08 Haziran 2025
Ne demişti Orhan Pamuk Yeni Hayat romanının başında? "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti". Eminim sizler de değerli yazarımız ve benim gibi benzer deneyimler ve duygular yaşamışsınızdır. Umarım bu değişiklik olumlu olmuştur. Ben yıllar sonra hâlâ Suç ve Ceza'daki Raskolnikov'un vicdan azabını onun namına çekiyorum. 1984’tekiWinston gibi devamlı izlenme paranoyası yaşıyorum ve kameralara oynuyorum.
Her şeyden önce bana etkilendikleri kitapların isimlerini gönderen sevgili okuyucularıma çok teşekkür ederim. Açıkçası ben bu kadar çok okuyucum olduğunu bilmiyordum.
Aranızda gerçek entelektüeller, çevreye duyarlı aydınlar, keşfedilmiş ve keşfedilmemiş yazarlar ve sanatçılar, her şeye küsmüş ve yabancılaşmış inkârcılar, hâlâ ümidini kaybetmemiş gençler, tek faktöre odaklanmış saplantılılar, geçmişte yaşayan dinozorlar, iyi niyetli sazanlar, gözü yaşlı feministler, düş kırıklığına uğramış eski tüfek devrimciler, kaderci dindarlar, herkesi ve her şeyi küçümseyen kendini beğenmiş narsistler, kısacası toplumun her kesiminden bağlam gereği biraz daha okumuş kitapseverler var.
Yazının sonunda okuyucularımın ve arkadaşlarımın önerdiği 104 kitaplık bir liste bulacaksınız. En çok oy alanları listenin başına koydum. Okuyucuların zevkleri geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Keşke daha genç bir yaşımda bu listeye kavuşsaydım.
Bugün sizin önerdiğiniz ve benim de çok etkilendiğim yedi kitaptan söz edeceğim. Önerilerini şimdilik gerçekleştiremediğim okuyuculardan biraz sabır istiyorum. Gelecek bizimdir.
George Orwell’in 1984 romanı yalnızca bir distopya (baskıcı rejim) klasiği değil, aynı zamanda iktidar, özgürlük ve gerçeklik üzerine evrensel bir sorgulamadır. Roman okuyucuyu Büyük Birader'in gözetimindeki totaliter bir dünyaya götürür ve bireyin otorite karşısındaki çaresizliğini ve direnişini ustalıkla irdeler.
Orwell’in tasvir ettiği Okyanusya mutlak kontrolün hüküm sürdüğü, düşüncenin bile suç sayıldığı bir cehennemdir. Düşünce Polisi'nin her an her yerde olabileceği bu dünyada insanların hafızası bile sistematik olarak manipüle edilir. "Geçmişi kontrol eden, geleceği kontrol eder" diyen Parti gerçekliği yeniden yazarak kendi iktidarını sonsuz kılmaya çalışır. Bu Orwell’in propagandanın ve tarihsel revizyonizmin tehlikelerine dair çarpıcı bir uyarısıdır.
Romanın merkezinde yer alan Winston Smith, Büyük Birader'in her an her yerde izlediği, bireyselliğin bastırıldığı, düşünmenin bile suç sayıldığı bir rejimin içinde sessizce ayakta kalmaya çalışan bir bireydir. Orwell onun içsel direnişini ve insan kalma mücadelesini aktarırken okura yalnızca kurgusal bir dünyanın kapılarını aralamaz, geçmişte yaşanmış ve gelecekte yaşanabilecek diktatörlüklerin içyüzünü gösterir.
1984 yalnızca sansür, propaganda ve gözetim üzerine değil, aynı zamanda dilin ve gerçeğin nasıl çarpıtılabileceği üzerine de bir analizdir. “Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Cehalet güçtür” gibi ikilemler romanın karanlık evreninde gerçeğin nasıl ters yüz edilebileceğini çarpıcı bir biçimde anlatır. Orwell’ın “Yeni Dil” adlı yapay dili tasarlayarak gösterdiği şey şudur: Bir dil yoksullaştığında, düşünce de yoksullaşır.
Bu romanın en büyük başarısı yalnızca bir rejimi ya da dönemi eleştirmekle kalmayıp zamansız bir uyarı sunmasıdır. Orwell iktidarın otoriterleşmesinin ve bireyin silinmesinin yalnızca geçmişin değil, tüm zamanların tehdidi olabileceğini gösterir.
Bugün dijital gözetimin, bilgi manipülasyonunun ve gerçeklik savaşlarının yaşandığı bir dünyada Orwell’ın eseri daha da günceldir. 1984 romanların yalnızca hayal gücüyle değil, gerçek üzerine de yazıldığında ne kadar güçlü olabileceğinin güzel örneklerinden biridir.
Yazarın eserin adını niçin 1984 koyduğunu biliyor muydunuz? Kısa cevap romanı 1948'de yazdığı ve son iki rakamın yerini değiştirdiği için. Şimdi sizinle belki başkalarına hava atmaktan başka hiçbir işinize yaramayacak bir bilgi paylaştım. Benim kafam böylesine gereksiz şeylerle dolduğu için fazla boş yer kalmadı. Biraz da sizinki dolsun.
Erich Maria Remarque’ın 1929 yılında yayımlanan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı eseri yalnızca bir savaş romanı değil, insanlık onurunu ve savaşın iç yüzünü gözler önüne seren bir başyapıttır. I. Dünya Savaşı'nın korkunç gerçeklerini cephede bizzat bulunmuş bir asker duyarlılığıyla anlatan Remarque bu romanıyla hem edebi hem de insani anlamda derin izler bırakmıştır.
Roman Alman askeri Paul Bäumer’in gözünden anlatılır. Ancak bu savaşın karşı saflarında olan bütün gençlerin, umutlarının, düşlerinin, arkadaşlıklarının ve hayatlarının nasıl yıkıma uğradığını gösteren evrensel bir çığlıktır.
Henüz okul sıralarından koparılıp savaşa atılan gençler başlangıçta vatanseverlik duygularıyla dolu olsalar da kısa sürede savaşın korkunç gerçeğiyle yüzleşirler. Remarque savaşın fiziksel yıkımının ötesinde askerlerin psikolojik çöküşünü de ustalıkla resmeder. Paul’ün içsel çatışmaları, kayıpları ve giderek yabancılaştığı normal hayat okura savaşın asla bitmeyen etkilerini hissettirir.
Kitap savaşın anlamsızlığını ve askerlerin nasıl birer piyon haline getirildiğini gözler önüne serer. Cephenin çamuru, bitleri, açlığı ve sürekli ölüm korkusu olduğu gibi aktarılır. Özellikle Paul’ün izne gidip geri döndüğü sahneler savaş ile sivil hayat arasındaki uçurumu vurgular. Artık ne cepheye ne de eve ait hisseden bu genç adam savaşın yalnızca bedenleri değil, ruhları da nasıl tükettiğinin simgesidir.
Remarque’ın dili sade ama etkileyicidir. Süslü cümleler yerine sarsıcı bir gerçeklik vardır. Her sayfasında savaşın şan ve şeref olmadığını, aksine gençliğin nasıl katledildiğini anlatır.
Kitabın en çarpıcı yönlerinden biri vatanseverlik söyleminin, devlet propagandasının ve savaş romantizminin nasıl sorgulandığıdır. Remarque gençliğin savaşla kandırıldığını, ölüme gönderildiğini ve insanın ruhsal çöküşünün cephede başladığını gösterir.
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok yayımlandığı dönemde büyük yankı uyandırmış, bazı ülkelerde yasaklanmış ve yazar faşist rejimlerin hedefi olmuştur.
Bu eşsiz kitabı oldukça genç yaşımda okuduğumu ve çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Belki de onun için hakkında çok iyi şeyler duyduğum filmini seyretmeye bir türlü elim varmıyor.
Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanı edebiyatın büyülü gerçekçilikle tanıştığı, zamanı, hafızayı ve kaderi büyüleyici bir şekilde iç içe geçirdiği başyapıtlardan biridir. Sadece Latin Amerika edebiyatı için değil, dünya edebiyatı tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Kitap bir roman olmanın ötesinde bir mitolojidir. Macondo bir yer değil, zihinsel bir haritadır.
Roman Buendía ailesinin yedi kuşaklık öyküsünü anlatırken aslında insanlığın evrensel yalnızlığını, hataları tekrar etme döngüsünü ve hafızanın hem kurtuluş hem de bir lanet oluşunu işler. Márquez’in dili şiirle tarihin, fantastikle gerçeğin iç içe geçtiği bir dokuma tezgâhı gibidir. Sıradan bir olay onun kaleminden geçtiğinde olağanüstü bir masala dönüşür.
Romanın kahramanları birer birey oldukları kadar unutmanın, umudun, beklemenin, tutkuların ve yıkımların simgeleridir. Buendía ailesi her kuşakta yalnızlık kaderini tekrar yaşar. Bu yalnızlık Márquez’in deyimiyle önceden yazılmış kaçınılmaz bir kaderdir.
Yüzyıllık Yalnızlık büyülü gerçekçilik akımının doruk noktası olarak kabul edilir çünkü bu akımı sadece bir anlatım biçimi olarak değil, bir dünya görüşü olarak kurar. Ölülere selam verilir, havada süzülen keşişler vardır, ama bu gariplikler hiç sorgulanmaz, çünkü Macondo’da hayat böyledir. Bu olağanüstü anlatı gücü Latin Amerika'nın tarihsel travmalarını da bir peri masalı perdesinin ardından acı bir mizahla sunar.
Márquez’in dehası sadece anlattıklarıyla değil, anlatmayı seçtiği şekilde de kendini gösterir. Zamanda doğrusal olmayan yolculuklar, tekrar eden yazgılar okuyucuyu düşünmeye ve hissetmeye davet eder.
Marquez'in gerçekle hayal ve fantezi arasında gidip gelen anlatısı benim bu dünyada part-time yaşayan hayalci kişiliğime çok uyum sağladı.
Saygın Ersin’in Pir-i Lezzet adlı romanı Türk fantastik edebiyatı için hem özgün hem de iştah kabartan bir başyapıt niteliği taşır. Kılıçla, baharatla, büyüyle ve aşkla örülmüş bu hikâye sıradan bir “gastronomi romanı” olmanın çok ötesine geçer, bir medeniyetin kalbinden çıkan tatların insan kaderini nasıl şekillendirdiğini gözler önüne serer.
Kitabın başkahramanı ismini bile bilmediğimiz gizemli ve yetenekli bir saray aşçısıdır. Fakat o sadece yemek pişirmez. Yemekle ikna eder, iyileştirir, büyüler ve gerektiğinde intikam alır. Saygın Ersin’in kalemi her bir yemeği yalnızca damakta değil, okurun hayal dünyasında da canlandırır. Tarhunlu et yahnisinden ıtır otlu pilava, her lokma, her tarif karakterlerin içsel dönüşümlerine paralel olarak derin anlamlar taşır.
Ersin Pir-i Lezzet’te yemekleri sadece teknik tarifler olarak sunmakla yetinmez, her bir lezzetin tarihini, kültürel arka planını ve duygusal bağlarını ustalıkla işler. Kitapta anlatılan yemekler birer yemekten öte anıların, geleneklerin ve insan ilişkilerinin taşıyıcısıdır. Yazarın şiirsel üslubu okuyucuyu sıcak bir sofranın başına oturtur ve her sayfada yeni bir tat, yeni bir hikâye keşfetme heyecanı yaşatır.
Pir-i Lezzet’in gücü yalnızca mutfakta değil, kurgusunun ustalığında da yatar. Kitap Orta Doğu'nun mistik atmosferini taşıyan ama aynı zamanda özgün bir coğrafyada geçen politik entrikalarla bezeli, sürükleyici bir hikâye sunar. Sultanlık, saray hiyerarşisi, tarikatlar ve aşk ustaca harmanlanmıştır. Kitabın ritmi hiç düşmez. Karakter gelişimiyle, olay akışıyla ve anlatımın lezzetiyle okuru bir an bile yalnız bırakmaz.
Saygın Ersin’in dili sade ama derindir. Betimlemeleri canlı, diyalogları etkileyici, metni hem ruhsal hem toplumsaldır. Pir-i Lezzet sadece bir okuma değil, aynı zamanda bir tatma, koklama ve duyumsama deneyimidir. Adeta bir duyular tiyatrosu gibidir.
Pir-i Lezzet çağdaş Türk edebiyatında az rastlanır bir başarıya imza atmıştır. Hayal gücüyle mutfağı harmanlayan bu roman hem edebi hem kültürel olarak okurun damağında uzun süre kalacak bir tat bırakır. Gurmeler, tarih meraklıları, fantastik severler ve nitelikli kurgu arayan herkes için benzersiz bir ziyafettir.
Mülkiyeli kardeşim Mehmet Çavuşoğlu'nun tavsiyesi olan bu özgün romanı çok sevdim.
John Steinbeck’in Gazap Üzümleri yalnızca edebiyat tarihinin en güçlü eserlerinden biri değil, aynı zamanda insanlığın ortak acısını, direncini ve umudunu anlatan evrensel bir başyapıttır. 1939’da yayımlandığında büyük yankı uyandıran ve Pulitzer Ödülü’ne layık görülen bu roman Büyük Buhran’ın tozlu yollarında hayata tutunmaya çalışan bir ailenin hikâyesi üzerinden adaletsizliği, yoksulluğu ve dayanışmanın gücünü çarpıcı bir biçimde resmeder.
Steinbeck, Joad ailesinin Oklahoma’daki kurak topraklardan sürülüp Kaliforniya’ya göç etmek zorunda kalışını anlatırken sadece bir dönemin sosyal gerçeklerini değil, insan ruhunun derinliklerine de iner. Tom Joad’ın bireysel dönüşümü, anne Ma Joad’ın yılmaz mücadelesi ve diğer karakterlerin yaşam mücadelesi okuyucuyu sarsan ve düşündüren sahnelerle bezelidir. Kitabın sayfaları arasında gezinirken sıcak rüzgârları yüzünüzde hissedersiniz, açlığı midenizde ve umudu yüreğinizde duyarsınız.
Gazap Üzümleri sadece bir göç hikâyesi değildir. Aynı zamanda kapitalizmin acımasız yüzünü, işçi sınıfının ezilişini ve insanların birbirine kenetlenerek ayakta kalma çabasını anlatır. Steinbeck’in insancıl bakışı karakterlerine derin bir empatiyle yaklaşmasını sağlar. Roman okuyucuya şu soruyu sordurur: "Gerçek zenginlik nedir?" Cevap Joad ailesinin yolda karşılaştığı insanlarla kurduğu dayanışmada, paylaştıkları bir dilim ekmekte ve asla tükenmeyen umutlarında saklıdır.
Steinbeck'in dili yalın ama derindir. Betimlemeleri insana toprağın kokusunu, karın gurultusunu ve yolun tozunu hissettirir. İnsanları küçük görmez, aksine onların basit hayatlarını büyük bir şefkatle anlatır. Gazap Üzümleri işçilerin hor görüldüğü, emeğin sömürüldüğü bir dünyada insan onurunun nasıl dimdik ayakta durabileceğini gösteren bir anıttır.
Gazap Üzümleri yalnızca bir göç hikâyesi değil, insanlık onurunun, adalet arayışının ve umutla direnişin ölümsüzleşmiş bir metnidir. Her çağda yeniden okunması gereken, insan ruhunun çorak topraklarda bile nasıl çiçek açabileceğini gösteren bir başyapıttır.
Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sı yalnızca bir edebiyat eseri değil, insanlığın teknoloji, devlet kontrolü ve özgür iradeyle olan karmaşık ilişkisine dair korkutucu bir kehanettir. 1932'de yazılmasına rağmen güncelliğini hiç yitirmeyen bu distopya okuyucuyu mutluluğun dayatıldığı, bireyselliğin yok edildiği ve insan doğasının sistematik olarak manipüle edildiği bir geleceğe götürür.
Huxley'in vizyonu bugünün tüketim toplumu, teknolojik gelişmeler ve dijital bağımlılıkla şaşırtıcı benzerlikler taşır. Ford'dan sonra 632 yılı olarak adlandırılan bu dünyada insanlar kast sistemine göre laboratuvarlarda üretilir, kitle eğlencesi ile uyuşturulur ve herkes herkes içindir sloganıyla bireysel tutkularından arındırılır. Toplum acıyı, hüznü ve karmaşık duyguları yok eden soma haplarıyla sürekli bir neşe halinde tutulur.
Romanın en çarpıcı yanı bazı bireylerin bu kusursuz düzene isyan edişidir. Huxley bu karakterler aracılığıyla şu soruyu sorar: Gerçek mutluluk rahatlık uğruna özgürlükten vazgeçmek midir?
Üslup olarak ironi ve bilimkurgunun mükemmel bir sentezini sunan Cesur Yeni Dünya Orwell'in 1984'ünden farklı olarak insanların zincirlerini seve seve kabul ettiği bir totaliter sistemi anlatır. Huxley'in öngörüsü günümüzde sosyal medya bağımlılığı, haz odaklı tüketim kültürü ve genetik mühendisliğin etik sorunlarıyla daha da ürkütücü hale gelmiştir.
Huxley'in distopyası bugünün dünyasının aynasıdır. Huxley bize gelecekteki bir toplum hayal etmez, adeta bugünü büyüteç altına alır. İnsanların kuluçka merkezlerinde üretildiği, sınıflara ayrılarak yaşamaya koşullandırıldığı, özgürlük yerine haz, acı yerine uyuşturucu verildiği bu dünya ilk bakışta düzenli ve huzurlu görünür. Ama o huzurun altında insan ruhunun erozyona uğramış hali yatar.
George Orwell’in 1984'ü gibi açık baskı ve korku yerine Cesur Yeni Dünya’da insanlar gönüllü olarak tutsaktır. Çünkü düşünmek, sorgulamak, anlamak yerine eğlenmek, tüketmek ve unutmak teşvik edilir. Huxley’in kehaneti bireyin artık baskıyla değil, hazla susturulacağı bir dünyayı çarpıcı şekilde betimler.
Fyodor Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sı edebiyat tarihinin en derin psikolojik çözümlemelerini barındıran, insanın karanlık ve aydınlık yanlarını eşsiz bir ustalıkla yansıtan ölümsüz bir başyapıttır. Yayımlandığı günden bu yana güncelliğini koruyan bu roman sadece bir cinayet hikâyesi değil, ahlak, vicdan ve kefaret üzerine evrensel bir sorgulamadır.
Dostoyevski fakir bir hukuk öğrencisi olan Raskolnikov'un "üstün insan" teorisiyle kendini kandırarak "toplum için zararlı" olarak gördüğü bir tefeci kadını öldürdüğünü ve cinayet sonrası yaşadığı iç hesaplaşmayı anlatır ve insan ruhunun en karmaşık labirentlerine ışık tutar. Raskolnikov'un suç sonrası yaşadığı paranoya, pişmanlık ve varoluşsal çöküş, okuyucuyu adeta bir psikolojik gerilim romanının içine çeker. Yazarın karakterinin zihninde gezindiği her sayfa insan doğasının karanlık derinliklerine yapılan bir yolculuktur.
Romanın gücü yalnızca ana karakterin iç dünyasından gelmez. Dostoyevski her karakteriyle toplumun farklı katmanlarını temsil ederken 19. yüzyıl St. Petersburg'unun sefaletini ve ahlaki çöküşünü de gözler önüne serer.
Romanın evreni karanlık, kasvetli ve yoğundur. Sokaklar pislik içindedir ve insanlar sefaletle boğuşur. Tüm bu çürümenin ortasındaki tek ışık Sonya'dır. Seks işçiliği yaparak ailesine bakan Sonya Raskolnikov’un ruhsal dönüşümünün anahtarı olur. İnancı, fedakârlığı ve merhametiyle, suçun kefaretinin yalnızca ceza ile değil, pişmanlık ve sevgiyle de mümkün olabileceğini gösterir.
Suç ve Ceza sadece bir edebi eser değil, aynı zamanda felsefi bir incelemedir. Raskolnikov'un "Üstün insanlar toplum yararı için ahlak kurallarını çiğneyebilir mi?" sorusu günümüzde bile etik tartışmaların merkezinde yer alır. Dostoyevski bu soruya cevap verirken insanın ancak acı çekerek ve sevgiyle arınacağını vurgular.
Raskolnikov’un Moskova sokaklarında yaşadığı içsel yolculuk bugün hâlâ bize şu soruyu sordurur: Bir suçu akıl yoluyla haklı kılabilir misin, yoksa kalbin seni eninde sonunda mahkûm eder mi? Dostoyevski’nin cevabı nettir: İnsanın içindeki Tanrı hiçbir yasanın veremeyeceği kadar kesin bir hüküm verir.
Bu kitabı okumak kendi vicdanınızla yüzleşmektir. Yıllar önce ben Raskolnikov'la ne kadar empati yapmışsam bugün hâlâ kendimi suçlu hissediyorum.
T24 okuyucularının 104 roman tavsiyesi
Yaşar Kemal, İnce Memed (1955)
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı (1965)
Erich Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (1928)
George Orwell, 1984 (1949)
Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık (1967)
Kemal Tahir, Kurt Kanunu (1969)
Oğuz Atay, Tutunamayanlar (1970)
Fyodor Dostoyevski, Suç ve Ceza (1849)
Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu (1922)
Kemal Tahir, Devlet Ana (1967)
İvan Gonçarov, Oblomov (1859)
İtala Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (2008)
Saygın Ersin, Pir-i Lezzet (2023)
Lev Tolstoy, Savaş ve Barış (1869)
Knut Hamsun, Açlık (1890)
Boris Pasternak, Dr. Jivago (1957)
John Steinbeck, Gazap Üzümleri (1939)
Miguel de Cervantes, Don Kişot (1605)
Yaşar Kemal, Teneke (1954)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur (1949)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1954)
Victor Hugo, Sefiller (1862)
Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi (1859)
Paulo Coelho, Simyacı (1988)
Albert Camus, Yabancı (1942)
Bernhard Schlink, Okuyucu (1995)
Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973)
Toni Morrison, En Mavi Göz (1970)
Pınar Kür, Asılacak Kadın (1979)
Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya (1932)
Alexandre Dumas, Monte Kristo Kontu (1846)
Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan (1940)
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna (1943)
Mahmut Şevket Esendal, Ayaşlı ile Kiracıları (1934)
İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahaddinin Romanı (1975)
John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar (1937)
Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi (1981)
John Steinbeck, Bitmeyen Kavga (1936)
Matt Haig, Gece Yarısı Kütüphanesi (2020)
Matt Haig, Zamanı Durdurmanın Yolları (2018)
Matt Haig, Hayat İmkansız (2024)
Defne Suman, Çember Apartmanı (2022)
Jules Verne, Denizler Altında 20000 Fersah (1870)
Buket Uzuner, Gelibolu (2001)
Cengiz Aytmatov, Cemile (1958)
Cengiz Aytmatov, Kopar Zincirlerini Gülsarı (1973)
Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor? (1940)
Fyodor Dostoyevski, Budala (1869)
Fyodor Dostoyevski, Karamozof Kardeşler (1880)
Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan Ağlıyor Baksana (1997)
Yaşar Kemal, Karıncanın Su İçtiği (2002)
Yaşar Kemal, Tanyeri Horozları (2002)
Yaşar Kemal, Çıplak Deniz Çıplak Ada (2012)
Kemal Tahir, Yol Ayrımı (1971)
Kemal Tahir, Rahmet Yolları Kesti (1957)
Maxim Gorki, Benim Üniversitelerim (1923)
Kenn Follett, Dünyanın Sütunları (2016)
Hanri Charriere, Kelebek (1969)
Wolfgang Borchert, Kapıların Dışında (1947)
Jack London, Vahşetin Çağrısı (1903)
F. Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby (1925)
Emile Zola, Germinal (1885)
Trevanian, Şibumi (1979)
Arthur Koelster, Gün Ortasında Karanlık (1940)
Nikos Kazancakis, Yeniden Çarmıha Gerilen İsa (1948)
Nikos Kazancakis, Günaha Son Çağrı (1955)
A. J. Cronin, Şahika (1937)
Johann Wolfgang von Goethe, Werther'in Izdırapları (1774)
Mihail Şolohov, Ve Durgun Akardı Don (1934)
Louis Ferdinand Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk (1932)
Paul Auster, Şans Müziği (1980)
Magda Szabo, İza'nın Şarkısı (1963)
Mario Vargas Llosa, Teke Şenliği (2000)
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı (1982)
William Golding, Serbest Düşüş (1959)
Julian Barnes, 10,5 Bölümde Dünya Tarihi (1989)
Kobo Abe, Kumların Kadını (1962)
Dino Buzzati, Tatar Çölü (1940)
Ferenc Karinthy, Epepe (1970)
Iris Murdoch, Ağ (1954)
Saul Bellow, Augie March'ın Maceraları (1953)
Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan (1940)
Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi (1971)
James Baldwin, Sokağın Dili Olsa (1974)
Friedrich Dürrenmatt, Yaşlı Kadının Ziyareti (1956)
Antoine de Saint-Exupery, Küçük Prens (1943)
Vedat Türkali, Güven, Cilt 1 ve 2 (1999)
Halid Zia Uşaklıgil, Mai ve Siyah (1897)
Abdülhak Şinasi Hisar, Fahim Bey ve Biz (1941)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara (1934)
Tahsin Yücel, Sonuncu (2010)
Oya Baydar, Kayıp Söz (2007)
Hermann Broch, Virgilius'un Ölümü (1945)
Elias Canetti, Körleşme (1935)
Elena Bulgakova ve Mikhail Bulgakov, Usta ile Margarita (1967)
Novalis, Heinrich von Ofterdingen (1802)
Boris Vian, Günlerin Köpüğü (1946)
Harper Lee, Bülbülü Öldürmek (1960)
Franz Kafka, Dönüşüm (1915)
Yusuf Atılgan, Aylak Adam (1959)
İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası (1995)
Nikolai Gogol, Ölü Canlar (1842)
Oscar Wilde, Dorian Gray'in Portresi (1890)
Mary Shelley, Frankenstein (1818)
Gerçeğin canı cehenneme... Bana hayallerimi verin!
Sevdiğiniz romanları bu listede bulamadıysanız lütfen bana bir mail atın, önerilerinizi memnuniyetle eklerim.
Mehmet Ali Çiçekdağ kimdir?Prof. Dr. Mehmet Ali Çiçekdağ İstanbul'da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesini ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdi. İki yıl Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde asistanlık yaptıktan sonra burslu olarak ABD'ye gitti. California Üniversitesi'nin Santa Barbara kampüsünde siyaset bilimi dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. 40 yıldan fazla ABD'de kalan Çiçekdağ çeşitli üniversitelerde Amerikan politikası, uluslararası ilişkiler ve mukayeseli devletler dersleri verdi. Çiçekdağ'ın ikinci uzmanlık alanı Yabancı Dil Eğitimi ve Dilbilimidir. Monterey Institute of International Studies'ten eğitim dalında ikinci bir M.A. aldı. Defense Language Institute'te Akademik Eğitim ve Geliştirme bölümünün başkanlığını ve Türkçe Bölümünün başkanlığını yaptı. 1980'lerde Boğaziçi Üniversitesinde Siyaset ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tam zamanlı öğretim üyeliği yapmış olan Çiçekdağ, bugünlerde aynı bölümde yarı zamanlı olarak Amerikan Politikası dersleri veriyor. T24'te siyaset ve müzik yazıları yazmayı seviyor. |
Amerikan ejderhasını beslemenin fiyatı arttı. Payını vermeyen Avrupalılar out, veren Araplar in. Altın kaplama olmayan uçağa binilmez. Devletin malı deniz, yemeyen domuz. Sen, ben, bizim oğlan ekonomisi. Bugün senin tarifen 30 mu desem 130 mu? Bunun oluru nedir? Uzlaşalım. Her şey satılık, demokrasi ve değerler dahil. Narsist ve artist reis tüm şirketlerini batırdı. Adını satarak mankenlerle evlendi...
Hayat kötü tercüme için çok kısadır. Rol modelim Atatürk'ten sonra Hasan Ali Yücel. Her insan cenneti ve cehennemi kendi içinde taşır. Asıl delilik hayallerimizden vazgeçmektir. Güzellik lanetlidir. Sanat zehirlidir. Güzelliğin büyüsüne kapılmak ve zamansız kalma arzusu ruhu çürütür. Hayallerimizi ve düşüncelerimizi bizden alamazlar...
Yumuşak güç sert güçten daha ucuz. Komodor Perry Japonya'yı dış ticarete açıyor. Missouri zırhlısı İstanbul'da, genelev kızları hamamda. Obama torunuma mektup yazıyor. Askerle toprak almak kolay, ama kalpleri kazanmak için bir hikâye gerek. İkiyüzlü kültürel Truva atı…
© Tüm hakları saklıdır.