11 Nisan 2024

Bir sonraki Cumhurbaşkanı kim olmalı?

Türkiye'de aynı anda hem akıllı hem de ahlaklı olmak, seyrek rastlanan bir durum. Liderin bu iki özelliği taşıması benim en büyük dileklerimden biri

Aslında derdim, bugün Türkiye'de bir liderin sahip olması gereken üç özelliği basitçe ve kısaca dile getirmek.

Eğer bu amaçla yazılan yazı için yukarıdaki başlığı spekülatif bulduysanız, bu bayramlık beni affedin. "Liderin üç özelliği ve seks" gibi çekici ama yanıltıcı bir başlık değil bu. Sonuçta yazı, başlıktaki soruya cevap vermeyi amaçlıyor.

31 Mart seçimleri üzerine çok yorum yapıldı, yapılıyor. Bazıları yine yandaşlık üzerinden durumu idare etme çabası olduğu için kıymetsiz. Ama çok yararlı ve zihin açıcı analizler de var (bu arada son Oksijen Gazetesi'nin önemli bölümü bu tür yazılardan oluşuyor).

Ben burada yalnızca seçim sonuçlarını belirleyen ana unsurlardan birinin, toplumun bıkkınlığı ve mevcut birçok siyasi liderin bazı olumsuz özelliklerinden (nihayet) bunalmaya başladığı olduğunu vurgulamakla yetineceğim.

Gelelim şu üç özelliğe.

Özeleştiri yapmak en zor iş

Sadece siyasiler değil toplumdaki neredeyse tüm bireyler özür dilemeyi zayıflık sayıyor. Yaptığının yanlış olduğunu kabul etmek, bir zaaf gibi algılanıyor.

Önündekinin ayağına basıyorsun, ama basmamış gibi davranıyorsun, öteki yana bakıyorsun. "Pardon" demek bile zor. Çünkü bu ülkede "pardon çıkalı eşekler çoğaldı" gibi bir deyiş bile uydurulup yaygınlaştırılmış durumda.

Neyse, biz siyasilere odaklanalım.

Son yıllarda AKP'den ayrılan Gelecek ve DEVA partilerinin ne kadar büyüyebileceği üzerine çok tahmin dile getirildi. Her ikisinin de parlak yanları var gibiydi. Ne var ki, bunlar (özellikle de liderleri) yakın geçmişin ve onun günahlarının birer parçasıydı.

Ama burada yapılacak sağlam özeleştiriler bu partilerin yelkenlerini şişirebilirdi. Olmadı. Özeleştiri yapmaya dilleri dönmedi. Hatta bir ara bunlardan birinin önderi, 2015'in karanlık aylarıyla ilgili olarak "Terörle mücadele defterleri açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz" dedi. Merakla devamını bekledik. Nafile!

Son seçimler bu gibi partilerin varlıklarıyla yoklukları arasında çok büyük fark olmadığını daha net gösterdi.

Bir diğer lider, Meral Akşener, MHP içinden çıkarak yeni bir partiyle başarılı adımlar atmaya başladı. Kimileri onun 90'lı yıllardaki icraatlarını ısrarla hatırlatsa da, siyasi konjonktürün değişme ihtimalinin, ona bir şans verilmesini gerektirdiğini düşünenler az değildi. Onun için 90'lara pek değinilmeden çıkılan yolda merkez sağda yeni ve güçlü bir oluşum beklendi. Maalesef olmadı. Ortaya çıkan, daha çok, yeni bir MHP'yi andırıyordu.

Tartışmalı "Altılı Masa" süreci ve daha sonra da yerel seçimlerdeki keskin iniş çıkışları, "hür ve müstakil GICIKLIK (!) siyaseti" çizgisi, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu'na iktidardan bile daha ağır suçlamalarla ilerlenmeye çalışılması, bu partiyi ve liderini derin bir çıkmaza sürükledi.

Ve elbette İYİ Parti'de ne şimdiki durumla ilgili bir özeleştiri yapılıyor, ne de bir veya birkaç adım önceki gelişmelerle ilgili. Ve muhtemelen olmayacak da.

Peki, CHP bu özeleştiriyi yaptı mı? Bu soruya gönül rahatlığıyla evet demek zor. Ancak yaşanan kongre süreci ve Mayıs seçimlerinin kaybedilmesinde en büyük sorumlu olarak görülen liderin koltuktan indirilmesi, kuşkusuz bu alanda bir ileri adım olarak algılandı.

Türkiye bu sıkıntılı durumu değiştirmek zorunda. İnsanların özür dilemesi, siyasilerin ve bu arada liderlerin özeleştiri yapması aslında onların güçsüzlüğünü değil gücünü gösterir. Toplum bunu (eğer içtenlikle ve anlaşılır biçimde yapılabilirse) hissedecek, karşılığını samimiyetle verecektir.

Kimsenin "yeryüzü Tanrılarına" ihtiyacı yok. Hepimizin etten kemikten, bazen hata yapan ama hatasını kabul ederek düzelten, bunun üzerinden yeni ve daha etkili adımlar atabilen liderlere ihtiyacı var.

Tahminim, bunu anlayan siyasi yöneticilerin önümüzdeki dönemde seçmenlerle daha çok kaynaşacağı ve popülaritesini arttıracağı yolunda.

Yandaşlık, aklar ve karalar

Kutuplaşma üzerinden yaşanan gerginlikler, ülkemizin en önemli sorunlardan biri.

AK Parti iktidarının büyük bölümü, karşıtlık ve düşmanlık kaynaklarının keşfedilmesi ve bunlar üzerinden toplumun kutuplaştırılması ile geçti. Sonuçta çoğunluğu oluşturan ve AKP'nin kendisini tepesine yerleştirdiği toplumsal gruplar, kendilerinden daha zayıf ve dezavantajlı olan diğerlerine karşıtlık yoluyla lider Erdoğan'ın arkasından yürüdü.

Bu durum giderek herkesin siyasete, hatta hayata "aklar ve karalar" üzerinden bakması gibi hastalıklı bir sonuç yarattı.

AKP'nin karşısında olanlar da tıpkı onun gibi "kutuplaştırıcı" bir üslup kullanıyordu. Herkes bir şeylerin "AK"ıydı ve karşısında olduğunu düşündüğü "KARALAR"a yönelik acımasız bir mücadele veriyordu.

Böyle bir renksiz hayat içinde en ufak şeyler (giysiler, tavırlar, bıyıklar, hatta kimi kelimeler) kimin nerede durduğunu gösterir gibiydi ve herkes kendisi gibi olmayanın yok olmasını istiyordu.

Bu arada hemen herkes kendi liderliğinin "yandaşı" haline dönüştü. "Kol kırılsa bile yen içinde kalmalıydı".

Bu "kutuplaş(tır)ma virüsü" öylesine yayıldı ki, karşıt grupların kendi içine bile sıçradı.

Bakın her iki cephedeki son dönemin tartışmalarına.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum'un uyarıları AKP'li bir dizi isimden tepki aldı. Şimdi kimin "daha AK" olduğu üzerine şiddetli bir polemik sürüyor.

Diğer yandan son günlerde CHP eski lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve gazeteci Uğur Dündar arasında oldukça sert bir tartışma başladı. Her ikisi ve geçmişleri üzerine çok şey söylenebilir. Ama şart değil. Benim dikkat ettiğim konu başka: Sosyal medyada gösterilen tepkilerin herhalde yüzde 90'ı ya Kılıçdaroğlu'nu ya da Dündar'ı tümüyle savunup karşı tarafı berhava etmekle meşgul. Yani bu iki isimden birisi mutlak "AK", diğeri "KARA" olmak zorunda.

Hayatımızda "GRİ" kalmadı, imdat!

Liderler ve lider adayları açısından, kendi AK'larının peşinde koşup karşıtlarını KARA ilan etmek en kolayı gibi.

Ancak Türkiye bundan yoruldu, bıkmaya başladı. Bu seçimler bunun işaretleriyle dolu.

Artık liderler "algılardaki AKLAR ve KARALAR"ın aslında bir arada yaşamak zorunda olduğu üzerinden kucaklayıcı bir tavır sergilemeli.

Bu asla "belkemiği eksikliği" anlamına gelmiyor. Sadece acımasız polemikler yerine kucaklayıcı diyalogların artmasını gerektiriyor.

İyi yürekli olmak...

Şimdi size saçma gelebilir. Siyasette böyle kriterler olmaz diyenleriniz çıkabilir. Ama ben çocukluk masallarından bu günlere kadar hayata (ve tabii ki onun içinde yer alan siyasete de) iyilerin ve kötülerin mücadelesi olarak bakarım.

Elbette "hiçbir insan günde 24 saat iyi/kötü olmaz" ve hayatın kendisi gibi insanlar da karmaşıktır. Ancak sağlam etik ilkelerine sahip olanların olumlu karar ve davranışları, olumsuzlardan çok daha fazladır.

Bundan neredeyse yarım yüzyıl kadar önce kendimce keşfettiğim sosyalizmin, siyaset ve ideolojinin dışında bir tür "iyi, dürüst ve adaletli olma kılavuzu" olduğunu düşünüyordum.

Sonradan benim gibi sosyalist olanlar arasında birçok kötü, çıkarcı, sinsi insan gördüm. Hem sosyalistliğimin ilk yıllarında Türkiye'de, hem de 80 darbesi sonrası gittiğim "yeryüzü cenneti" Sovyetler Birliği'nde.

İlk başlarda, rastladığım her kötülüğü "kuralları bozmayan istisnalar" olarak yorumlamayı tercih ettim. Ama sonra bu istisnaların haddinden fazla olduğunu gördükçe gözlerim açılmaya başladı.

Bu arada "düşman saflarda", yani "kapitalistler", sağcılar, dindarlar, milliyetçiler arasında tertemiz ve ahlaklı insanlar olduğunu kendime itiraf edecek bilince ulaştığımda iş daha da karmaşıklaştı.

Falanist ya da filanist olmakla otomatik olarak iyi veya kötü olunmuyordu.

Elbette siyasetin, ideolojinin önemsiz olduğunu düşünmüyorum. Ama onunla her şey bitmiyor. Ben bunu Lenin ve Stalin'den Brejnev'e, Gorbaçov'a, Yeltsin'e ve Putin'e kadar farklı liderler üzerinden yıllarca inceledim ve yaşadım.

Türkiye'nin başındaki kişinin yalancı, sahtekar, dolandırıcı, vicdansız olmasını istemem.

Siyasette tartışmaya alıştığımız çok sayıda konu bir yana, son derece önemli bir mesele de, liderin ahlaklı olmasıdır. Vicdan ve onur sahibi olmasıdır.

Maalesef Türkiye'de aynı anda hem akıllı hem de ahlaklı olmak, seyrek rastlanan bir durum. Ya ahlaklı ve "saf" (başka bir kelime kullanmayayım şimdi bayram günü) oluyorsun, ya da ahlaksız ve akıllı (aslında akıllı değil kurnaz demek gerek)...

Liderlerimizin bu iki olumlu özelliği aynı anda taşıması benim en büyük dileklerimden biri.

Ve sonuç olarak, bu saydığım üç özelliğe kim sahipse ya da kim bu açılardan daha güçlü, samimi ve inandırıcı ise onun Türkiye'nin bir sonraki lideri olma potansiyelinin daha fazla olduğunu düşünmek istiyorum.

Hakan Aksay kimdir?

Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.

Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.

Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.

2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Güzellik ve hüzün, bir ülke ve bir kadın…

Bunca güzelliğin mutluluk verememesi ne kadar acı. Bir kadın için de... Bir ülke için de...

Sahi, şu anda kim iktidar kim muhalefet?

En son ne zaman o farklı insanlardan tek bir tanesini kazanmayı başarabildiniz?

Ne şarkılara pranga vurulabilir ne de anılara

Bazen bir müzik, bazen bir koku, bazen bir söz, bazen de bir görüntü aniden insanın içini sızlatır, canını yakar