31 Mayıs 2025

Bir İstanbul hikâyesi (2)

İstanbul Hristiyan Yeni Roma olarak kuruldu, sonra Rum Ortodoksluğunun ve Osmanlı İslam Halifesi’nin payitahtı oldu

Fatih İstanbul’un hızla restore edilmesini istedi

Fatih İstanbul’u aldıktan sonra hızla restorasyon faaliyetleri başlattı. Önce bugünkü Beyazıt’ta kendisine bir saray inşa ettirdi. Ama bu sarayı beğenmedi, orayı (Saray-ı Atik-Eski Saray) sultan annelerine ve gözden düşen saray kadınlarına terk ederek şehrin birinci tepesinin bulunduğu akropol bölgesinde, sonradan Topkapı olarak şöhret kazanan yeni sarayı yaptırdı. Saray-ı Atik yıkıldıktan sonra o bölgeye bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin ana yerleşkesi olarak hizmet veren Harbiye Nezareti ve Seraskerlik (Genelkurmay) inşa edildi.

Fatih, fetihten sonra muzaffer bir lider olarak Ayasofya’yı camiye dönüştürmeden edemezdi. Ama Ayasofya’nın ismini değiştirmedi. Aynı şekilde şehrin ismi de değiştirmedi. Çağlar boyu Osmanlı’da, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında, şehrin isimlerinden biri Konstantiniye idi. İstanbul, Rumca “İstinpoli”den (şehre doğru) dolayı halk dilindeki adıydı.

Fatih Ayasofya’dan sonra kentin en büyük kilisesi olan Havariyyun (Aya Apostoli) kilisesini Rum patrikhane kilisesi olarak Gennadius’a bıraktı. Havariyyun ve Pantakrator (Zeyrek Camii) Bizans’ta imparatorların gömüldükleri kiliselerdi. İmparatorlar Ayasofya’da taç giyerler, Havariyyun’da gömülürlerdi. Havariyyun’da ve Pantakrator’daki imparator mezarlarına ne olduğu bugün meçhuldür.

Gennadius, Havariyyun Kilisesi’nde fazla kalamadı. Bakımsızlıktan viraneye dönen bu binayı terk ederek Fener’e taşındı. İstanbul’un dördüncü tepesinde bulunan Havariyyun Kilisesi ise yıkılarak yerine Fatih Camii inşa edildi. İlk Cami daha sonra 1776 yılında depremde büyük hasar görünce, bina kapsamlı bir onarım görerek büyütülüp bugünkü halini aldı. Fatih Sultan Mehmet’in türbesi kendi adını taşıyan bu camide yer alır.

Osmanlı’da padişahlar tahta çıkmadan önce Eyüp Sultan’da kılıç kuşanır, öldüklerinde genelde kendi adlarını taşıyan camilerde veya merkezi yerlerde inşa edilen türbelerde gömülürlerdi. Bu tür türbelerin en güzel örneği büyük reformcu II. Mahmut’un Divan Yolu’ndaki türbesidir. Çemberlitaş’ı Sultan Ahmet’e bağlayan Divan Yolu, adından da anlaşılacağı gibi Osmanlı Divanı’na ve Topkapı Sarayı’na giden kentin en önemli caddesiydi. Divan Yolu, Bizans başkentinin en önemli caddesi olan Mese’nin bir bölümünü oluşturur. Bu cadde imparatorların savaşlardan sonra törenle geçtikleri Zafer Yolu’nu Hipodrom’a, Ayasofya’ya ve Büyük Saray’a bağlardı. İmparatorlar denizden gelmiyorlarsa, Yedikule’deki Altın Kapı’dan (Hrisi Pili) kente girerler, Zafer Yolu’nu takip ederek Boğa Meydanı (Aksaray), Theodosius Meydanı (Beyazıt), Konstantin Meydanı (Çemberlitaş) üzerinden Mese’yi takip ederek merkeze ulaşırlardı. Aynı zafer yolu Roma’da da vardır. Roma İmparatorları kente Via del Corso’dan geçerek şehre girerlerdi.

Bizans döneminde şehir planı

Görmeyenler varsa, İstanbul’un nispeten az bilinen Zeyrek semtine adını veren Zeyrek Camii’ni (Pantakrator), şimdi kibarca Kadınlar Pazarı olarak adlandırılan, esir kadınların satıldığı Avrat Pazarı’nı, hemen orada bulunan, arkadaşım Bike Gürsel tarafından  restore ettirilen, Barbaros Hayrettin Paşa’nın seferden dönen leventler yıkansınlar diye Mimar Sinan’a inşa ettirttiği Çinili Hamamı ve onun ilerisindeki Valens Kemeri ile, yakınlardaki ihtişamlı Fatih Camii’ni ziyaret etmenizi öneririm.

Fatih Camii’nin biraz ilerisinde, sekiz yıl yatılı okuduğum Darüşşafaka Lisesi’nin eski yerleşkesi yer alır. Darüşşafaka’nın tanıtım afişlerinde kullanılan tarihi binanın yapımında Balyan ailesi mensubu Ohannes Kalfa ile dönemin meşhur mimarı İtalyan Giovanni Battista Barborini rol almışlardır. 1873’te hizmet vermeye başlayan bu yapı Osmanlı’daki ilk anıtsal okul binalarından biridir.  Maalesef Darüşşafaka bu anıt binanın da içinde yer aldığı yerleşkesini, Fatih semtinin sosyal yapısının değişmesi ve okula kızların alınmasından doğan ihtiyaçlar nedeniyle 1990’larda terk etmek zorunda kalmıştır. Umarım camiamız bir gün eski yerleşkesine yeniden kavuşur.

Darüşşafaka’nın tarihi binası

İmparator Konstantin’in yeni başkenti

Sezar’dan sonra toprakları iyice genişleyen Roma İmparatorluğu’nu tek merkezden yönetmek güçleşmişti. İmparatorluk özellikle ikili-üçlü hatta dörtlü Konsül idarelerindeyken fiili olarak farklı merkezlerden yönetilmeye başlanmıştı. Bazı imparatorlar nadiren Roma’da kalabiliyorlardı. Bunlar çoğunlukla Galya, İlirya veya Anadolu’daki merkezlerden imparatorluğu yönetmeye başlamışlardı. Edirne, İzmit, İznik, Balıkesir gibi yerler İmparatorların başlıca uğrak yerleri arasındaydı. Konstantin rakiplerini eleyerek İmparatorluğu kendi yönetimi altında birleştirdikten sonra kalıcı bir yeni başkent arayışına girdi. İmparatorluğun doğu-batı, kuzey-güney eksenlerinin kesiştiği, elverişli kara ve deniz ulaşımına sahip eski Yunan kolonisi Bizans en uygun seçenek olarak karşısına çıktı.

Konstantin, Yeni Roma adını verdiği ancak kendi ismiyle anılacak olan yeni başkentin Roma örnek alınarak imparatorluğun tüm ihtişamını ve gücünü yansıtacak şekilde inşa edilmesini istedi. Kent bu yüzden yedi tepeli Roma’ya benzesin diye yedi tepe üzerine inşa edildi. Roma’da 14 idari bölge vardı. Yeni Roma da 14 idari bölgeye ayrıldı. Roma’da 13’üncü bölge Tiber nehrinin karşısındaki Trastevere’ydi. Konstantinopolis’te de 13’üncü bölge Haliç’in karşısındaki Pera’da (Yunanca karşı taraf anlamına gelir) kuruldu.

Öldüğü ana kadar vaftiz olmayan Konstantin çok dinli imparatorluğunun bazı önemli simgelerinin Yeni Roma’ya taşınmasını istedi. Kent sonraki imparatorların da gayretleriyle ihtişamlı anıtlarla bezendi. Konstantin’in Apollon’a benzetilen heykeli kendi adını taşıyan meydanda, yüksek bir sütunun üzerine konularak şehri adeta hakimiyeti altına aldı. Bugün artık heykel yerinde değil ama, kaidesi Çemberlitaş hala yerinde duruyor ve kentin en önemli simgelerinden biri olmaya devam ediyor.

At yarışlarının ve önemli kutlamaların yapıldığı Hipodrom etkileyici anıtlarla süslendi. Pers İmparatoru Xerkses’in MÖ 479’da Yunanlılara yenik düşmesinden sonra Pers askerlerinin kılıç ve kalkanlarının eritilmesiyle yapılan Yılanlı Sütun Delfi Tapınağı’ndan alınarak Hipodrom’a konuldu. Bu, kentin Delfi ile olan ikinci bağıydı. Birincisi, Megara Kralı’nın oğlu Byzas’ın Delfi Apollon Tapınağı kahininden kenti körler ülkesinin karşısına kurması konusunda kehanet almış olmasıdır. Delfi’nin Anadolu’daki karşıtı Efes ve Milet gibi büyük İyonya merkezlerinin kehanet merkezi olan Didim’deki Apollon tapınağıdır. Maalesef başka bir ülkede olsa göz bebeği gibi bakılacak olan bu muhteşem antik dönem tapınağı bugün çirkin ticarethanelerle sarılmış, nefes alamaz vaziyettedir. 

Sadece Delfi’den Yılanlı Sütun değil, uzak Mısır’daki Karnak Tapınağı’ndan, Firavun III. Thutmose tarafından dikilen obelisk de büyük uğraşlar sonrası önce İskenderiye’ye, sonra I. Theodosius tarafından Konstantinopolis’e getirtilerek Hipodrom’a konuldu. Maalesef bu uğraş sırasında dikili taş kırıldı. 30 metre yüksekliğindeki yekpare taş eserin ancak 18 metrelik bölümü ayakta duruyor. Hipodrom’da ayrıca çok sayıda heykel de vardı. Bunlar IV. Haçlı Seferi işgali sırasında ya kırıldı ya çalınarak İtalya’ya götürüldü. Örme Dikilitaş’ın metal plakaları sökülerek çıplak bırakıldı. Hipodrom’daki Quadriga’nın (dört atlı savaş arabası) metal atları Venedik’te San Marco Katedrali’ne götürüldü, hala da orada sergileniyor. Boş bir hayal olabilir ama İstanbul Belediyesi’nin yerinde olsam bu heykelleri geri isterdim. At Meydanı’na da bu heykellerin bulunduğu yere bir levha dikerdim.

San Marco Katedrali’ndeki Bizans Quadriga Atları

Hipodrom civarında Bizans’ın Büyük Sarayı vardı. Fatih gelmeden çok önce yıkılan bu binanın yerinde şimdi Sultan Ahmet Camii yükseliyor. Hipodrom da yok artık. Uzun yüzyıllardan sonra Ekrem İmamoğlu’nun başındaki İstanbul Belediyesi’nin Mahir Polat’ın başında bulunduğu bir ekiple Hipodromu, Bukoleon Sarayı’nı ve şehrin diğer önemli anıt binalarını ayağa kaldırma gayretleri alkışlanacak bir tutum. Mahir Polat ve arkadaşlarının takdir edilecek yerde hapislere atılmaları akıl alacak gibi değil.

İstanbul Hristiyan Yeni Roma olarak kuruldu, sonra Rum Ortodoksluğunun ve Osmanlı İslam Halifesi’nin payitahtı oldu

Yeni Roma kurulurken Bizans’ın pagan izleri silindi. Yeni Roma’da sadece kiliseler inşa edilmesine izin verildi. Eski Roma pagan bir kent olarak geride bırakıldı, Yeni Roma Hristiyanlığın merkezi olarak yoluna devam etti. İstanbul’da ilk olarak, Akropol bölgesindeki tapınakların yerine Aya İrini ve Ayasofya’nın öncüleri olan kiliseler inşa edildi. Bu kiliseler gördükleri zararlardan dolayı yeniden inşa edilirken iyice büyütüldüler. Öyle ki, Jüstinyen zamanında Nika isyanları sırasında yanan eski Ayasofya’nın yerine inşa edilen bugünkü Ayasofya binlerce yıl Hristiyanlığın en büyük mabedi olarak varlığını sürdürdü. Miletli İsidor ve Trallesli Anthemius tarafında inşa edilen Ayasofya zaman içinde birçok tadilat gördü ama değerinden hiçbir şey kaybetmedi. Milet ve Aydın’dan gelen bu usta mimarlar İstanbul’a dünyada az görülen muhteşem bir eser kazandırırken kendi yörelerindeki antik güzellikler hoşgörüsüzlükten yıkılıp kırıldılar. Daha önce de yazdığım gibi klasik Yunan ve Roma eserleri en çok Jüstinyen zamanında tahrip edildi. Ayasofya’ya en büyük hoşgörüsüzlük ise 1204’te yapıldı. Haçlılar Ayasofya’yı Katolik kilisesine dönüştürürken, içindeki zenginlikleri talan ettiler. Osmanlı ise camiye dönüştürdüğü bu mabedi onarıp güçlendirmeye çalıştı. Ben şahsen minarelerin yapıyı tamamladığına ve İstanbul’un silüetini güzelleştirdiğine inanırım. Ancak, bugün yeniden ibadete açılan Ayasofya’nın mozaiklerinin, melek resimlerinin ve yerdeki eşsiz mermer süslemelerin kapatılması talihsizlik olmuştur. Umarım bir gün mantık galebe çalar ve Ayasofya yeniden müzeye dönüştürülür.

Ayasofya Ortodoks dünyanın ana mabedi olagelmiştir. Eski Bizans ve Slav coğrafyasının birçok önemli merkezinde Ayasofya kiliseleri hala mevcudiyetlerini korurlar. İznik ve Trabzon gibi kentlerimizdeki Ayasofyalar ise cami olarak yollarına devam ediyorlar. Osmanlı’nın bunların isimlerini değiştirmeye tevessül etmemiş olması asil bir davranıştır. Ayasofya Osmanlı’da bir yandan cami mimarisi için standart örnek olurken, bir yandan da onu geçmek için örtülü bir mücadele verilmiştir. Bunu en çarpıcı kanıtı Sultan Ahmet Camii’dir. Ayasofya’nın adeta karşısında yer alan Sultan Ahmet’in Ayasofya ile yarışmadığını kim iddia edilebilir? Sultan Ahmet’i inşa eden mimar Sedefkar Ahmet Ağa gerçekten zarafet ve ışıkla bezenmiş bir şaheser yaratmıştır. Ama onun eseri Ayasofya’dan 1100 yıl sonra geldi.

İstanbul, başta Mimar Sinan olmak üzere, usta Osmanlı mimarları sayesinde bir zamanlar kaybettiği ihtişamına kısa sürede yeniden kavuşmuştur. Bugünkü nesiller için aynı şeyleri söyleyebiliyor miyiz? İstanbul’a ihanet üzerine ihanet edildiği hakikat değil mi?

Hristiyanlık’ta bölünmeler (Schism)

Konstantin son nefesine kadar vaftiz olmayarak imparatorluğun pagan tebasını rencide etmemeye çalıştı. Ama aklında Hristiyanlığı İmparatorluğun devlet dini haline getirmek olduğuna kuşku duymamak lazım. Henüz Hristiyanlığı kabul etmemiş bir İmparatorun bu dinin ilk evrensel konsiline İznik’te başkanlık etmesi başka şekilde açıklanamaz.

Hristiyanlık baştan itibaren çatışma ve ayrılıklardan kendini kurtaramadı. İlk önce Kıpti, Keldani, Nestoryen, Süryani, Ermeni, Gürcü gibi oryantal kiliseler ana akımdan ayrıldılar. Ama esas ayrılık (Büyük Schism) Konstantinopolis ve Roma kiliseleri arasında yaşandı.

Kökleri Roma İmparatorluğu’na uzanan Katolik (Evrensel) ve Ortodoks (Doğru Görüş-İnanç) kiliselerinin ayrılığı, aralarında ritüel, felsefe ve yapılanma farklılıkları olsa da, esas olarak Latin ve Rum kültür farlılığına dayanır. Büyük Konstantin İstanbul merkezli tek bir Roma Hristiyanlığı yaratmak istiyordu ama İmparatorluğun eski ve yeni merkezleri arasındaki çatışmanın önü alınamadı. Katoliklik bir devlet otoritesine tabi olmadan, aksine devletlerin meşruiyetleri için ondan icazet almak zorunda kaldıkları bir dini güç haline geldi. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu, Fransa, İspanya, Portekiz ve bir dönem İngiltere Krallıkları meşruiyetlerini Papa’dan aldılar. Papa’ya ilk başkaldıranlar XIII. Henry ile beraber Martin Luther’in açtığı Protestanlık yolundan giden Alman prenslikleri oldu. Almanya’da milli din ve milli dil çok erken bir aşamada ortaya çıkmasına rağmen, bunların doğal sonucu olması gereken milli devlet çok geç ve sancılı şekilde doğdu. İngiltere’de ise milli devlet ve milli din, Anglikan Kilisesi’ni kuran XIII. Henry tarafından çok daha kolay başarılabildi.

İslam dünyasında bunlara sadece Atatürk teşebbüs edebildi. Atatürk’ün mirası 1950’lerden itibaren tırpanlamaya çalışılıyor ama bir türlü silinmiyor. Temel sağlam atılmış belli. Avrupa’da reformlar yüzyıllar aldı. Türkiye’de bu süreç çok daha kısa olacak. Ama, laiklikle tanışmayan diğer İslam toplumlarında zaman alacak. Ancak İslam’da kapsamlı bir reform ihtiyacının olduğuna kuşku yok.

Ortodoks Kilisesi, Katolik Kilisesi’nden farklı olarak, bir devletin parçası olarak varlığını sürdürdü. Aynı İznik Konsili’nde başlandığı gibi, Ortodoks Kilisesi İmparator’un otoritesinin altında hayat buldu. Bu belki de oryantal kültürden kaynaklanan bir durumdu. Katoliklikte tüm otorite Papa’ya aittir. Papa yanılmaz. Ortodoks Kilisesinde ise otorite Patrik’e değil, onun da eşitler arasında birinci (primus inter pares) olarak dahil olduğu kutsal Sinod meclisine aittir. Kararlar kutsal Sinod’da istişare ile alınır. Ama kutsal Sinod son sözü söyleyemez. En tepede imparator yer alır, o söyler. İslam bu ikilemi kestirmeden halletmeye çalıştı. Dünyevi ve dini otorite tek kişide birleştirildi: Halife. Ama halifelik günümüz gerçekleri ile bağdaşmayan bir Orta Çağ müessesi olarak artık geride kaldı. Bazıları çok istese de bilgi ve iletişim çağını yaşayan bugünkü toplumlara kabul ettirmek olanaksız. Şimdiki tehlike denge ve denetim mekanizmaları olmadan tüm gücün tek kişiye teslim edilmesidir.

Papa Leo’nun Aziz Andreas Yortusu için İstanbul’a gelişi

Aziz Andreas

Papa Leo İznik Konsili’nin 1700’üncü yıldönümü vesilesiyle yapılması öngörülen ekümenik ayine, makamına birkaç gün önce çıktığı için gelemedi. Ama Kasım ayı sonundaki Aziz Andreas Yortusu’na gelmek istiyor. İstanbul’un koruyucusu ve Rum Ortodoks Kilisesi’nin hem koruyucusu hem kurucusu sayılan Havari Andreas (St. Andrew) Roma Kilisesi’nin kurucusu ve ilk Papa sayılan Havari Petrus’un (St. Peter) kardeşidir. Yoksul balıkçılar olan iki kardeş İsa ile çölden dönüşünde Lut Gölü’nün kıyısında karşılaşırlar ve o andan itibaren İsa’ya biat ederler. Havari Andreas’ın Patras’ta bildiğimiz haç şeklinde bir çarmıha gerilmeyi İsa Aleyhisselama saygısızlık sayarak “x” şeklindeki bir çarmıhta son nefesini vermesi ilginç bir hikayedir. İskoçya ve İngiltere bayraklarındaki çapraz St. Andrews haçları bu hikâyeden kaynaklanır. Aziz Andreas bu şekilde İskoçya ve İngiltere’yi ve birçok Slav ülkesini İstanbul’a bağlar.

Papa Leo, 1054’te İstanbul’da temsilcisi afaroz edilen (Büyük Schism) Papa IX. Leo ile aynı adı taşıyor. Bu da garip bir tesadüf. Malum, Papalar makama çıkarken kendi adlarını kendileri seçerler. Hiç şüphesiz ki iki kilise arasında tarihten kaynaklanan derin uçurumlar var. Bu yüzden bir birleşme hayalden ibaret. Ama iki kilisenin son elli yıldır aralarındaki ayrılıkları geri plana iterek ortak yanlarını öne çıkarmaları takdire şayan bir tutum. Bu olumlu ilişkide şimdiki Patrik Bartholomeos’un büyük gayretleri vardır. Uzlaşma ve diyalog her zaman insanlığın yararına olmuştur. Darısı henüz uzlaşamayanların başına.

Arslan Hakan Okçal kimdir?

Emekli Büyükelçi.

1954 yılında İstanbul’da doğdu.

İlkokula Almanya’da başladı. Darüşşafaka Lisesi’ni (1973) ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü (1977) bitirdi.

1978 yılında Dışişleri Bakanlığına girdi.

1981-2001 yılları arasında Bingazi ve Münster Başkonsoloslukları, NATO Daimi Temsilciliği, Bonn ve Berlin Büyükelçiliklerinde sırasıyla Muavin Konsolos, Konsolos, Müsteşar, 1. Müsteşar ve Elçi Müsteşar olarak bulundu. NATO’daki görevinden önce 1989 yılında Roma’da NATO Savunma Koleji’nde eğitim aldı.

1992-95 yıllarında Gümülcine’de Başkonsolosluk yaptı. 2005-2008 yılları arasında (ECOWAS ve aralarında Gana ve Kamerun’un da bulunduğu 9 Batı ve Orta Afrika ülkesine nezdinde de akredite olarak) Nijerya Federal Cumhuriyeti; 2008-2010 yılları arasında, o günkü ismiyle Makedonya Cumhuriyeti nezdinde Büyükelçi olarak bulundu.

Merkezde Amerika Dairesi Başkanı (1995-1997), Araştırma Genel Müdür Yardımcısı (2001-2003), NATO İstanbul Zirvesi Proje Koordinatörü (2004) ve Orta Avrupa ve Balkanlar Genel Müdürü (2010-2013) olarak görev yaptı.

Yurtdışında en son 2014-2017 yılları arasında Güney Kore nezdinde Büyükelçi olarak görev yaptı. Seul’de bulunduğu süre boyunca Kuzey Kore’de nezdinde de akredite Büyükelçi olarak görevliydi.

2018 yılında kendi isteğiyle emekli oldu.

Emekli olduktan sonra bir yıl Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Dört yıl Marmara Üniversitesi’nde ve bir yıl Fenerbahçe Üniversitesi’nde diplomasi dersleri verdi.

Dış politika alanında araştırma, yayın ve eğitim çalışmaları yapan düşünce kuruluşu Ankara Politikalar Merkezi üyesidir.

2021-2023 yılları arasında Gazete Duvar’da konuk yazar olarak makaleleri yayınlandı. 2024 yılının başından bu yana T24’te yazıyor.

     

Yazarın Diğer Yazıları

İflasa doğru giden Suriye merkezi devlet anlayışı

İstikrarlı, toprak bütünlüğü iç barış sayesinde tahkim edilmiş bir Suriye Türkiye’nin de çıkarınadır. Ankara’nın bu anlayışa varması şu anki siyasi konjonktürde güç gözükebilir belki. Ancak, bir zamanlar kuşkuyla bakılan Kuzey Irak nasıl şu anda Türkiye’nin müttefiki haline geldiyse, Kuzey-Doğu Suriye de Türkiye’nin pekala müttefiki olabilir

Evdeki hesap çarşıya uyacak mı?

Evde yapılan hesap bugünkü tek adam rejimini baki kılmak, hatta daha da tahkim etmekten ibaret. Hesabın ilk aşaması TBMM’de DEM’in desteğini alarak anayasada üçüncü dönemi mümkün kılacak, daha düşük bir oy oranı ile seçilmenin önünü açacak değişiklikleri geçirmek. Sonra da göstermelik bir seçimde, DEM kitlesinin desteğini alarak veya onu en azında pasif hale getirerek muzaffer çıkmak

Sivas Katliamı'nın 32’nci yılında Türkiye ve Ortadoğu

İstanbul’daki LeMan saldırısının arkasında Humeyni’nin uzun gölgesi bulunuyor. Zira bu şiddet yolunu Humeyni açtı. Saldırının yarattığı histeri ve toz duman ortamında LeMan çizer ve yöneticileri kendilerini savunma olanağı bulamadan devlet tarafından suçlu ilan edildiler bile. Bu koroya her görüşten “saldıyı kınıyorum ama…” koalisyonu da katıldı

"
"