14 Haziran 2025
Beklenen oldu. Gazze krizinin başından beri İsrail’in İran’a bir saldırıda bulunmak için fırsat kolladığı aşikardı. Benim gibi Ortadoğu’daki gelişmeleri hasbelkader izlemeye çalışanlar, 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırılarından bu yana, İsrail’in İran’ı vurmak için uygun bir an kolladığını vurgulamaya gayret ediyorlardı.
7 Ekim, Netanyahu için bizim çok iyi bildiğimiz “Allah’ın lütfu” anından başka bir şey değildi. Artık hayatta olmayan eylemin mimarı Yahya Sinwar ve fanatik Hamas liderliği Netanyahu’ya iç siyasette sallantıda olan koltuğunu koruma olanağı verdiği gibi, aşırı sağ-fanatik Musevi siyasetçilerin baştan beri düşünü kurdukları Yahudi kavmine vaat edilmiş topraklara tek başına sahip olma ve onu bir güvenlik çemberine alma fırsatı sundu. Yanlış anlaşılmasın, bizim fanatiklerin köpürtmeye çalıştıkları “Arz-ı Mev’ut” paranoyasından bahsetmiyorum. Bugünkü İsrail’in güvenlik çemberi içine alınmasından bahsediyorum.
Sonuçta bunlar adım adım gerçekleşiyor. Hem Gazze’nin hem Batı Şeria’nın Filistin halkından arındırılması için, acımasızca kan dökülerek önemli mesafeler alındı. Güvenlik çemberinin Mısır ve Ürdün kesimleri zaten çok önceden hayata geçirilmişti. Gazze krizi Netanyahu’ya Lübnan ve Suriye’de amacına ulaşma konusunda gereken fırsatı sundu. O da fırsatı iyi kullandı. Lübnan’da Hizbullah’ın kolu kanadı kırıldı. İsrail’in Hizbullah operasyonu Gazze ve Batı Şeria gibi aşama aşama geldi. Öldürücü darbe, yandaşları tarafından mehdi mertebesine yükseltilen Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah’ın yerin yedi kat altında yok edilmesiyle gerçekleşti.
Herkesin de bildiği gibi, Suriye’nin hikayesi biraz değişik. Beşar Esat rejiminin yıkılıp HTŞ’nin iktidara gelmesinde esas rolü ABD ve Türkiye oynadılar. Ancak gelinen noktada en kazançlı çıkanın İsrail olmadığını kim iddia edebilir? İsrail Suriye’nin tüm askeri kapasitesini yerle bir ettiği gibi, Golan Tepeleri’ndeki tampon bölgeyi Şam’ın varoşlarına kadar genişleterek, kendini iyice güvence altına aldı.
Ortada Şam yönetimin bütün iddialarına rağmen fiilen dört parçaya ayrılmış bir Suriye gerçeği var. Dürziler, Kürtler ve belki de Aleviler varlıklarını sürdürmek için etrafa baktıklarında İsrail ve ABD’den başka müttefik göremiyorlar. İleride bugünkü sınırları içinde bir Suriye’den söz edilecekse, bu ancak ademi merkeziyetçi bir devlet yapısı sayesinde olacak. Böyle bir Suriye üzerinde İsrail’in nüfuzu daha da artacak. Ahmet El Şara bu gerçeği biliyor ve Kudüs’le iyi geçinmenin yollarını arıyor. El Şara yönetimi ilk günden itibaren İsrail’e İran, Hizbullah, Devrim Muhafızları ve onların bölgesel uzantılarına karşı müttefiklik kartını sundu. Son İran operasyonunda İsrail uçakları vızır vızır Suriye hava sahasını kullanırken Şam yönetiminin tavır almaması sadece zayıflık ile açıklanamaz.
Esasen bu kuzuların sessizliği olgusu, tüm Arap alemi için geçerli. İsrail uçaklarına Ürdün ve Irak da ses çıkarmadı. Diğerlerinden de, takip edebildiğim kadarıyla ciddi bir kınama gelmedi. İran’ın bölgesel nüfuzunun yok edilmesinde, İran’ın nükleer silah yeteneği kazanmasının engellenmesinde ve mollalar rejimine diz çöktürülmesinde hepsinin ortak çıkarı var. Molla rejimi yıkılırsa bu onlar için en büyük ödül olur.
İsrail için güvenlik çemberinin son ama en önemli parçası İran’dı. İsrail’in bu tutumu yeni değil. İran’la P5+1 (veya 3+3) formatıyla görüşmeler yapılırken de, 2015 yılında nükleer anlaşma imzalanırken de, İsrail bu ülkeyle diyalog ve işbirliği süreçlerine hep karşıydı. Ama o zaman “Düvel-i Muazzama”yı ikna edemiyordu. Sadece Netanyahu değil, iktidarı-muhalefeti ile tüm İsrail müesses nizamı İran’ın Batı’yı aldatıp bir şekilde nükleer silahlara sahibi olacağına inanageldiler. Molla rejiminin “siyonist devlet yok edilecek” tehditleri Museviler için soylarının yok edilmesi tehdidinden başka şekilde algılanmıyor. Bu, kabul edelim, Museviler için bu yaşamsal bir mesele. Nükleer bir İran Batı için yaşamsal bir tehdit değil belki, ama aynı şey İsrail için geçerli değil. Kadim Musevi kavmi birinci yüzyılda Roma İmparatorluğu tarafından yaşadıkları topraklardan atıldılar. İki bin yıl boyunca sığındıkları ülkelerde küçük cepler halinde, binbir güçlük, aşağılanma ve pogromlar altında varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. Bunun belki de tek istisnası Osmanlı devletidir. Museviler en ağır darbeyi Nazilerin elinden “Holokost”ta aldı. Bu yüzden, 19’uncu yüzyıldan itibaren göç etmeye başladıkları bugünkü İsrail’e “bir daha asla” sloganıyla yerleştiler. İsrail’i yok etmekle tehdit eden molla rejiminin nükleer silahlara sahip olması hiç bir İsrail yönetimin kabul edilemez. Bu konuda haksız da değiller.
İsrail’in bugün Filistinlilere reva gördüğü muamele, benzer acıları geçmişte çok yaşamış bir kavim için bu yüzden bir kat daha büyük bir suç teşkil ediyor.
Netanyahu’nun İran’ın işini bitirme fırsatı ikinci Trump yönetimiyle geldi. Trump, ilk yönetimi sırasında ülkesini ancak İran’la imzalanan nükleer anlaşmadan geri çekebilmişti (2018). İran’ı nükleer silah edinmekten menetme meselesi ikinci Trump yönetimi için başlıca dış politika önceliklerinden biri olarak kabul edildi. Trump İran’a, nükleer meseleyi müzakere ile sonuçlandırma veya sonuçlarına katlanma seçeneği sunduğunda, tavrı üç aşağı beş yukarı belli olmuştu. Umman’da ve Roma’da yapılan doğrudan görüşmelerden sonuç alınamayınca, hazırlıkları çoktan yapılmış 13 Haziran’daki operasyona yeşil ışık yakıldı.
İsrail’in İran saldırısı diğerleri gibi aşama aşama geldi. Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin Tahran’da, İngilizcede “surgical” diye tabir edilen, adeta tıbbi operasyon yapar gibi büyük bir ustalıkla gerçekleştirilen bir suikastle öldürülmesi, planın ilk adımıydı. Arkadan Suriye’de ve Lübnan’daki suikastler geldi. İran adım adım İsrail’le doğrudan çatışmanın içine çekildi. Ama büyük darbenin gerçekleştirilmesi için ABD’nin yeşil ışığı beklendi.
13 Haziran’daki İsrail saldırılarının istihbarat ve icraat bakımından askeri tarih kitaplarına geçecek mükemmeliyette bir operasyon olduğuna kuşku yok. Ama İran bütün zaaflarına rağmen kolay yutulacak bir lokma değil. Nitekim ilk günden İsrail’e 150-200 kadar balistik füze fırlatarak kolay lokma olmadığını gösterdi. İsrail’in “Demir Kubbe” hava savunma sisteminin başarı oranı yüzde 95 olarak kabul ediliyor. Bunun anlamı, her yüz füzeden beşi İsrail hava savunma sistemini geçebiliyor. Nitekim Tel Aviv’e düşen 5-6 füzeden bu gerçek ortaya çıktı. İran’ın elinde en az 3 bin balistik füze olduğu tahmin ediliyor. Bu sayıyı 6-7 bine çıkaranlar da var. Bu demektir ki, İsrail önümüzdeki günlerde daha çok isabet alacak. Kuzey Kore gibi ülkelerden füze yardımı alabildiği takdirde, İran’ın mukabele gücü daha da artacak.
İran ne kadar isabet alırsa alsın, bu kavgadan demokratik bir toplum olan İsrail kadar etkilenmeyecektir. En sıradan bir darbe dahi İsrail içinde deprem etkisi yaparken, mollalar rejimi İsrail saldırılarını propaganda silahı ile geçiştirmeye çalışacaktır. Ama bu handikabın İsrailli siyasi ve askeri kurmaylar tarafından düşünülmediğini var saymak hata olur. Netanyahu hükümetinin her şeye rağmen başladığı işi bitirme kararlılığı içinde olduğunu kabul etmek lazım. Zaten Netanyahu ve kurmayları da savaşın istenen sonuçlar elde edilene kadar devam edeceğini vurguluyorlar.
O halde dünyanın çeşitli başkentlerinden ve Ankara’dan yapılan, çatışmaların durdurulması, diplomasiye fırsat verilmesi yolundaki açıklamaların bir anlamı yok. Savaşın uzamasını ve daha da şiddetlenmesini beklemek lazım.
İran nüfusu yüz milyona yaklaşan, toprakları Türkiye’nin iki katından daha büyük bir ülke. Böyle bir ülkeye diz çöktürmek kolay değil. İlk gün yapılan İsrail saldırılarından en başarılı olanları İran’ın üst düzeyli askeri ve nükleer kadrolarının elimine edilmesiydi. Geliyorum diyen bu saldırı karşısında İranlı yetkililerin bu kadar gafil avlanabilmesi ibretlik bir durum. Ama eksilen bu lider kadroların yerine yeni atamalar yapıldı.
Buna karşılık İsrail’in İran nükleer tesislerine ve füze rampalarına yaptığı saldırılardan aynı ölçüde başarı sağladığı şüpheli. İran’ın İsrail’e hemen füze atışları yapabilmesi, elindeki yetenekleri büyük ölçüde koruduğunu gösteriyor. Diğer taraftan, gelen bilgilerden, İran nükleer tesislerinin özellikle Natanz ve Fordow’daki uranyum zenginleştirme tribünlerinin pek etkilenmediği anlaşılıyor. Bu tesislere, yerin çok derinlerinde inşa edildikleri için ulaşmak kolay değil. Özellikle Kum kenti yakınlarındaki Fordow tesisi bir dağın altında yer aldığı için çok korunaklı bir konumda. Bunlara ancak ABD’nin Körfez savaşında kullandığı büyük “bunker buster” olarak adlandırılan sığınak delici bombalar atılması gerekiyor. Üstelik bu bombaları taşımak için gerekli olan B-1 veya B-52 bombardıman uçakları İsrail’in elinde yok. Ancak, sırası geldiğinde bu silahların ABD tarafından sağlanacağına kuşku duymamak lazım.
Açık kaynaklarda İran’ın yüzde 87 oranında Uranyum izotopu zenginleştirdiği ifade ediliyor. Nükleer bomba için yüzde doksan ve üstünde bir zenginleştirme seviyesi gerekiyor. Bundan sonra da yakıtın başlığa yerleştirme aşaması var. Eğer gizlice ulaşmadıysa, İran’ın her hal ve karda nükleer silah sahibi olmaya çok yaklaştığına kuşku yok. Bu yüzden İsrail ABD’nin silah yardımıyla saldırılarını daha da şiddetlendirecektir. Dışişleri Bakanı Rubio, İsrail saldırısıyla ilgilerinin olmadığını söylese de, Trump farklı telden çalıyor. İsrail’in yanında olduklarını, İsrail’in ABD silahlarını kullanarak çok başarılı bir operasyon gerçekleştirdiğini söyleyerek ülkesinin gerçek tavrını ortaya koydu. ABD şu anda bile İsrail’e hava savunma desteği sağlıyor.
Bu durumda İran savaşı dallanıp budaklanır mı? Özellikle ilk gün İran’a destek açıklaması yapan Çin daha ileri bir tavır takınarak ABD’yi karşısına alır mı? Bu sorulara şu anda olumsuz cevap vermek mümkün olsa da, krizin ilerleyen aşamalarda nerelere evrilebileceğini kestirmek kimsenin harcı değil. Bizi en çok memnun edecek sonuç İran’ın nükleer silah sahibi olmayacak şekilde kontrol altına tutulmasıdır. İran bunu kabul etmediği sürece savaş devam edecek gibi gözüküyor. Şu anda saldırıya uğradığı için halkın desteğini geçici olarak arkasında bulan mollalar rejiminin bu avantajı ne kadar koruyabileceği kuşkulu. Muhalif görüşlü birçok insanın (muhalif siyasi akımlar değil) İsrail istihbaratına çalıştığı bir siyasi iklimde, mollalar rejimi her an tepe taklak devrilebilir. Böyle bir sonuca sadece İsrail’in değil, Arap rejimlerinin ve başta ABD olmak üzere Batılı demokratik rejimlerin de sıcak baktıklarına hiç şüphe yok.
Arslan Hakan Okçal kimdir? Emekli Büyükelçi. 1954 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokula Almanya’da başladı. Darüşşafaka Lisesi’ni (1973) ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü (1977) bitirdi. 1978 yılında Dışişleri Bakanlığına girdi. 1981-2001 yılları arasında Bingazi ve Münster Başkonsoloslukları, NATO Daimi Temsilciliği, Bonn ve Berlin Büyükelçiliklerinde sırasıyla Muavin Konsolos, Konsolos, Müsteşar, 1. Müsteşar ve Elçi Müsteşar olarak bulundu. NATO’daki görevinden önce 1989 yılında Roma’da NATO Savunma Koleji’nde eğitim aldı. 1992-95 yıllarında Gümülcine’de Başkonsolosluk yaptı. 2005-2008 yılları arasında (ECOWAS ve aralarında Gana ve Kamerun’un da bulunduğu 9 Batı ve Orta Afrika ülkesine nezdinde de akredite olarak) Nijerya Federal Cumhuriyeti; 2008-2010 yılları arasında, o günkü ismiyle Makedonya Cumhuriyeti nezdinde Büyükelçi olarak bulundu. Merkezde Amerika Dairesi Başkanı (1995-1997), Araştırma Genel Müdür Yardımcısı (2001-2003), NATO İstanbul Zirvesi Proje Koordinatörü (2004) ve Orta Avrupa ve Balkanlar Genel Müdürü (2010-2013) olarak görev yaptı. Yurtdışında en son 2014-2017 yılları arasında Güney Kore nezdinde Büyükelçi olarak görev yaptı. Seul’de bulunduğu süre boyunca Kuzey Kore’de nezdinde de akredite Büyükelçi olarak görevliydi. 2018 yılında kendi isteğiyle emekli oldu. Emekli olduktan sonra bir yıl Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Dört yıl Marmara Üniversitesi’nde ve bir yıl Fenerbahçe Üniversitesi’nde diplomasi dersleri verdi. Dış politika alanında araştırma, yayın ve eğitim çalışmaları yapan düşünce kuruluşu Ankara Politikalar Merkezi üyesidir. 2021-2023 yılları arasında Gazete Duvar’da konuk yazar olarak makaleleri yayınlandı. 2024 yılının başından bu yana T24’te yazıyor. |
Evde yapılan hesap bugünkü tek adam rejimini baki kılmak, hatta daha da tahkim etmekten ibaret. Hesabın ilk aşaması TBMM’de DEM’in desteğini alarak anayasada üçüncü dönemi mümkün kılacak, daha düşük bir oy oranı ile seçilmenin önünü açacak değişiklikleri geçirmek. Sonra da göstermelik bir seçimde, DEM kitlesinin desteğini alarak veya onu en azında pasif hale getirerek muzaffer çıkmak
İstanbul’daki LeMan saldırısının arkasında Humeyni’nin uzun gölgesi bulunuyor. Zira bu şiddet yolunu Humeyni açtı. Saldırının yarattığı histeri ve toz duman ortamında LeMan çizer ve yöneticileri kendilerini savunma olanağı bulamadan devlet tarafından suçlu ilan edildiler bile. Bu koroya her görüşten “saldıyı kınıyorum ama…” koalisyonu da katıldı
Trump’la beraber artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Değişim olumlu sonuçlar da verebilir, eskiyi mumla aratacak sonuçlar da. Dünya bir aşağı, bir yukarı inip çıkan heyecan dolu bir lunapark trenine binmiş gidiyor. Umalım sonu hayırlı olur
© Tüm hakları saklıdır.