21 Aralık 2019

Şeb-i yelda

En uzun geceyi takvimleri yapıp, yıldızları araştıranlar değil, gam müptelası olanlar biliyor

Muhtemel ki bir inşaat firmasının yılbaşı sepetinden çıkmış, sepetin sahipleri beğenmediği için şimdi o yoksul evin duvarında zamanı gösteren eşantiyon saat, sinir bozucu bir ritimle saniyeleri sayıyor:

Tik tak, tik tak…

Bazı evlerde saçlar çabuk ağarıyor, başı öne eğik oturmaktan olacak sırtta birikmiş bir kambur, hareketleri atmosfer yokmuş gibi ağırlaştırıyor. Yaşıtın olduğunu öğrendiğinde şaşırdığın erken yaşlanmış bir genç, bir orta yaşlı, bir çocuk yaşamak neşesini kaybetmiş evle bütünleşmiş gibi bir odadan çıkıp geliveriyor.

Hiçbir zaman özen gösterilmemiş ve özen gösterilmesi de akla gelmemiş eller; yıkanmış, kurutulması ihmal edilmiş çarşaflar gibi kırış kırış…

Yenilenmesi akla gelmeyen, eski olması da umursanmayan, başka çağa ait gibi görünen solmuş yeşil renkli, ahşabı parlaklığını çoktan yitirmiş kanepenin bir köşesinde, bir yandan o sinir bozucu ritme rağmen zamanın neden geçmediğini, bir yandan karşındaki insanlara bakıp zamanın bu insanlar için nasıl bu kadar hızlı aktığını düşünüyorsun.

Keder girmiş kalplerin, kapısı kederle mühürlenmiş yuvası…

* * * 

"Çok sevmiş", "O’nsuz yaşamayı düşünememiş", "başkasına yar etmemeye yeminli" bir adam tarafından öldürülen genç kızın evi burası.

Birazdan bu evden çıkıp, bir kızı öldüren ve sonra hakimlikte namusu için öldürdüğünü söyleyen gencin evine gidip, neler olup bittiğine bakacaksın. Şimdi ise hiçbir şey soramıyorsun.

Belindeki pantolonla uyumsuz, sonuna kadar sıktığı kemeri iki yıl önce inşaatın beşinci katından düştüğü için sırtını sağlam tutması gerektiğiyle açıklayan baba, o sırada ölmediğine pişman, anlatmaya çalışıyor.

"Görüştüğünü bilmiyorduk, zaten arkadaşça görüşüyormuş, arkadaşıymış sadece…"

Mahkemeye gittiğinde, aslında katilin değil kızının yaşamının ve "namusunun" yargılanacağını henüz bilmiyor olsa da önce konu komşunun sesini kesmek için, birileri katili değil de kızını suçlamasın diye kendince tedbir alıyor.

"Piknik alanına götürmüş, bir başka arkadaşının derdi var diye kandırmış, işte orada olmuş…"

Nasıl olmuş, neden olmuş bir önemi yok.

Tanıdık bir hikâye!

Sevmenin nasıl bir şey olduğunu hiç bilmeyen, sevmeyi sahip olmak zanneden, "aslansın" diye büyütülüp sokağa ilk çıktığında öyle olmadığını gören, olmadığı bir hayatın yaşanmasını hazmedememiş, başka bir yaşamı sonlandırma hakkını bulan, dünyaya geldiğinde ailenin kurtarıcısı olacağı düşünülen ve neden gerekliyse soyu sopu da sürdüreceği sanılan bir erkek… Bütün erkeklerden biri, herhangi bir erkek…

Sevmeyi istese de nasıl seveceğini bilmeyen, önce akrabanın, komşunun, eşin dostun sesini işiten ve önemseyen bir ailede büyüyen, hayallerini söylemekten utanması gerektiği anlatılmış, sokağa çıkmaması için korkutulmuş, sonrasında, sevilmediğinden olacak, gördüğü ilk kırıntıyı sevgi zanneden, öyle olmadığını fark ettiğinde kırılan ve yeniden korkan bir kız.

Örgüler ve öyküler değişse de öznelerin durduğu yer pek değişmiyor. Dayak yemiş, sokağa atılmış, saçı okşanmamış, küfür edilmiş, sahip çıkması öğütlenmiş, sahip çıkmanın ne demek olduğu itinayla anlatılmış, bekâretle ve ayıpla kutsanmış, bir kadının elini sevgiyle tutmamış, elleri tutulmamış, sonrasında profesör de olsa işçi de tuttuğu kadın ellerini sayıdan ibaret bilenler...

Hayalleri çalınan, sığmayacağı bir çerçevenin içine tutsak edilen, bir umut o çerçevenin dışına çıkmaya çalışırken başına gelmedik kalmayan, eşit ve adaletli yaşamak isteyen, kendi olmak isteyen, tercih yapabilmek isteyen, koşmak, konuşmak isteyen ve günün sonunda yok edilmek istenen, yok edilenler.

* * *

Baba, bir köşeye çekildiğinde, kız kardeşi, fısıltıyla, ablasının başta ne çok sevdiğini anlatıyor, sonra nefes alamaz hale geldiğini, tehdit edildiğini, sessiz kaldığını, nefes almak istediğinde öldürüldüğünü. Annesi, kızını nasıl özene bezene büyüttüğünü… O gencin, namus sözlerinin nasıl gücüne gittiğini anlatıyor. Kızının geriye kalan çantasını, az çekilmiş fotoğraflarını anlatıyor. Acı çekip çekmediğini merak ediyor…

Acı çekti mi?

O kızı öldüren genç sonrasında indirim alacak, sonrasında yapılan indirimlerle cezası kuşa dönecek, sonrasında çıkartılan örtülü aflarla cezaevinden çıkıverecek. Geriye sadece hesap sorma istekleri kalmış o kederli evin sahipleri henüz bilmiyor olacakları.

Birileri karar veriyor onlar adına, birileri konuşuyor, birileri hayatla olan son bağlarını da koparıveriyor, kızlarının bağının kopartıldığı gibi.

Büyük bir sistemin karşısında eriyip biteceklerini bilmiyorlar. Göstermelik genelgelerin, kanunların bir işe yaramadığını...

Zaten uygulanmayan o kanunlar da kalksın diyerek bu sistemi savunanların yaydığı zehri, zaten zehirlenmiş toplumu aslında aynı havayı soluduğumuz için tanıyorlar. Ama somut olarak nasıl bir duvara çarpacaklarını henüz bilmiyorlar.

Az kelime ile çok şey söyleniyor. Konuşma bitiyor, hepsi bu kadar.

* * *

Beklenmedik bir ölümün kasveti çöktüğünde bir eve, önceki varlığı fark edilmeyen neşeyi anımsarsın.

Bir daha olmayacak, var olduğunda ne anlama geldiğini bile bilmediğin, çoğu zaman sıkıcı bulduğun, yaşama onunla tutunduğunu bile fark etmediğin o gölgede kalmış neşeyi...

Ne yapsan, ne yana kıpırdasan, çaresizce koşsan, dövünsen bir daha geri gelmeyecek zamanın yükü, yavaş yavaş çöker içine. Sonra, altı boşalmış zemin bir anda çöker. Büyük, akıl almaz bir obruk.

Kalabalığı yeni bitmiş, içeriye karanlık girdikten sonra kapısı kapanmış o evlerde yaşayanlar bir süre sonra önemsemez olur. Bir türlü geçmeyen zamanı doldurmak için uğraşırken, öyle hızla akıp biter hayat.

Çıkıyorsun, temiz hava, güneş, bahar dalları o kadar da anlamlı değil.

O kadar da hayata bağlamıyor seni nedensiz bahar coşkusu.

Hiçbir şey o kapıdan girdiğin zamanki gibi değil.

Tanıklığını da büyütemiyorsun, ayıp geliyor, senin başına gelmiş de değil.

* * *

Biten bir aşkın peşinde ömrünü bitirenleri de geri gelmeyeceklerin peşinde bir ömür bekleyenleri de daha kolay anlamaya başlıyorsun. Ya da adaleti, adaletsizlikle büyüyenleri…

Günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğini…

Gecenin gelmesini istemeyenleri…

Şeb-i yelda…

"En uzun gece" olduğunda Çetin Altan’ın anımsattığı gibi:

"Şeb-i yeldayı muvakkıtla müneccim ne bilir

Mültelâ-i gama sor kim geceler kaç saat…"

En uzun geceyi takvimleri yapıp, yıldızları araştıranlar değil, gam müptelası olanlar biliyor.

Yokluk, karanlık bir büyücü gibi; en uzunundan en kısasına kadar tüm gecelerde zamanı bütün kudretiyle donduruyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Kırıkhan’daki büyük skandal açığa çıktı: Yoğun bakım hastaları boğularak öldü, “doğal ölüm” belgesi düzenlendi

Depremde yıkılan birçok hastanede unutulan hastaların hayatını kaybettiğini öğrendik. İlk kez yıkılmamış, faal bir hastanedeki hastaların ölüme terk edildiklerini de öğreniyoruz. Ve bunun nasıl itinayla gizlendiğini de görüyoruz

Cezaevi, dava ve yasaklar ülkesinde seçim sonrası "kulisleri": Erdoğan AKP'yi, Çukurambar Erdoğan'ı bırakır mı?

AKP'nin hikâyesi çok uzun bir zaman önce gecekondu mahallelerinden Çukurambar'a taşındı

Deprem skandalı: Her şeyden sorumlu Cumhurbaşkanlığı, İsias Otel'de, yıkılan tüm binalarda sorumsuz

Kentler yıkıldı, binlerce insan öldü ancak uçan kuştan bile sorumlu Cumhurbaşkanlığı'nın hizmet kusuru olduğunu iddia etmek bile mümkün değil