19 Temmuz 2025

Başkası olduğuna ikna olmamız istenen kadın

Hatırlar mısınız, vaktiyle Ankara’da “gizli örgüt üyesi” olmakla suçlanan gruptaki gençlerden biri hakime “Hangi örgüte üye olduğumuzu biz mi seçeceğiz, siz mi?” diye sormuştu. Ergenekon için de zamanında “Üye olduğunu bilmeyenler var” derlerdi! Duruşmalarda bazı sanıklar ısrarla böyle bir örgütle ilişkileri olmadığını söylese de dertlerini anlatamamışlardı. Ayşe Barım’ın durumu da buna benziyor biraz. Hükümeti yıkmak isteyen bir örgüte üye olmakla suçlanıyor ama kendisi bunun farkında değil…

İsviçreli yazar Max Frisch’in 71 yıl önce yayımlanan romanı “Stiller”, Türkçeye biraz gecikerek çevrilmişti.

“Biraz” dediysem, yaklaşık 42 yıl sonra!

Türkçeye çevrilmesinin gecikmiş olmasının nedeni acaba romanda anlatılan hikâyenin, bizim memleket için çok sıradan olması mıdır diye aklımdan geçirmiştim.

Romanın öyküsü, biz Türkler açısından birçok kişinin gerçeği gibi çünkü!

Yazar İsviçreli ve romandaki öykü de doğal olarak orada geçiyor.

Bir gün İsviçre sınırında bir trende yapılan kimlik kontrolünde, uzun süredir kayıp olan Stiller isimli bir heykeltıraşa çok benzeyen bir adam ele geçiriliyor. Adamın Stiller olduğunu iddia eden bir yolcunun ihbarı üzerine!

Adam ısrarla Stiller olmadığını, adının James Larkin White olduğunu, Amerikalı olduğunu söylemektedir.

Elindeki Amerikan pasaportunu kanıt olarak gösterir ama dinleyen kim?

Kayıp heykeltıraş Stiller’in arkadaşları kararlıdır: Sen Stiller’sin!

Hatta Stiller’in karısı, eski bir bale dansçısı olan ve Paris’te bir dans okulu işleten Julika Stiller-Tschudy, “kayıpken trende bulunan eşini” tutulduğu hapishanede ziyaret etmek için Paris’ten gelir.

Karısı da adamın Stiller olduğuna tanıklık edecektir.

Koroya savcıdan tutun da cezaevindeki gardiyanlara kadar herkes katılır: Sen Stiller’sin!

Bu durumun romanın kahramanı için nasıl bir karabasana dönüştüğünü tahmin edebilirsiniz.

Başkası olmadığını, kendisi olduğunu anlatma çabası, gerilimin içine okuyucuyu da çekiyor, adamcağızın yaşadığı baskıyı ruhunuzda hissediyorsunuz, içiniz daralıyor.

Romanı okuduktan sonra otomobil fuarı için İsviçre’ye gittiğimde, polisin görünmeyen varlığının her şeye sinmiş olduğunu hissetmiş, elimde olmadan ürpermiştim.

İster misin, beni de birine benzetip içeri tıksınlar diye!

Alaturka bir “Stiller” öyküsü

Önceki hafta başında, uzun süredir tutuklu olarak cezaevinde tutulan Ayşe Barım’ın çıkarıldığı ilk duruşma ile ilgili haberleri izlerken “işte” dedim kendi kendime, “gerçek bir Alaturka Stiller öyküsü!”

Ayşe Barım, temsil ettiği oyuncuları Gezi protestolarına götürerek hükümeti devirmeye kalkışmakla suçlanıyor.

Belli ki o tarihteki hükümete, hükümetin kendisi dahil kimse güvenmiyormuş; püf deseniz, yıkılacakmış gibi!

Düşünün iki başrol oyuncusu ve dört karakter oyuncusunu bir meydana salıyorsunuz, hükümet gümmm!

Barım savunmasında politik bir insan olmadığını, kimseyi meydanlara göndermediğini söylüyor ama savcı aksi kanaatte. “Hayır, gönderdin hükümeti yıkmak istedin” diyor.

Mahkemeye tanıklar da çağırılmış, onlar da “Hayır, bizim bundan haberimiz yok” diyorlar ama savcı kararlı:

“Vardı!”

İki önemli oyuncu, bu davada savcının işine yarayacak bir ifade vermedikleri için mahkûm bile edildiler.

Allah’tan “yatarı olmayan” bir cezaydı.

Her şey, Ayşe’nin “hükümeti devirmek isteyen o kişi” olmadığını gösteriyor, savcı aksi kanıda!

Stiller’den farkı şu ki Ayşe gerçek bir kişi, Stiller roman kahramanı!

Hatırlar mısınız bilmem, vaktiyle Ankara’da bir grup genç “gizli örgüt üyesi” olmakla suçlandılar, tutuklu yargılandılar.

İddianamede birbiriyle hiç alakası olmayan hatta ideolojik olarak birbirleriyle problemleri de olan o kadar çok örgüte üye oldukları yazılıydı ki çocuklardan birisi duruşma sırasında hâkime şunu sormuştu: Hangi örgüte üye olduğumuzu biz mi seçeceğiz, siz mi seçeceksiniz?

Çoktan seçmeli bir test sorusuydu sanki!

Ödümü koparan açıklama

Ergenekon davası sırasında da böyle komik bir olay hatırlıyorum.

O tarihte Taraf gazetesinde yazan Yıldıray Oğur, İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda “Ergenekon öyle bir örgüt ki ona üye olduğunu bilmeyenler var” demişti.

Benim de ödüm kopmuştu, acaba ben de Ergenekon’a üyeyim de haberim mi yok diyerekten!

Korkmakta haklıydım, çünkü hiçbir toplantılarına katılmamıştım.

Beni haberim olmadan üye yapanlar da örgüt “gizli” olduğu için bana haber vermemiş olmalıydılar.

Bu açıklamadan sonra Ergenekon davasındaki bazı sanıkların durumunu daha iyi anlamıştım.

Bazı sanıklar tutuklu yargılanırken her defasında böyle bir örgütle ilişkileri olmadığını söylüyorlar ama dertlerini anlatamıyorlardı.

Ayşe’nin durumu da buna benziyor biraz.

Hükümeti yıkmak için kurulmuş bir gizli örgütün mensubuydu ama bu durum kendisinden bile saklandığı için savcı söyleyene kadar kimseler farkına varamamış olmalıydı.

Bu tür konularda şakalar yapmama kızan arkadaşlarım ve okuyucularım var.

Şaka yaparak meseleleri hafiflettiğimi, önemsizleştirdiğimi söylüyorlar.

Freud “Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri” isimli eserinde şöyle yazıyor:

“Baskıcı faaliyetler, artık içimizdeki sansür mekanizması tarafından inkâr edilir hale gelmiş temel haz olasılıklarını unutmamız sonucunu doğurur. Taraf tutan şakaların, yitirilen şeyi geri kazanmak için insana bir araç sunduklarını görüyoruz.”

Ben de böyle düşünüyorum.

Muhalefetin ve medyanın bir bölümünün ağır bir baskı altında yaşadığı bir dönemden geçiyoruz.

Sözcü televizyonu 10 gün süreyle kapatıldı. İdare Mahkemesi, RTÜK’ün talebine uyup yürütmeyi durdurma kararını kaldırırsa Halk TV de 10 gün süreyle kapatılacak.

Demokrasiyle çelişen tavır

İktidarın yetkili ağızları “yepyeni sivil, demokratik anayasa” vaat ederlerken RTÜK’ün vesayet organı gibi davranması ve muhalif televizyonların üzerine böyle tam gaz gitmesi bir tuhaf çelişki aslında.

Yöneticilerimizin ne kadar “demokrat” olduklarını bilmesek, RTÜK’ü sabotajla bile suçlayabilirdik.

Eleştiri, devletin bir kurumu tarafından bazı sınırlara tabi tutuluyorsa, orada temel insan haklarından biri olan ifade özgürlüğü yok demektir.

Şu anda kimsenin beğenmediği “askerlerin yaptırdığı vesayet anayasası” bile bu konuda çıtayı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığına kadar çıkarmış bulunuyor.

O çıtada da ifade ve eleştiri özgürlüğü için bir sınır yok: Canın çekerse ağır da eleştirebilir, hatta dinleyenleri şoke edecek ifadeler bile kullanabilirsin diyor!

Afganistan’da Taliban’ın ikinci kez yönetime hâkim olmasının ardından getirilen yasakların uygulanmasını denetleyecek kurumun resmi adı Erdemi Yayma ve Ahlaksızlığı Önleme Bakanlığı.

Afganistan’ın “milli ve manevi değerlerinin ne olduğuna” bunlar karar veriyor, uymayanın vay haline.

Tıpkı bizim RTÜK gibi yani.

RTÜK bir vesayet organı olarak elinde kılıç, bekliyor ve kimin “sınırı” aştığına karar veriyor.

Bunun kalıcı olmayacağına, geçici olacağına inanmamız, baskıya dayanma gücümüzü artırıyor.

İçinde yaşadığımız dönemde başımıza gelenlerle ilgili şaka yapmak da öyle.

Tabii Stoacı filozof Solili Hrisippos’un durumuna düşme ihtimali de unutulmamalı.

Hrisippos boğazına kaçan inciri çıkarmak için şarap içen bir eşek ile ilgili fıkrayı anlatırken o kadar gülmüştü ki sonunda katılarak ölmüştü.

O duruma düşmeyelim derim. 


Oksijen'den alınmıştır.

Mehmet Y. Yılmaz kimdir?

Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu

Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini bir süre yürüttü.

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazetesi ve dergilerini yayınladı.

Askerlik görevi Kara Harp Okulu'nda yapıldıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe geri döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu.

1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınlandı.

Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğu yapıldı.

1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yıl sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda ise Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü.

2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğüne getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grubu'nun CEO'luğu görevini üstlendi.

2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı.

Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi kitap olarak yayınlandı. 

"Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ve futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Çakma mal, iyi malı kovar

Alanya’da esnaf taklit ürünler satıyor, bu konuda markaların hakkını arayan avukatlara da “Millet bu işten ekmek yiyor” diye kızgın. İş çarşının ortasında arbede çıkaracak kadar büyüdü. Bu sadece Alanya’yla ilgili bir sorun değil. Türkiye küresel “çakma ürün” sıralamasının üst basamaklarında. Ama bu eninde sonunda uluslararası turizm merkezlerimize zarar verir

“Yetkisiz” bir turistin gözlemleri

Tartışmasız bir gerçek ki Türkiye her turist için pahalı bir ülke. Bebek’in popüler balık lokantasındaki sıradan bir yemek ile New York’taki üç Michelin yıldızlı balık restoranındaki “Şefin Menüsü”nün fiyatı neredeyse aynı... Turizm acentesi yöneticilerine göre Türkiye’deki fiyatlar Dubai ile yarışıyor. İspanya ve Yunanistan ise bize göre çok daha ucuz. Ama bu tuhaflığın kaynağı lokanta sahiplerinin açgözlülüğü değil, maliyetler unutulmamalı

Yüzyılın dörtte biri geçti bile

50 yıl önce tarihin en yıkıcı iç savaşını yaşayan Vietnam, son 20 yılda 130 milyar dolarlık yüksek teknoloji ihracatı yaptı. 30 yıl önce ekonomisi çökmek üzere olan Çekya’nın 43 milyar, Polonya’nın ise 26 milyar dolarlık yüksek teknoloji ihracatı var. Biz ise bu alanda “2.5 milyar dolar” ile yerlerdeyiz. “Türkiye Yüzyılı” gibi sözler dinleyeni heyecanlandırıyor olabilir ama bunlar içi boş laflar. Yüzyılın dörtte biri geçmişken, kalan 75 yılda tabloyu tersine çevirebilmek mümkün görünmüyor

"
"