31 Mart 2024

Seçimlerimizde iç sesimize ne kadar kulak verebiliyoruz?

Dışarda/içerde dingin ve sessiz zamanlarda kendimizle bağlantıya geçip iç sesimize kulak vermemiz nispeten kolay. Fakat hem içimizde hem de dışımızda kaosun, gürültünün, patırtının hakim olduğu zamanlarda bunu nasıl başaracağız?

Bugün ülkemiz bir seçimden daha geçiyor. Yerel seçimlerin memleketimiz için hayırlı olacak şekilde sonuçlanmasını diliyorum.

Yuval Noah Harari "Homo Deus" adlı kitabında teoride seçmenlerin en derinlerdeki duygularına kulak vererek bir tercihte bulunduklarının düşünüldüğünü söylüyor. Fakat bunu yapmak herkes için pek kolay olmayabiliyor. Hislerimizle bağ kurabilmemiz için kendimizle bağlantıda olmamız gerekiyor. Seçim hazırlık süreci boyunca maruz kaldığımız onca propaganda, gürültü, patırtı, ortaya saçılan kirli çarşaflar, karmaşa, karşı karşıya kaldığımız bir takım çaresiz gerçekler bizi hislerimizden uzaklaştırmak için bir o yana bir bu yana çekiştirip duruyor. İç sesimizin bize fısıldadıklarını duyabilmemiz ancak kulaklarımızı bu gürültüye kapatırsak mümkün.

Aslında hayatın kendisi de seçim sürecindeki bu kaotik halden pek de farklı değil. Yaşam hem dinginliği hem de kaosu bir arada barındırıyor. Hayatın içinde biri olmadan bir diğeri var olamıyor.

Ömür boyu birtakım tercihlerde bulunuyoruz. Ve bu tercihlerimize dair kararlarımızı her zaman da dingin bir köşede verme fırsatımız olmayabiliyor. Bazen kaosun tam da göbeğinde kendi içimizde dinginliği yakalayıp ve kendimizle bağlantıya geçip kararlar vermemiz gerekebiliyor. Dışarda/içerde dingin ve sessiz zamanlarda kendimizle bağlantıya geçip iç sesimize kulak vermemiz nispeten kolay. Fakat hem içimizde hem de dışımızda kaosun, gürültünün, patırtının hakim olduğu zamanlarda bunu nasıl başaracağız?

İşte ben bu sorunun cevabının doğayla kurduğumuz bağlantıdan geçtiğine inanıyorum. Doğanın ayrılmaz ve sıradan bir parçası olduğumuz gerçeğini hatırladığımız anlara ne kadar çok maruz bırakırsak kendimizi doğayla da kendimizle de bağımız o kadar artıyor. Hayata ve kendimize dair çok komplike zannettiğimiz sorularımızın cevaplarını doğa olağan halleriyle basit ve yalın bir şekilde bize sunuyor. Yeter ki görmek, duymak, hissetmek isteyelim ve bunun için zaman ayıralım. Zamanla doğayla kurduğumuz ilişkinin kendimizle olan bağımızı nasıl da kuvvetlendirdiğini gözlemleyebiliriz. İşte kendimizle kurduğumuz bu değerli bağ ister dingin ister kaosun içinde olduğumuz anlarda olsun seçimler yaparken iç sesimizi duymamızı mümkün kılacak.

Betonun hakim olduğu, hayatın büyük bir hız ve telaş içinde aktığı büyük şehirlerde ya da özellikle yaz dışında tatlı bir dinginliğe sahip olduğunu hayal ettiğimiz fakat ortalığı inşaat gürültüsünün ve kirliliğinin ele geçirdiği bazı sayfiye yerlerinde "Artık doğayla bağ kurmak ne mümkün ki!" diye düşünebilirsiniz. Şikayet etmek yerine yaşadığımız yere ve yakın çevremize doğayı hayatımıza nasıl daha çok davet edebiliriz diye baktığımızda eminim normalde dikkatimizi pek çekmeyen yerler gözümüze çarpacaktır. Çok da uzağa gitmeden mahalle parkındaki ağacın altında biraz vakit geçirmek, kuşların cıvıltısını dinlemek, biraz yürüyüş yapmak, varsa yakında bir sahile, ormana gitmek ve yalnızca dinlemek… Etrafımızdaki ya da içinde bulunduğumuz kaosun sesini olabildiğince kısıp dikkatimizi ağaca, kuşa, çiçeğe, böceğe, kendimize vermek… Mümkünse de bunu yalnız başımıza yapmak kendimizle bağlantıya geçmemize yardımcı olacaktır.

Geçtiğimiz haftalarda İstanbul'da baharın tadını çıkarabileceğimiz, doğayı hissedebileceğimiz yerlerden kendimce örnekler vermiştim. Bu hafta sizi biraz şehir dışına çıkarmak, kafanızı dağıtmak ve sizlere benim de yeni tanışma fırsatı bulduğum iki yerden bahsetmek istiyorum. Belki sizin için de bir fırsatını bulduğunuzda kaçabileceğiniz, ruhunuza iyi gelecek ihtimaller olurlar.

İğneada

Kışın ilk günlerinde sevgili Onur Baştürk'ün nazik davetiyle gitme şansım oldu İğneada'ya. Uzun zamandır radarımda olan ama araya pandeminin girmesiyle ötelediğim bir destinasyondu. Bodrum'da yaşadığım yıllarda önceliğim Ege'yi olabildiğince keşfetmekti. Artık merkezim İstanbul olduğu için radarımı tekrar İstanbul ve çevresinde kısa kaçamaklar yapıp doğayla buluşabileceğim yerlere çevirdim.

İğneada'ya İstanbul'dan 4- 4 buçuk saatlik bir karayolu seyahati ile ulaşılabiliyor. İstanbul - İğneada arası yaklaşık 250km. Burası Kırklareli sınırları içerisinde kalan Demirköy ilçesine bağlı bir sahil kasabası. Geniş sahiliden kısa bir yürüyüşle Longoz Ormanlarına geçiş yapılıyor. Yani deniz ve ormanın iç içe olduğu bir coğrafya. Siz de benim gibi hem deniz hem de ağaç sevdalısıysanız çok mutlu olacaksınızdır. Burası gürgen, meşe, akağaç, kayın gibi ağaçlardan oluşan çok sık ve zengin bir bitki örtüsüne sahip. Bu ağaçların hepsi yaprak döken ağaçlar. Bu coğrafyada özel yetiştirme alanları dışında çam ağacı gibi iğne yapraklı ağaçlar bulunmuyor. Benim gittiğim dönemde tüm ağaçlar çıplaktı ve ormanın zemini dökülmüş rengarenk yapraklarla kaplıydı. Kış uykusuna yatmak için soyunmuş ağaçların seyri bir başka güzel oluyor. Eminim ilkbaharda ve yazın ağaçlar yapraklandığında da bu orman çok etkileyici oluyordur.

Longoz ormanı tanımını birçoğumuz coğrafya dersinden hatırlıyoruzdur. Longoz su basar demek. Yani dönem dönem ormanın tabanını su basıyor. Dünyadaki en büyük longoz ormanları Amazonlar dersem belki gözünüzde daha iyi canlanır. Bu bilgileri hem kendi araştırmalarımdan hem de ormanda gezerken bize rehberlik eden, neşeli ve şahsına münhasır anlatımı ile orman turumuzu renklendiren Halil İbrahim'den edindim. Halil İbrahim yaşadığı topraklara ve doğaya sevdalı bir adam. Bu da anlatımına yansıyor. Ormanın ekosisteminden ve döngüsünden bahsederken bir yandan da canlı yaşamının hakikatine dair söyledikleriyle hepimizi bir güzel düşündürdü.

Ormanın derinliklerinde gezerken sık sık küçük göletvari su birikintileriyle karşılaştık. Halil İbrahim bunların ormanın can suyu olduğunu söyledi. Kızıl geyik gibi büyük vahşi hayvanlara ev sahipliği yapan ormanda bu küçük doğal su havuzları semender, kurbağa, kaplumbağa, porsuk gibi birçok diğer canlının yaşamasını da mümkün kılıyormuş.

Böylesine sık ve balta girmemiş bir ormanda yürüyüş yapmak şahane bir histi. Dev ağaçların arasında yürürken turistler için belli ki bir uğrak ve deneyim yeri olarak tasarlanmış halattan yapılmış bir salıncakla karşılaştık. Salıncağı görünce macera ve heyecan sever ben ve Merve Oflaz sabırsızlıkla denemek için atıldık. Biz, dışardan bakınca pek de güven vermeyen bu salıncakta mutluluk çığlıkları içinde sallanırken bizi seyreden arkadaşlarımızı da biraz endişelere saldık.

İğneada'da ormandaki yürüyüş parkurları yanı sıra ormanda ATV ile tura da çıkabilirsiniz. Daha önce defalarca bindiğim bu aracı ilk defa kendim kullandım ve çok da keyif aldım. Fakat deneyimin sonrasında hem ormanda yapmış olabileceğimiz tahribatı ve hem de canlı yaşamına hareketimiz ve ürettiğimiz gürültü ile vermiş olabileceğimiz rahatsızlığı düşününce açıkçası kendimden utandım.

Benim orada bulunduğum tarihte doğa şartları izin vermiyordu ama doğru mevsimde kano yapmak da mümkünmüş.

İğneada 22 kilometrelik sahil bandına sahip. Kumda yürüyüş yapmayı sevenlerdenseniz bu uzun sahil sizi mutlu edebilir.

Biz deniz kenarında bulunan, eski bir devlet kampından dönüştürülmüş olan Nayu adlı otelde konakladık. Nayu'nun dönüşümünü ve mimari projesini Fahrettin Aykut üstlenmiş. Fahrettin, Fethiye'de bulunan YAZZ Collective ve Özdere'de bulunan Club Marvy'de yaptığı gibi bu projede de doğayı ön planda tutmaya özen göstererek ve hali hazırda bulunan yetişmiş ağaçları koruyarak yalın ve zevkli bir işe daha imza atmış.

Nayu, İğneada sahilinin başladığı noktada bulunuyor. Sahile direkt erişimi var. Deniz biz gittiğimizde sakin, hafif dalgalıydı. Ama buranın Karadeniz olduğunu unutmamak lazım. Karadeniz'in çoğunlukla tehlikeli olabilecek kendine has bir dalga ve akıntı sistemi var.

Sahilde yürüyüş yapmak çok keyifli ama sabahın erken saatleri ve akşama doğru köpek çeteleri toplanıyor. Aman dikkat! Onlardan ben de nasibimi aldım ama çok şükür kazasız atlattım. Sabah erken saatlerde kısa bir yürüyüş ve yoga yapmak için sahile indim. Kısa yürüyüşümde çeşit çeşit, irili ufaklı deniz kabukları topladım. (Daha sonra bunları bu keyifli hafta sonunu paylaştığımız arkadaşlarımla anı olsun diye paylaştım.) Şahane sabah ışığının ve sakinliğinin adını çıkarttım. Denizde yüzen yaban ördeklerini seyrettim. Tam biraz vücudumu gevşetip yoga yapacakken sahilin solundan sevimli bir sokak köpeği havlayarak bana doğru koşmaya başladı. Köpeğin ne kadar da tatlı olduğunu düşünürken onun da arkasından bakışları ve tavırları çok da dostane olmayan bir grup köpek koşmaya başladı. O an bir karar vermem gerekiyordu ya kaçacak ve denize atacaktım kendimi ya da olduğum yerde olabildiğince sakin kalıp, kararlı bir tonda bağırıp etrafa ayaklarımla kum savuracaktım. Sokak köpekleriyle daha önce yaşadığım deneyimlere ve iç sesime güvenerek ikinci yolu seçtim. Köpekler yanıma yaklaşırken sakinleşti ve biraz da çekinerek beni koklamaya başladılar. Artık aramızda bir ilişki kurulmuştu. Etrafımda mutluluk içinde takılan köpeklerle dışardan bakıldığında "köpeklere fısıldayan kadın" gibi görünüyordum.

Bir süreliğine asayiş berkemaldi. Meğer beni asıl bekleyen tehlikenin henüz farkında değilmişim. Kısa bir süre sonra, bu sefer de sahilin sağ kanadında kulağı kesik, hırpani görünümlü bir köpek çetesi belirdi. Ve hızla beni sahiplenmiş olan köpeklere ve bana doğru koşmaya başladır. O an her şeyin bittiğini ve artık o soğuk denize girme vaktimin geldiğini düşündüm. Fakat meğer dertleri ben değilmişim de yanımdaki arkadaşlarımmış. İki grup birbirine doğru koşarak ortada buluştu ve anlaşana kadar bir ufak kavgaya tutuştular. Onlar kavga ederken ben de bu anı fırsata çevirip sabah sabah çevirdiğim bu kısa filme bir son verdim ve otele döndüm. Diyeceğim o ki eğer giderseniz sabah erken saatlerde sahile inerken dikkatli olun.

İğneada, Nayu dışında Longosphere ve İnemare gibi farklı konseptlerde konaklama seçenekleri de sunuyor. İlgilenirseniz araştırabilir ve size uygun olanı tercih edebilirsiniz.

İğneada; sahili, longoz ormanı ve birkaç iyi oteli dışında pek de çekici bir yer değil. Kasabanın içi neredeyse tüm ülkeyi sarmış olan estetikten uzak ve çirkin yapılarla dolu. Bizim otelimizin de hemen girişi ve çevresi bu yapılarla doluydu. Etrafın çirkinliğinin kalacağımız otelin bu kadar yakınında olması açıkçası girişte beni biraz çarptı. Neyse ki otelin yüzü denize dönük olduğu için otel giriş çıkışları dışında çirkin manzarayla pek temasımız olmadı.

Kirazlıyayla

Mart ayının ilk haftası mirasını ikonik tasarımı ile tanınan efsane yarış otomobili A110 Berlinette'den alan Alpine'in yeni modelleriyle tanışmak üzere Bursa Kirazlıyayla'da yeni açılan Swiss Otel'de düzenlenen lansmana katıldım. Çift teker ve otomobil sever bir kişi olarak Alpine'in özgün, çevik ve kendiyle yarışan tavrından çok etkilendim.

Aralarında çok sevdiğim arkadaşlarım Nur Fettahoğlu, Birce Akalay, Tanem Sivar, Dj Hayk'ın da olduğu renkli bir davetli topluluğu yan yana gelmişti. Davet sahipleri şampiyonlar ligine benzettikleri böylesine iletişim etkisi kuvvetli bir topluluğu yan yana getirmiş olmaktan pek memnunlardı. Çok büyük bir özenle ve birçok ince detay düşünülerek hazırlanılmış bu keyifli etkinlik 24 saatlik bir deneyim yaşattı hepimize. Lezzetli ve keyifli yemeklerin yendiği, Alpine araçları ile profesyonel pilotlar eşliğinde deneyim turuna çıktığımız, akşamında da etkileyici bir lansman şovunun ardından Dj Hayk'ın müzikleriyle geç saatlere kadar eğlendiğimiz unutulmaz bir 24 saat yaşadık.

Bu arada ikonik A110 Berlinette de Fransa'dan bu davet için özel olarak sarılıp sarmalanarak getirilmiş ve otelin lobisine yerleştirilmişti. Bu efsane otomobil o kadar şık ve etkileyiciydi ki gözlerimi alamadım üzerinden. Yeni Alpine de çok şık, 2 kişilik bir spor otomobil ama sanırım ben iflah olamaz bir klasikçiyim.

Bu davet vesilesiyle Bursa Kirazlıyayla mevkiinde açılan Uludağ oteller bölgesinin yenisi Swiss Otel ile de tanışmış oldum.

Otel, arabayla veya otelin sağladığı servislerle kayak pislerine 5 dakika mesafede. Bir kayak oteli olarak gayet ferah ve donanımlı. Ama benim için en dikkat çekici özelliği otelin aslında tarihi bir yapı olması. Burası aynı zamanda Anıtkabir'in de mimarı olan Prof. Dr. Mehmet Emin Onat ve Türkiye'nin ilk kadın mimarlarından Prof. Dr. Leman Cevat Tomsu tarafından 1946 yılında sanatoryum olarak tasarlanmış bir bina. Çam ağaçlarıyla çevrili olması dolayısıyla, bol oksijenli dağ havasıyla verem hastalarının tedavisinin yapıldığı bir sağlık kompleksi olarak hizmet vermiş uzun yıllar.

İlerleyen yıllarla birlikte işlevini yitiren ve bakımsız duruma düşen "Cumhuriyet Dönemi, 2. Ulusal Mimarlık Akımı Mirası" olarak görülen bu mimari eser Bursa Ticaret ve Sanayi Odası tarafından renove edilmiş ve işletmesi için Swiss Otel'le anlaşılmış. Otel 2023 yılında hizmete açılmış.

Kış turizmi açısından eğer Uludağ'ın tantanası içinde yer almak istemez, çam ağaçları içinde ferah ve sakin bir otelde konaklamayı tercih ederseniz Kirazlıyayla'da bulunan bu otel çok ideal. Burası kış sezonu dışında da iyi yaşam programlarının, kamplarının, etkinliklerinin yapılacağı bir otel olarak hizmet vermeye devam edecekmiş.

Ben gittiğimde Mart ayının ilk haftasıydı ve etrafta henüz kar vardı. Otelin bulunduğu arazinin üst kısmında otele yarım saatlik mesafede bulunan gölete çok keyifli bir yürüyüş yaptım. Güneşli bir hava eşliğinde yaptığım bu kısa yürüyüş dev çam ağaçları, eriyen kar sularının oluşturduğu şırıl şırıl akan dere ve sonunda vardığım göletiyle ruhuma çok iyi geldi.

İstanbul'a 2 saat mesafede bulunan Uludağ Milli Parkı'nı da yalnızca kışın değil bahar aylarında da şehre yakın bir kaçış rotası olarak akılda tutmakta fayda var.

İlksen Utlu kimdir?

Çukurova'da doğdu ve büyüdü. Orta ve lise eğitimini Tarsus Amerikan Koleji'nde tamamladı.

Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu.

10 yıl İngilizce öğretmenliği yaptı.

Eğitim yolculuğu son yıllarda farkındalık çalışmaları alanında devam ediyor.

Bir eğitimci ve hayat öğrencisi olarak hayatın içinde yaptığı gözlemleri ve farkındalık üzerine yaptığı çalışmaları harmanlayarak, insan gelişimine ve iyi oluş hallerine katkıda bulunmak üzere kitaplar yazıyor.

Yazarın "Üzüntü ile Neşe, Gezerler Hep El Ele' ve "Ahenk İçinde' adlı kitapları bulunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Yasemin kokulu bir Anneler Günü

Tüm annelerin çocuklarını sağlıkla, mutlulukla ve güven içinde kucaklarına aldıkları ve büyüttükleri bir dünya dileğiyle…

Hayatı birleştiren ritüeller

İnsanlık tarihi boyunca doğayla iç içe yaşayan ve kendilerinin de doğanın bir parçası olduğu hakikatinin bilincinde olan topluluklar doğadaki bu döngüleri birtakım ritüellerle kutladılar

Haftanın ilham verenleri

Duyularımızı ve duygularımızı harekete geçiren deneyimler yaşamak daha canlı hissetmemizi sağlıyor.