat, tasarım ve gastronomi bir arada...

Bu tip marka işbirliklerinin yanında, LVMH grup olarak da hep sanatla iç içeydi. Grubun kültür merkezi ve müzesi işlevini gören Foundation Louis Vuitton sergi üzerine sergi düzenliyor, 1 Nisan'da açılacak Amerikalı sanat fotoğrafçısı Cindy Sherman'ın retrospektif sergisi için de harıl harıl hazırlanıyordu. Anastasia Mikova ve Yann Arthus-Bertrand'ın "Kadın" filmi de LVMH sporsonluğuyla 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde 30 ülkede vizyona girecekti.

Sadece sanat değil, mimarî de grubun kendini yakın hissettiği alanlardan biriydi. Nitekim birkaç yıl önce çok riskli bir kararla Bordo'nun geleneksel şatolarından Cheval Blanc'ın tarihî binasının yanına ultra modern dev bir kav inşa edilmiş, geleneksel ve modern mimarı arasında sağlanan uyum sayesinde bu zıtlık hiç yadırganmamıştı.

19. yüzyıl ile 21. yüzyılın yan yana olduğu Cheval Blanc şatosu da LVMH grubuna ait

Kısacası, bilgi teknolojisinin Bill Gates ve Jeff Bezos gibi devlerini sollayarak dünyanın en zengin adamı seçilen Bernard Arnault'nun ve holdingi LVMH'ın başarısının ardında, Sabina Belli'nin dediği gibi "Ticaretin sanatla birlikte yürütülmesi" yatıyordu. İnsanlar belki de şişesini görmeden tattıklarında daha üstün lezzette daha ucuz bir konyağı tercih edebilecek iken, çok daha pahalı bir şişeyi verdiği artistik hazdan dolayı alıyorlardı. Bir malı satın alırken, bedenleri kadar ruhlarını da doyurmaya çalışıyorlardı. Lüks; insanı rutin hayatın dışına çıkararak ona kendisini daha farklı ve özel hissettirmekti. Bunu sağlayan en önemli enstrüman da sanatçıların sonsuz hayal güçleri ve yetenekleriydi. "Marka" böyle olunuyor, 117 milyar dolarlık bir servet böyle kazanılıyordu.

Okullarında resim dersleri öğretmensizlikten boş geçen, müzik dersleri lüzumsuz görülüp kaldırılan, pek çok ilinde tiyatro ve sinema olmayan, yazarları hapislerde çürüyen, meydanları da heykel fakiri Türkiye, bir yandan da ürünlerini "marka"laştırıp zengin olma özlemi içindeydi. Öyleyse bu öyküden alacağı çok dersler vardı… 

Yazarın Diğer Yazıları

Fındıkağacı malikânesi

İskoçya'nın bir numaralı malt viski üreticisinin miras bıraktığı paha biçilmez fıçılar şişelendi, Türkiye'ye kadar geldi…

İçki dünyasından bir Levent Kömür geçti

İçki dünyamızın en büyük şirketi Mey Diageo’yu 7 yıl boyunca yöneten, görevini soranlara “Yeni Rakı’nın genel müdürüyüm” diyen sıradışı bir insanın serüveni…

“Ramazan'ın gülü” giderek soluyor…

Güllaçlarda gül tadının “eser miktarlara” indiği, gül reçelinin hepten unutulduğu, gül likörünün anılarda kaldığı günlerde, sitemli bir Ramazan yazısı…