17 Mart 2021

Yaşlılık krizi: Gerçekten önemsemiyor muyuz?

Huppert'in filminde şeytanlaştırılan bu figürler tarih sahnesine bir kez daha kurtulunması gereken fazlalıklar olarak çıkıyor. Kabul edilebilir tek halleri Marla Grayson'ın duvarında şık bir fotoğraf olan halleri

Rosamund Pike'ın başrolünü Peter Dinklage ile paylaştığı I Care A Lot (Çok Önemsiyorum/Değer Veriyorum)[1] adlı film Netflix Türkiye'de gösterime girer girmez çok izlenenler listesinde tepeye çıktı. Filmin Covid-19 pandemisi öncesinde planlanmış ve yazılmış olduğu hemen anlaşılsa da ilginç konusuyla çok ilgi çektiği açık. Film Hollywood klişelerine fazlaca başvursa da yaşlılık konusuna eğilişi ve baş karakterin lezbiyen bir kadın oluşu ile birlikte bazı açılardan alternatif bir duruş sergiliyor. Filmin sağladığı daha büyük bir olanak ise bize yaşlılık konusuna eğilmek için bir arka plan sunması. Sinemada ve ekranda yaşlılığın temsillerinin tarihine kısa bir bakışın ardından I Care a Lot filminin bize yaşlılık konusunda neler sunduğunu tartışmak istiyorum. Temel iddiam, yaşlıların/yaşlılığın ötekileştirildiği hatta şeytanlaştırıldığı kötü/mser bir döneme doğru gidiyor olduğumuz.

* * *

Hiçbir zaman en popüler konu olmasa da sinemada yaşlılık teması neredeyse sinemanın kendisi kadar eski. Fakat konu neredeyse her zaman bir problem, çoğu zaman da ekonomik bir problem olarak ele alınıyor. Buna göre yaşlılar ya kendi kendilerine yaşadıkları ya da başkalarının hayatında (çoğu zaman çocuklarının hayatında) neden oldukları bir yük (ekonomik ve/ya psikolojik) olarak ekrana çıkıyor.

Leo McCarey'nin 1937 tarihli Yarına Yol Aç (Make Way for Tomorrow) filmi önemli köşe taşlarından. ABD'de 1929 büyük buhranının ardından evlerini kaybeden yaşlı bir çiftin ekonomik olarak çocuklarına muhtaç hale gelmesi, önce ayrılıp farklı çocuklara gitmeleri sonra da çocuklarının duyarsızlık ve bencillikleri arasında yaşamdan kopmaları konu ediliyor. Yasujiro Ozu'nun ünlü Tokyo Hikâyesi adlı filmine de esin kaynağı olan film bir sorun olarak yaşlılığı ele alan ilk ve en önemli filmlerden.

İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında yaşlılık savaş öncesi ve sonrasını karşılaştırmak ve/ya savaşın yıkımının ölçeğini anlamak için kullanışlı bir temaya dönüşüyor. Akira Kurosawa'nın 1955 tarihli olağanüstü filmi Korku İçinde Yaşıyorum Toshiro Mifune'nin canlandırdığı otoriter bir babanın atom bombası korkusundan yavaş yavaş delirdiği ve yaşlı karakterin yeni dünya gerçeklerine ayak uyduramadığı bir hikâye anlatıyor. Yaşlılık burada henüz hayattayken yaşamla bağı kopmuş bir duygu durumu / oluş olarak öne çıkıyor.[2]

İkinci Dünya Savaşı sonrası hâkim temalardan biri haline gelen kuşak çatışması nadiren bizim bugün anladığımız anlamda yaşlılar ile onların ardından gelen nesiller üzerine hikayeler ele alıyor. Daha çok ilk gençlik yıllardaki kesim ile onların anne babalarını konu edinen filmlerde yaşlılar genelde iki taraftan birini seçen ya da seçemeyen ikincil öğeler olarak öne çıkıyor. Kuşak çatışmasını belki de en iyi anlatan eserlerden olan Arthur Miller'ın Satıcının Ölümü'nün (1949) 1985 yılında çıkan televizyon uyarlamasında Willy Loman'ı oynayan Dustin Hoffman normalde çok yaşlı olmayan Willy'yi (60'larının başında bir pazarlamacı) oldukça yaşlı resmeder. Dahası bu karakter arzu ettiği ekonomik refaha ulaşamadığı için yaşlanmayı ve yaşamayı hak etmediğini düşünür ve ölümünden doğacak 20 bin dolarlık sigorta tazminatından ailesinin faydalanması için intihar eder. Bir başka zamana ayak uyduramayan bir yaşlı.[3] Yaşadığı topluma ayak uydurma konusunda bir sorunu olmasa da artık ölümü kucaklaması gerektiğini düşündüğü için oğlunun sırtında bir dağa tırmanan bir kadını anlatan Narayama Türküsü[4] ise bir başka örnek.

Bu uzun dönemde belki de en çok öne çıkan istisna Fassbinder'in Ali: Korku Ruhu Kemirir adlı mükemmel filmindeki Emmi karakteri. Burada Brigitte Mira Almanya'da 60'lı yaşlarında göçmen bir kadını oynuyor[5] (yine bugünkü anlamında çok yaşlı sayılmaz) ancak hikâye Emmi'yi hikâyenin merkezi bir figürü olarak öne çıkartırken yaşlılığını hikâyenin merkezine koymuyor. Aksine onun aşk, ekonomik konfor ve yabancı bir ülkede kabul arayışını anlatılıyor.[6]

Bana göre Amerikan sinemasındaki en önemli istisna ise Paul Newman'ın başrolde oynadığı ve Richard Russo'nun aynı adlı romanından uyarlanan 1994 tarihli Nobody's Fool adlı film. Şu ana kadar ele aldığım tüm klişeleri karşısına alan bu filmde Newman'ın oynadığı Sully karakteri yaşlılığına ve zorlu koşullarına rağmen etrafındaki herkesten daha çok hayata ayak uydurmuş, kendi çocuk ve torunlarına kıyasla farkındalığı çok daha fazla olan bir karakter.[7]


* * *

Yaşlılığın ana tema olarak istikrarlı bir şekilde geri kaldığı uzun dönemlerden sonra 1990'lar ve 2000'lerde bir canlanma söz konusu. Josephine Dolan'ın gösterdiği gibi özellikle İngiliz sinemasında istikrarlı bir tema olarak öne çıksa da yaşlılık genelde bir sorun olarak görülmeye ve gösterilmeye devam ediyor. I Care a Lot filminde de olduğu gibi konforlu bir emeklilik arayışında emeklilik yaşlarını öteleyen karakterler veya Kraliçe, Thatcher ya da Iris Murdoch gibi ünlü kişilerin hikâyelerinin anlatıldığı filmler ilgi görüyor.

Yine Gyorgy Kalmar'ın iddia ettiği gibi 2008 krizinden sonra bir dizi yaşlı ve kızgın beyaz erkeğin hikâye edildiği filmler ortaya çıkıyor. Başta Ken Loach'ın Ben Daniel Blake gibi hayattan istediği hiçbir şeyi elde edememiş karakterler adresi başta devlet olmak üzere tüm sosyal kurumlara kin kusuyor. Fakat bu filmlerin hepsinde bir sorun olarak yaşlılık arka planda yer almaya devam ediyor. Yaşlılar bir kez daha dönüşen sisteme ayak uyduramayan, bu durumda da ne yapacağını bilemeyen figürler.

Yaşlıların bir başka görünümü ölüme giderken arkalarında bıraktıkları çocuklarına bir öz-farkındalık / aydınlanma olanağı sunmaları. Büyük ölçüde farkında bile olmadan. Bunun en mükemmel örneklerinden biri Tamara Jenkins'in The Savages adlı filmi. İki kardeşi oynayan Laura Linney ve Philip Seymour Hoffman'ın oyunculuk konusunda harikalar yarattığı film yaşlılığı arka planda bir soruna indirgeyen en önemli filmlerden. Savage kardeşler babalarının bakım evinden ölüme giden yolculuğunda kendi hayatlarındaki eksikleri bulan / keşfeden ve bu sayede orta yaş krizlerini aşan figürler olarak resmediliyor. Yaşlı/lık ancak kaçınılmaz ölümüyle bir hikâyenin parçası olabiliyor.

Türkiye'de de yaşlılık çok fazla işlenen bir tema değil. Özellikle 90'larda az önce andığım Büyük Adam Küçük Aşk dışında 2000 tarihli Güle Güle tam olarak yaşlılığı ekrana taşıyan nadir filmlerden biri olarak öne çıkıyor. Ancak Dolan'ın İngiliz sineması için söylediği gibi Güle Güle de dönemin klişelerinin dışında bir yaşlılık panoraması sunmuyor.

Son dönemde yaşlılığı konu alan belki de en ilginç filmlerden bence öne çıkanları Haneke'nin 2012 tarihli Amour ve Isabelle Huppert'in başrolde oynadığı iki film L'avenir (2016) Greta (2018). Haneke'nin Amour'unda yaşlı çiftin kızını oynayan Huppert diğer iki filmde başrolde. Haneke de yaşlılığı bir kriz olarak ele alma ve 80'ini geçmiş çiftin hem kendi aralarında hem de çocuklarıyla ilişkisini ele alan bir film. Ben Amour'dan çok Huppert'in başrolde oynadığı iki filme I Care a Lot'a geçmeden önce ayrıntılı değinmek istiyorum. Çünkü bu filmler yaşlılık konusunda iki kutbu temsil ediyor. Huppert'in iki yıl arayla bu iki projede yer almış olması gerçekten inanılmaz. İlk olarak L'avenir'e bakalım.

Bu filmde bir felsefe öğretmenini oynayan Huppert (karakterin adı Nathalie) aslında o kadar da yaşlı değil ama yaşlılığa adım atan birisi. Tam da bu sırada başka birisiyle ilişkisi olduğunu söyleyen kocasından ayrılan bir karakter. Karakter bu durumla uzlaşmaya çalışırken bir yandan da genç ve siyasi ihtirasları olan eski bir öğrencisiyle ilişki geliştirmeye çalışıyor. Onu anlamaya ve ona ayak uydurmaya çalışıyor ama öte yandan bu siyasi heyecanının safdilliğini sahip olduğu tecrübe nedeniyle bir türlü ciddiye alamıyor.

Ancak bu durumlarının hiçbirini kırıcı ya da körü körüne inanan bir edayla yapmıyor. Attığı her adımda hayatın ona kazandırdığı deneyim ve olgunlukla hareket ediyor. Üzüldüğü ve/ya hayal kırıklığına uğradığı anlarda bile bu deneyimi işe koşuyor ve krizleri derinleştirmeden yaşamına devam ediyor. Bunu nüktedan bir şekilde bile ifade ettiği oluyor. Bir sahnede çalıştığı okulun girişinde emeklilik yaşının yükseltilmesini öngören yasa değişikliğini protesto eden gençler kendisi protesto hattını aşınca kızıyor. Huppert de geri dönüp "işimi seviyorum, zaten emekli olmayı düşünmüyorum" diyor. Film boyunca hangi kişisel ya da toplumsal kriz olursa olsun bunlarla pozitif bir şekilde bunlarla ilişkiye girebilen yapıcı bir karakter bu. Yaşını bir kriz ya da yapısal sorunun nesnesine dönüştürmeyen, sadece deneyime tercüme eden bir karakter. Zaten çok yaşlı olmadığını da tekrar ekleyeyim.

Bundan iki yıl sonra bir Hollywood yapımında (Greta) şeytanlaştırılmış bir yaşlı kadına, bir cadıya dönüşüyor Huppert. Kent Paris'ten New York'a kayarken Huppert hayatı kucaklayan, hayal kırıklıkları ile mücadele eden ve onları anlayan bir figürden her şeyi reddeden, yaşlanma ve yalnız kalmayı kabullenemeyen bir karaktere dönüşüyor. Yalnızlığını aşmak için kentin dört bir yanına tuzaklar kuran Huppert ağına düşürdüğü genç kadınları köleleştiriyor, evindeki gizli bölmeli bir odaya gizleyip onları esir ediyor. Korku dolu klasik Avrupa masalların modern bir harmanına benzeyen hikâye örgüsünde yaşlılık toplumdan dışlanması gereken bir canavarlığa dönüşüyor. Silvia Federici'nin Caliban ve Cadı adlı kitabında kapitalizmin çıkış döneminde yeni ortaya çıkmakta olan sistemin normlarına uymayan kadınların cadı ilan edilip katledilmesini andıran hikâye örgüsünde Huppert'in oynadığı karakter bir türlü alt edilemiyor. Başroldeki karakter sonunda bu tuzaktan kaçsa bile son sahneden Huppert'in oynadığı karakter kilitlendiği sandıktan çıkmaya başlıyor. Karakterin çıktığını görmüyoruz ama bir tehdit olarak hep orada olduğu düşüncesi beynimize kazınıyor.

2016 tarihli filmde nüanslı, hayatın gerçekleri, mutluluk ve hayal kırıklıklarıyla ölçülü ve gerçekçi bir şekilde ilişkilenen kadından iki yıl sonra en şeytani düzenekleri haz alarak kuran bir cadı çıkıyor. Bu dönüş sert ama günümüzde yaşlılığa bakışta örneklerini görmediğimiz bir durum değil. Federici başta olmak üzere feministlerin bakım sorununu (çocuk, hasta, eş, engelli ve/ya yaşlı) toplumsal sözleşmelerin merkezine konması çağrısı yaşlıların sistematik olarak ötekileştirildiği bir toplumsal düzende iyice önemli hale geliyor. Sinema ise bunun tam aksi temsillerle bu klişeleri temellendiriyor. Covid-19 nedeniyle yaşlılara/yaşlılığa bakışın giderek kötücülleştiği bir ortamda bu filmler çok daha tehlikeli çerçeveler dayatıyor. Federici sorunun artık büyük bir bakım krizine dönüştüğünü söylüyor.

Elbette aksi yönde eserler de mevcut. Hem son dönemde artan ileri yaştaki izleyici kitlesine yönelik ürünler çıkarmak hem de Michael Douglas gibi ilerleyen yaşında bu tür projelerin yapımı için bastıran starların kişisel karizmasından ötürü çeşitli eserler çıkıyor. The Kominsky Method karakterlerin yaşlılığı konusuna fazla değinse de onların kişisel hikâyelerini başarıyla anlatıyor. Yine Jane Fonda ve Lily Tomlin'in Grace and Frankie adlı dizileri benzer bir temaya sahip. Ancak bu iki eserde de diğer filmlerde altı çizilen yaşlılıkla gelen değersizlik hissi kişisel hikâyelerden çok sınıfsal olarak rahat müreffeh kesimlerce atlatılıyor. Bir başka deyişle hikâyeyi kabul edilebilir kılan şey karakterlerin yaşlarına yaklaşımlarından çok üst sınıfa mensup oluşları. Birazdan I Care a Lot için iddia edeceğimiz gibi burada da belli tür bir yaşlılık (zengin ya da görece müreffeh) ele alınırken diğer türlü yaşlılıklar (orta sınıf ve altı) silikleştiriliyor.

I Care a Lot

Pekiyi, karakter ve problemlerin bu kadar tekdüzeleştiği bir ortamda I Care a Lot ne yapıyor? İlk olarak yaşlıları denklemden çıkarıyor. Filmin konusu yaşlılık olsa da aktörü yaşlılar değil. Yaşlılar kalabalık sahnelerde arka planı dolduran ekstralar. Sahne Marla Grayson'ın ofisinde geçiyorsa yaşlılar duvara özenle asılmış fotoğraflarda kendilerini gösteren avlardan ibaret. Hiçbirinin bir öznelliği yok. Zaten Grayson'ın işi de kanunen her türlü hakkı ellerinden alıp yaşlıları soymak. Bir başka deyişle onların aktör ol(a)mayışları iş planının birinci ilkesi.

Film ikinci olarak belli bir yaşlılığı resmediyor. ABD'de bu tür görece konforlu bir yaşlılığı hak etmiş bir grubu. Grayson'ın soyabileceği birikimleri olan bir yaşlılığı. Bu bizim Türkiye'de tanıdığımız bir yaşlılık değil, aksine sadece küçük bir kesimin erişebildiği bir yaşlılık. Peki nedir bu yaşlılık? Cevap büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı sonrasında dönüşen demografik yapıda.

İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından patlayan nüfus artışı, ortalama ömür beklentisinin aşı ve beslenme alanındaki gelişmelerle dramatik ve istikrarlı bir şekilde artması, geriatrik hizmet ve bilimin ilerlemesi, dünya genelinde refahın eşitsiz dağılmakla birlikte kümülatif bir şekilde artması bu nedenlerden bazıları. Son dönemlerde nüfus artış hızının İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındaki büyük sıçramaya kıyasla yavaşlaması yaşlıların ülke nüfusları içindeki oranının artmasına neden oldu ve olgu daha da görünür hale geldi.

Konu ABD'nin gündemine daha erken ve daha köklü bir şekilde girdi. Amerikan Sosyoloji Birliği'nin altında 1970'lerin sonlarında kurulan Yaşlanma ve Yaşam Süreci bölümü birliğin en aktif bölümlerinden birisi. Özellikle ABD gibi 1970'lerin sonundan itibaren savaş sonrası doğan devasa neslin yaşlanmaya başlaması bu alandaki araştırmaların itici nedenlerinden idi. Diğer bir neden ise yine aynı dönemde sosyo-ekonomik düzeni radikal bir değişime uğratmaya çalışan neoliberalizmin ortaya çıkışı. ABD'de emeklilik ve sağlık sistemlerinin zaten sınırlı olan kamu odaklı yapılarının özele kayışıyla yaşlanmanın maliyeti, riskleri ve farklı etnik ve sınıflar için konforu dönüşmeye başladı.

Sonuç olarak ABD'de kabaca ikili bir yapı ortaya çıktı. Bir tarafta çalışma hayatı süresince bireysel emeklilik fonlarında birikim yapabilen kesimler (tabii bu birikimlerin soyguncu özel sermaye fonlarının saldırıları ile talan edilmeyen[8] ve süreç içinde yaşanan 2008 krizi gibi krizlerde yatırımları değer kaybetmeyen şanslı kesimlerden bahsediyorum). Bunlar bize kıyasla son derece konforlu emeklilikler yaşıyor, en azından mali olarak. Diğer yanda sayıca çok daha geniş toplumsal kesimler çalışma sürelerinin ileri yaşlara kadar uzadığını ve emeklilik hedefine ulaşacak birikim hedeflerinin hayal olduğunu gördü. Birinci grup için dünyanın belki de en büyük yaşlı bakım sektörü ortaya çıkarken (2021 yılı için tahmini büyüklüğü 58,4 milyar dolar)[9] diğeri emek piyasasının aktif aktörü olmaya devam etti.

İkinci grup da varlığını başta istihdam olmak üzere her alanda hissettirdi. 2008 krizi sonrasında işgücüne katılım oranı en çok artan kesim ABD'de yine 60 yaş üstü kesimler olmuştu. Bu oran zaman içinde düşmedi ve ortaya yaşlanma deneyimlerinin gittikçe daha çatallandığı bir ülke ortaya çıktı. Bir tarafta I Care a Lot filminde de görebileceğiniz gibi kazançlı ve bir o kadar da profesyonel sektörler ortaya çıkarken diğer taraftan emeklilik hayali bile kuramayan kesimler ortaya çıktı.[10]

Türkiye'de emeklilik sisteminin halen büyük ölçüde kamu ağırlıklı bir sektör olduğunu söylesek de artık bir tekelden bahsetmek mümkün değil. 2000'lerin başında uygulamaya sokulan bireysel emeklilik sistemi 7 milyona yakın katılımcının bulunduğu toplam aktif büyüklüğün ise 155 milyar TL civarında olduğu bir yapı. Bu dünyadaki muadil fonlara göre hala çok küçük bir miktar olsa da değişen emeklilik yöneti(şi)m sistemine işaret ettiği için önemli. Öte yandan Türkiye'deki kriz ABD'deki kadar derin olmasa da bunun nedeni kamusal emeklilik sisteminin mükemmel ya da yeterli olması değil. SGK 13 milyonun üzerinde emekli ve hak sahibine maaş verse de emeklilerin iş gücüne katılım oranları çok yüksek.

Türkiye I Care A Lot filminde gösterilen tipte bir emekliliğin sadece ayrıcalıklı bir azınlığın faydalandığı bir ülke, ancak SGK'nın yükümlülüğü altındaki 13 milyonun üzerindeki kesimin mutlak yoksulluğun[11] pençesine düşmekten kurtulduğunu da söylemek gerekir. Ancak bu hedefin emeklilik için çok mütevazı bir hedef olduğunu eklemeli. Bu nedenle Türkiye'de emekli olmalarına rağmen çalışan sayısı yüksek. Devlet bu alanda bir dizi yasal düzenleme yapsa da (sosyal güvenlik destek primi gibi) Türkiye gibi kayıt dışı istihdamın toplam istihdamın yarısını aştığı ülkelerde bu tür bir düzenlemenin dönütlerinin sınırlı olacağı açık.[12] Film bu tür bir sosyolojik yaşlılığı konusu bile etmiyor.

Üçüncü olarak film bu tür bir mekanizmadan istifade etmeye müsait bir hukuki ve iş hayatı ortamından bahsederek yaşlılığın ne kadar metalaştırılabileceğini gösteriyor. Ancak buna bir eleştiri olarak görülmesi imkânsız. Aksine film en sonunda tipik bir Hollywood filminde görülebileceği gibi seyirci adına bireysel intikamı ana karakterden alıyor ancak ana karakterin kurduğu düzen varsayımsal olarak mafya babasını oynayan Peter Dinklage'ın vesayetinde hayatına devam ediyor.

Yani film, üç hamle ile zamanımızın en büyük krizlerinden birinde yaşlıları ilkin öznelikten çıkarıyor. İkinci olarak bu tür bir konforlu emekliliğe ulaşamayanları tamamen yok sayıyor ve görünmez kılıyor. Son olarak kişisel düzeyde bize bir çözüm önerse de bu düzenin son derece sağlam bir şekilde ayakta olacağını bildiriyor. Anlatı o kadar oylumlu ve sac ayakları birbirine bağlı ki Netflix yapımda Covid-19 pandemisine bağlı olarak hiçbir modifikasyona gitmiyor. Peki o soruyu biz soralım. Covid-19 pandemisi yaşlıların/yaşlılığın bu krizine neler ekledi?

Sonuç: Covid-19 ve yaşlılık

Yaşlılığın zaten çetrefil olan görünümleri Covid-19 ile iyice karmaşıklaştı. Hastalığın hasta yaşı ilerledikçe artan etkisi ilk başta yaşlılara karşı bir sempati ve koruma refleksi, hemen ardından ise örtülü ya da açık kızgınlık ve yer yer nefret yarattı. ABD'nin halk sağlığı tercihleri açısından en kötü yönetilen eyaletlerinden birisi olan Texas'ın vali yardımcısı Dan Patrick 2020'nin Mart ayında yani daha pandeminin başlarında "yaşlıların kendilerini feda etmeleri" gerektiğini söylerken dünyanın hemen her ülkesinde yaşlıların mobilitesi daha fazla kısıtlandı.

Yaşlılığa bakışta zamanla yaşlıların hastalıktan kaynaklanan kırılganlıklarına vurgu azaldı, yerini toplumun kırılganlığının nedeni olarak yaşlılar aldı. Sinemada yaşlıları zaten değişime ayak uyduramayan bireyler olarak gösteren köklü bir gelenek varken I Care a Lot'taki gibi parasal değerleri olan bireylerin dışındaki kitleler göze batmaya başladı.[13]

Huppert'in filminde şeytanlaştırılan bu figürler tarih sahnesine bir kez daha kurtulunması gereken fazlalıklar olarak çıkıyor. Kabul edilebilir tek halleri Marla Grayson'ın duvarında şık bir fotoğraf olan halleri. Bu tür bir emeklilik deneyiminin zaten çok küçük ve ayrıcalıklı bir azınlıkça elde edilebildiği Türkiye gibi ülkelerde ise durum daha basit. Dolayısıyla mesaj da öyle: Emeklilik beklentilerinizi küçültün, sahip olduğunuz sınırlı refahın ileride çocuklarınıza kısmet olmayacağını bilin. Bugün iş bulma krizi yaşayan çocuklarınızın yarın için emeklilik isteyebilecek hatta hayal edebilecek lüksü yok. Bunu görün ama çocuklarınıza böyle söylemeyin. Ha bir de: Sakın boşuna Marla Grayson gibi karakterlere hınçlanmayın. Marla sizin peşinizde değil.



[1] Filmin adındaki care sözcüğü aynı zamanda bakım anlamına gelmektedir (elderly care – yaşlı bakımı). Filmde bakım arayışındaki yaşlıları avlamaya çalışan ana karakter sık sık onları önemsediğini ve onlara değer verdiğini söylemektedir.

[2] Kurosawa buna karşın kendi başına ayrıksı ve değerli bir hayat deneyimi olarak yaşlılık temasını da sinemaya taşıyan isimlerden. Kariyerinin ileri döneminde çektiği Rüyalar adlı filminin içindeki bir rüya tam da buna odaklanırken Kurosawa daha ileri bir dönemde çektiği Kral Lear uyarlaması Ran ile eski temaları da işlemeye devam ediyor.

[3] Kuşak çatışmasını popüler bir tema olarak anlatan Star Wars gibi filmler ise yaşlılığı kuşak çatışmasından tamamen çıkarıyor.

[4] Birbirine benzeyen iki versiyonu olan bu filmin Türkiye'de ve dünyada daha çok bilinen versiyonu Imamura'nın 1983 tarihli eseridir.

[5] O sırada oyuncu Brigitte Mire 64 yaşında.

[6] Görece istisnai bir başka film Claude Berri'nin İkimiz adlı yaş itibariyle dede ile torun sayılabilecek iki yaşta erkeğin hikayesini anlattığı filmi. Bir aile Nazi işgali sırasında 8 yaşındaki çocuklarını Yahudi olduğunu gizlemesini tembihleyerek anti-semitik bir ailenin yanına verir ve biz burada bir ilişkinin gelişmesini görürüz. Bağlam tamamen farklı da olsa biz bu kurgunun kuşaklararası iletişime vurgu yapan bir benzerini Şükran Güngör'ün harika bir oyunculuk sergilediği Handan İpekçi'nin Büyük Adam Küçük Aşk'ında da görürüz.

[7] Kitabın yazarı Russo romandaki karakterin Newman'ın canlandırdığı karakter kadar yaşlı olmadığını düşündüğünü biliyoruz. Bu durumda bir ikon olarak oyuncu Newman'ın hikâyenin akışını değiştirdiği söylenebilir. Benzer bir star etkisini ileride Michael Douglas'tan bahsederken yine göreceğiz.

[8] Burada çok detaya girmeyeceğim ancak burada kastettiğim şeyle ilgilenen okurlar şu mükemmel esere yönelebilir.

[9] Karşılaştırmak isteyenler Koç Holding'in 2020 gelirinin 24 milyar dolar, Türkiye'nin 2020'deki toplam ihracatının ise 169 milyar dolar olduğunu düşünebilir.

[10] Durum küresel olarak da benzer. ILO'nun pandemi öncesi raporlarından birinde hem 55 yaş üzeri hem de 65 yaş üzeri kesimlerde bu oranın arttığı, hatta ileride artan hızlarda artacağı öngörülmüştü. Bu durumda refah rejimleri nispeten ayakta olan ülkeler daha yönetilebilir bir kriz yaşarken ABD gibi zengin ülkeler ya da Sahara altı gibi aşırı yoksul ülkeler çok çeşitli görünümlere sahip krizler yaşıyor. Japonya gibi yaşlı nüfus oranının arttığı ülkeler ise bir işgücü krizi yaşıyor.

[11] Mutlak yoksulluk altı sınırı BM'ye göre günde kişi 1,90 dolar gelir anlamına geliyor. Bugünkü (28 Şubat) kurla 420 lira civarında bir miktara denk gelen bu gelir ile bir hane halkı geçindirmek imkansız olsa da mutlak yoksulluktan kaçınmak mümkün.

[12] Daha da önemlisi, mevcut emeklilerin çoğunun faydalandığı refah rejiminin sac ayakları büyük ölçüde erozyona uğradığından bundan yirmi yıl sonra bugünkü emeklilerle aynı yaşa gelen kesimlerin iş hayatında kalmaya devam ettiğini göreceğiz.

[13] Yaşlıların bakım evlerinde yaşadıkları COVID-19 bağıntılı sıkıntılar ana akım medyada büyük ölçüde New York Vali Andrew Cuomo'nun New York Eyaletindeki ölüm sayılarını düşk göstermesi skandalıyla ilgili olarak konuşuluyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Ana akım komedinin krizi: Cem Yılmaz sineması üzerine

Pandemi, Türkiye'de ana akım komedinin krizini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu

Michael Jordan ve The Last Dance

İronik olarak Jordan'ın sahip olmak istediği tarzda bir mirası belki Türkiye'de –ve belki başka ülkelerde de—yakaladığını ancak ABD'de asla yakalayamayacağını gösteriyor The Last Dance. Bir siyah olarak her zaman acımasız bir çifte standarda maruz kalacak