03 Kasım 2019

Çukur İstanbul'da değil, İstanbul Çukur'da!

Çukur dizisi, ait olduğu toplumsal gerçekliğin simgesel ifadesidir; yürürlükteki toplumsal bir durumun popüler kültürdeki kurgusal temsilidir

Geçen haftanın popüler kültür gündemine Show TV'de yayınlanan Çukur dizisi damgasını vurdu.

Ekranda üçüncü sezonunu geçiren dizi, bildiğiniz gibi ilkin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun sözleriyle gündeme geldi.

Soylu, doğal afetlerle ilgili yaptığı bir konuşmada, nedense lafı oraya getirdi ve "Lanet bir dizi var, Çukur diye… Bu dizi çocuklarımızı zehirliyor. İnsanımızı kendi kültüründen uzaklaştırıyor" dedi.

Arkasından, Funda Sadıkahmet Alp adında bir avukat, dizinin bir sahnesinde avukat rolündeki oyuncunun tartaklanmasından rahatsızlık duyarak savcılığa suç duyurusunda bulundu. Gazetelerin bildirdiğine göre, yapılan suç duyurusunda, dizinin ilgili sahnesinde avukat rolündeki kişiye yönelik şiddet, baskı ve kötü muamele gerekçe gösterilerek, "Özellikle genç izleyici kitlesine sahip Çukur isimli dizi gençlere kötü örnek olmakta ve maalesef avukatlık mesleğinin bu sahne ile zedelenmesine ve itibarsızlaşmasına neden olmaktadır" denilmiş.

Aslında çok bildik ve kendini çok tekrar eden olaylar bunlar. Uzak ve yakın geçmişte televizyon dizilerine Soylu gibi hiddet gösteren politik zevat, avukat hanım gibi alınganlık gösteren mesleki erbab hep olmuştur.

Ama hep olması eskidiği anlamına gelmiyor. Her defasında aynı zindelikle gündemde kendine hemen bir yer buluveriyor. Soylu ve avukat hanımın çıkışları da aynı zindelikle tartışıldı.

Öyle ki, dizinin ilk iki sezonunda İdris Koçovalı karakterini canlandıran Ercan Kesal'a, 56. Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında gerçekleşen sohbetinde bu konu soruldu.  O da, ne yapsın, "Çukur diye bir mahalle yok, günde 7-8 kişinin öldüğü mahalle yok. Çizgi film gibi uydurma bir şey bu" hatırlatmasını yapmak zorunda kaldı.

"Kendi kültürümüz"

Ercan Kesal'ın hatırlatmak zorunda kaldığı basit gerçek, aslına bakarsanız, popüler bir diziye ilişkin bu düzeyde bir tartışmayı bitirmeye fazlasıyla yeter. Sayın Soylu'nun ya da avukat hanımın eleştiri düzeyine hizalandığınızda, başka bir söze sahiden ihtiyaç kalmıyor. Yani, düşünün, çocuklarımızı siyasal iktidarın icraatına açık alanlardaki istikrarlı çöküş, iktisadi, sosyal ve kültürel göçük zehirlemiyor da bir dizi zehirliyor olabilir mi? Ya da avukatlık mesleğini, mesela demokratik bir gösteride avukatların tartaklanıp yerlerde sürüklenmesi değil de sahiden bir dizideki tek bir sahne mi zedeleyip itibarsızlaştırıyor? Olabilir mi?

Kültürel bir ürünün sunumu kültür endüstrisinin hâkimiyetine girmiş bir yerde gerçekleşiyorsa şayet şerefi hep şüphe altındadır. Popüler kültür, bu nedenle, kriminal bir bölgedir. Bu yüzden popüler kültür ürünlerine itirazda genelde hep ahlâkçı bir ton vardır; hep bir önyargı içinde bakan, düşmanca duygularla yaklaşan bir tutumdur bu.

Burada da karşımıza çıkan tutum budur ama bir vesilemiz olur da illa konuşmak gerekirse bunu başka zaman konuşuruz. Çünkü öyle derin izahat gerektirecek kadar anlaşılmaz ya da iştahla üzerine gidilecek kadar bakir bir konu değil, ertelenebilir.

Çukur tartışmasındaki özgün ve dolayısıyla konuşmaya değer konu, Sayın Soylu'nun dile getirdiği "İnsanımızı kendi kültüründen uzaklaştırıyor" iddiasıdır. Avukat hanım "gençlere kötü örnek oluyor" derken de aynı iddiayı yankılıyor. Özgün ve konuşmaya değer konu budur, çünkü bu iddiaya göre, ortada yakın durulması ve örnek alınması gereken bir "kendi kültürümüz" var ama Çukur ne yazık ki bu toplumun insanını bu kültürden uzaklaştırıyor. Oysa tam tersi. Çukur dizisi tam da içinden çıktığı kültürel gerçekliği yansıtıyor.

Çukur, Türkiye'deki kentsel kültür gerçeğinden alınan öğelerle kurgulanmış bir üründür. Popüler kültürün doğasıyla son derece uyumlu bir şekilde, toplumların gerçekliği ile popüler kültür ürünleri arasında her zaman var olan güçlü ilişki, günümüz Türkiye toplumunun gerçeği ile Çukur dizisi arasındaki güçlü ilişki olarak ortaya çıkıyor burada.[i]

Sosyal haydutluk

Çukur dizisinin "kendi kültürümüz"le güçlü ilişkisi, kendisinin Türkiye kapitalizminin kentsel mekânda yarattığı toplumsal gerçekliğin popüler kültürdeki kurgusal bir temsili olmasıdır.

Çukur, İstanbul'da Koçovalılar ailesi tarafından himaye edilen, gayrimeşru yollardan geçinen kriminal bir mahalledir. Örgütlü suç çetesi Koçovalılar, Eric Hobsbawm'ın "sosyal haydut" dediği, "halk tarafından kahraman, savunucu, öç alıcı, adalet savaşçısı ve her koşulda hayran kalınacak, yardım edilecek ve desteklenecek adamlar"dandır. Nitekim mahalle sakinlerinin -berberinden kırtasiyecisine, lokantacısından ev kadınına kadar- hepsi, gerektiğinde örgütlü suç çetesinin birer üyesi gibi Koçovalılılar için çalışırlar. Koçovalı ailesi de adeta Çukur'un Robin Hood'u gibidir, mahallede aç ve açıkta hiçbir yoksul bırakmaz.

Sosyal haydutluk, modern öncesi köylü toplumlarında yaygın olarak görülmüş olsa da modern uygarlık ve kapitalizm kendi isyan ve suç biçimlerini de beraberinde getirmiş ve "haydutluğun ekonomi-politiği" nedeniyle onu kapitalizmin sıradan ekonomik, toplumsal ve politik sistemiyle ilişki kurmaya zorlamıştır. Koçovalılar'ın mahallede kurdukları düzenin büyük ekonomik sistemle ilişkisi de kapitalist piyasanın yıkıcı etkilerine karşı "toplumun kendini koruma biçimi" olarak gelişmiş olmasıdır.

Çukur, ihtiyaçların karşılanması meselesini sosyal örgütlenişin bir fonksiyonu haline getirerek kendini korumaktadır, tıpkı yabanıl kabileler gibi! Grup ve topluluğun ortak değerlerine uygun davranmak ve topluluk içinde saygınlık kazanmak Çukur'da da her şeyin önündedir. Değerlere uygun davranıldığı ve hele ki saygınlık kazanıldığı sürece ihtiyaçlar zaten karşılanacaktır. Yaşamı ve geçim araçlarını korumak adına geliştirilen ve aile bireyleri arasındaki ilişkiler gibi belirli bir güveni, dayanışmayı veya sadakati yansıtan (başka zeminlerde hemşerilik, dini veya etnik cemaat mensupluğuna bağlı) bu strateji, bu mahallede çete üyeliğine bağlı olarak işler.

'Çukur evimiz, İdris Babamız!'

Çete üyeliği temelinde gelişen bu ilişki ağı, eşit ilişkiler içermez. Hakların da sorumlulukların da geleneksel otorite ilişkileri tarafından tanımlandığı Türkiye tipi Doğu toplumlarında, geçim araçlarının dağıtım ve yeniden dağıtımı, şüphesiz, veren el ile alan el arasında eşitsizlikçi bir ilişki olarak yaşanacaktır. Patriarkal (aile içi rollerin toplumsal ilişkilere uyarlandığı) bir siyaset geleneğinden ve Asyatik despotizm denilen bir iktisadi gelenekten gelen Türkiye gibi bir toplumda elbette, veren el "Baba" olacaktır. İdris Baba, bunun Çukur'daki karşılığıdır. Dizinin sloganı da zaten açıkça bunu dillendirmektedir: Çukur evimiz, İdris babamız!

İdris Baba, suç örgütünün lideridir.

Modern kapitalizmde örgütlü suç çeteleri, formel sistemin, piyasa ve devlet kurumlarının koruyamadığı savunmasızlara gelir ve güvenlik sağlar. Çukur'da sosyal devletin bıraktığı aynı boşluğu Koçovalılar doldurur. Mahallede herkesin ihtiyacı karşılanır, semt pazarında ürünler, parası olmayanlar için bedavadır, Koçovalılar Aşhanesi'nde her gün tencereler dolusu yemek pişirilip ücretsiz dağıtılır vs. Böyle bir ilişki, bireyin gruba bağımlılığını arttıran aidiyet duygusunu iyiden iyiye pekiştirir.

İhtiyaçların karşılanmasındaki bu tip bir ilişki biçimi kendi nesnel zeminini ancak enformel ilişkilerin geliştiği bir yerde, yani, ihtiyaçların formel değişim ve dağıtım süreçleri dışında karşılanma durumunun söz konusu olduğu koşullarda bulabilir. Bilindiği gibi Türkiye'de de kentleşmenin bir sonucu olarak ekonomide enformel kayıtdışı sektör ve ilişkiler önemli bir yer tutar. Çukur dizisinin hikâye olarak modellediği ekonomik ve sosyal ilişkiler, Türkiye'nin bu gerçekliğinden devşirilmiştir.

Gerçekliğin kurgusal temsili

Az gelişmiş ülke klasiği olarak Türkiye'de de köyden kente göç, sanayi kollarındaki gelişmenin ve genişlemenin sonucu değil, kırsal bölgedeki tarıma dayalı yapısal sorunlardan kaynaklanmıştır. Bu sebeple, İstanbul'da biriken nüfusu kent kendine çekmemiş, kır onu kente itmiştir. Kent içinde tutunmak ve yükselebilmek için her şeyi göze alabilen bu insanlar, bu uğurda, Türkiye'nin ekonomik ve siyasal yönelimlerinin mümkün kıldığı meşru ile gayrımeşru yol ve yöntemler arasında gezinmeye adeta teşvik edilmiştir. Özellikle düşük gelir grupları için elzem olan taleplerin karşılanabilmesinin neredeyse tek yolu buradan geçmektedir. Talep ifade etmenin ve karşılığını elde etmenin tek yolunun güç ilişkisinden geçmesi, himayeci ve kayırmacı ilişkilerin doğmasına yol açmıştır. Kentin sınırlı kaynak ve olanakları, bunlara erişme noktasında farklı gruplaşmaların birbirleriyle yarışma ve çatışmasına sebep olmuş ve bu da güç ilişkisinin mafyalaşmasıyla sonuçlanmıştır.

Çukur dizisi de bir mafya dizisidir ve adı geçen mahalle de suç örgütlerinin neredeyse doğal mekânları olan büyük kentlerin en büyüklerinden birinde, İstanbul'dadır. Bugün İstanbul'un çeperlerinde maddi yaşam, tıpkı Çukur'da karşımıza çıktığı gibi, getto tarzı dışlanmış bir gündelik yaşam içerisinde ve marjinal kültür öğeleriyle örülü, geleneksel ilişkiler çerçevesinde sürdürülmektedir.

Sonuç olarak, Çukur dizisinin, kent sosyolojisine ve o kentin sosyo-ekonomik koşullarına ilişkin gerçekliğin popüler kültür ürünlerince içerilme ve yorumlanma biçiminin dikkate değer örneklerinden biri olduğunu söylememiz gerekiyor. Çukur dizisi, ait olduğu toplumsal gerçekliğin simgesel ifadesidir; yürürlükteki toplumsal bir durumun popüler kültürdeki kurgusal temsilidir. Yani… Dizide sıkça vurgulandığı gibi: Çukur İstanbul'da değil, İstanbul Çukur'dadır.

Çukur, Sayın Bakan'ın iddia ettiği gibi insanımızı kendi kültüründen uzaklaştırmıyor, bilakis, kurguladığı alegorik temsiller aracılığıyla, popüler kültürün olanakları içerisinde, insanımıza kendi kültürünü gösteriyor.


[i] Burada söz konusu ilişkiyi, daha önce yaptığım akademik bir yayından özetleyerek aktaracağım. Orijinal metne şu linkten ulaşabilirsiniz: "Karşılıklılık İlkesi" ve "Kentsel Toplum" Kavramları Çerçevesinde Çukur Dizisi Üzerine Bir Analiz

Yazarın Diğer Yazıları

Hayvan doğasıyla barışınca insan, 'insan' olacak!

İnsan türünün, insana götüren hayvanlık ile bu hayvanlıkta bedenleşen insanlığın diyalektik gerilim alanı olduğuna dair bakış, insanın ne yaratılmış mükemmel bir tasarım, ne de doğa tarafından dayatılmış umutsuz bir vaka olduğunu kabul eder. İnsan "kendini yaratmış" bir varlıktır

Büyük Madenci Yürüyüşü'nün öğrettikleri

İnsan mutlak bir varlık değildir. Belki çıkarcı, belki dayanışmacı, belki bencil, belki paylaşımcıdır

Kırk yıllık tevazu

Toplumun küçük bir kesimi bir "direniş sanatı" türü olarak "şenlikli muhalefet"i sürdürmekteyken, toplumun geneli de, bu sanatın bir başka türü olarak, "kendini aldatmaya bırakmış" olabilir