01 Eylül 2019

"Eğitimli kesim" diye mitolojik bir kahraman

Bütün bir toplumun itiraz etme işlevini üstlenmiş olmaları, ekonomi-politikten değil, okuma ve bilgilenme denilen o çileli uğraşın insan onuru kavramını, söküp atılamayacak kadar, içlerinde kökleştirmiş olmasındandır

Az gelişmiş ya da geri kalmış ülkelerin muhalif unsurları, gelişmiş ülkelerdeki gibi işçiler, emekçiler değil, daha ziyade öğrencilerdir, okuryazar kesimdir, entelektüellerdir. 

Biz de onlardan biriyiz. Bizim gibi ülkelerde, bütün bir toplumun itiraz etme işlevi "eğitimli kesim" denilen küçük bir azınlığın sırtına yıkılmıştır. İçinde bulundukları koşullar nedeniyle geniş halk kitlesinin dinamik biçimde muhalif olması beklenirken, bu işin öncülüğü hep eğitimli kesime kalmıştır.

Tabi bunun böyle olmasının, tarihsel, iktisadi, sosyolojik sebepleri var elbette, "bu millet adam olmaz" ya da "bidon kafalılar" aşağılamasına başvurarak açıklanacak bir durum değil. Bu çeşit bir elitist bakışın, olgular arasında mantıksal ilişki kurma ve akıl yürütme tarzı bakımından, halkın sırf halk olduğu için kendiliğinden erdemli olduğunu iddia eden, okuryazarlığı züppece bulan popülist bakıştan bir farkı yoktur.

O yüzden, eskilerin ifrat ve tefrit dediği şekilde elitist ve popülist uçlara savrulmadan, sadece var olana saygı niteliğinde, gerçeğe sadakat göstererek, durumun böyle olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Zaten durum da ortada. İçinden geçtiğimiz tarih, yaşadığımız toplumsal düzenin görünür düzeyde çökme noktasına geldiğini belli eden, ekonomiden çevreye, hukuktan siyasete bir yığın işaretle dolu. Her gün buna ilişkin bir yığın haber ve bilgi geliyor önümüze. "Suriye meselesi bir bataklığa döndü" diyor haberler… "Dolar 5.85'e çıktı" diye bir bilgi alıyoruz vs.

Fakat toplumun geniş kesimleri bütün bunlardan hiç ürküntü duymuyor gibi.  

Gerçek bir beka sorunu

Örneğin… OECD "Genç Becerileri Anketi" yapmış. Amacı, dijitalleşen dünyanın ihtiyaç duyduğu temel yetenekler ekseninde ülkelerin ayakta kalabilme kapasitelerini tespit etmek. Temel yetenekler şunlar: Okuduğunu anlama, matematik kavramları kullanabilme ve dijital araçlarla bilgiye ulaşıp o bilgiyle problem çözebilme. Çalışmanın sonuçlarına göre, Türkiye, kendi dilinde okuduğunu anlama ve cevap vermede uluslararası ortalamanın 40 puan altında duruyor; yaklaşık on gençten dördü bilgisayar kullanım becerisine sahip değil; ve nihayet, nüfusumuzun sadece yüzde bir buçuğu dijital çağın ihtiyaç duyduğu seviyede sayısal becerilere sahip. 

Şimdi, elimizde böyle bir bilgi var. Biz bu bilgiden, ülkemizin ayakta kalabilme kapasitesinin olmadığını anlıyoruz.  

Bu korkunç bir şey! Hani beka sorunu falan diyoruz ya… Bundan âlâ beka sorunu olur mu?

Devletin bundan korkmadığını zaten biliyoruz. Buna ilişkin delil düzeyinde bir yığın olay, veri, olgu var. Hepsini bir bir sayıp dökmeye gerek yok, herkesin malumu zaten... Sadece, 2019'da Milli Eğitim Bakanlığı'na ayrılan yatırım bütçesinin yüzde 28,2 azaltıldığını kaydedelim, o bize yeter.

Hadi diyelim devlettir, bir bildiği vardır. Cesareti oradan geliyordur.

Peki ya toplum?

Düşünün… Bu toplumun, yakın gelecekte yaşayacağı dünyada çocuklarının başarısızlığını garantileyen bir eğitim sistemine mecbur bırakıldığına ilişkin bir bilgi var ortada ve bu toplum bundan hiç korkmuyor!

Korkmadığını söyleyebiliyoruz, çünkü itiraz eder gibi bir hali yok.

Bu cesaret nereden geliyor?

Korkma beceriksizliği

Günther Anders'in yarattığı düşsel Molusya halkının şöyle bir özdeyişi var: Cesaret mi? Düş gücü yoksunluğunun ta kendisi!

Bu düşsel halk galiba çok gerçek bir şey söylüyor. Felaketlerine sebep olacak bunca kötülük karşısında insanların gösterdiği umursamazlık cesareti, sahiden düş gücü yoksunluğundan başka bir şeyle açıklanacak gibi değil!

Ya da yerel bir sosyoloğun (Sabri Ülgener'in) gerçek bir toplum üzerine teşhisiyle, "mesafe şuuru" da diyebilirsiniz siz buna: Bugünden ötesini, komşusundan gayrısını düşünmemek!

Rızk kültürü mü diyelim, medarı maişet mi, artık her neyse, gerçekten ne bugünden ötesini ne de komşumuzdan gayrısını düşünüyoruz.

Mesela… İklim krizi ve doğal yıkımla ilgili T24'e verdiği röportajda Ömer Madra, çok net bir felaket senaryosundan söz ediyor. "İstanbul, İzmir, New York" diyor, "sular altında kalacak, açlıktan kırılacağız!"

Korkuyor gibi bir halimiz var mı?

Çünkü, evet, düş gücü yoksunluğu ya da mesafe şuuru! Buradaki korkma beceriksizliğimizin sebebi bu: Hemen bugün ya da bu gece tehdit oluşturmayacak bir tehlikeyi ciddiye almanın ne gereği var? Duyarlılığın sırası mı!

Hadi bunu anladık…

Ama ya ülkemizin ayakta kalma kapasitesi? Ya Ortadoğu bataklığından gelmesi muhtemel şehit cenazeleri? Ya "huzuru tehdit eden" sınırdaki "terörist unsurlar"? …

Halimize yaraşır bir korkuyu görmek için boşuna mı bakıyoruz toplumun gözüne?

Çaresizlikten gelen saldırganlık

Bizi yok edecek uyuşukluğu alt etmek, üzerimizden atmak için yine o "eğitimli kesim" denilen mitolojik varlığa mı güveniyoruz?

Ne var ki, eğitimli kesimin önemli bir siyasal güç olacağını varsaymamız için yeterli bir sebep yok. Kapitalist toplumların ekonomi-politiğinde böyle bir bilgi yok. Bütün bir toplumun itiraz etme işlevini üstlenmiş olmaları, ekonomi-politikten değil, okuma ve bilgilenme denilen o çileli uğraşın insan onuru kavramını, söküp atılamayacak kadar, içlerinde kökleştirmiş olmasındandır. Kapitalist toplumun analizi, toplumun geniş kesimlerine "Sizi kurtaracak olan kendi kollarınızdır" dedi. Üstelik itiraz etme bilinci ya da korkma becerilerinden ötürü değil,  işgal ettikleri toplumsal konumun doğası yüzünden. Üretimden gelen gücü vardı halkın; ortak güçtü o.

Bunun farkına varsın, harekete geçsin diye geçmişte söylenmedik söz, yapılmadık şey kalmadı.

Geçmiş, geçti. Şimdi elimizde tek seçenek gelecek var.

Gelecekte ne var? Yerel ölçekte, ayakta kalma kapasitesi zayıf bir toplum… Küresel ölçekte kıtlık, doğal yıkım ve afetler.

Toplumun geniş kesimlerini, ortak güçten gelen bilinç değil, çaresizlikten gelen saldırganlık harekete geçirecek belki de.

Yazarın Diğer Yazıları

Hayvan doğasıyla barışınca insan, 'insan' olacak!

İnsan türünün, insana götüren hayvanlık ile bu hayvanlıkta bedenleşen insanlığın diyalektik gerilim alanı olduğuna dair bakış, insanın ne yaratılmış mükemmel bir tasarım, ne de doğa tarafından dayatılmış umutsuz bir vaka olduğunu kabul eder. İnsan "kendini yaratmış" bir varlıktır

Büyük Madenci Yürüyüşü'nün öğrettikleri

İnsan mutlak bir varlık değildir. Belki çıkarcı, belki dayanışmacı, belki bencil, belki paylaşımcıdır

Kırk yıllık tevazu

Toplumun küçük bir kesimi bir "direniş sanatı" türü olarak "şenlikli muhalefet"i sürdürmekteyken, toplumun geneli de, bu sanatın bir başka türü olarak, "kendini aldatmaya bırakmış" olabilir