31 Mayıs 2020

Michael Jordan ve The Last Dance

İronik olarak Jordan'ın sahip olmak istediği tarzda bir mirası belki Türkiye'de –ve belki başka ülkelerde de—yakaladığını ancak ABD'de asla yakalayamayacağını gösteriyor The Last Dance. Bir siyah olarak her zaman acımasız bir çifte standarda maruz kalacak

COVID-19 tüm dünyada milyarlarca insanın hareket kapasite ve alanını aynı anda sınırlayınca zaten rönesansını yaşayan sosyal ve görsel medyaya yeni bir gün doğdu. Statista'nın verilerine göre COVID-19 nedeniyle dünya genelinde haber izlenme oranları yüzde 67 artarken üyelik bazlı yayın takip oranları yüzde 51, geleneksel TV kanallarının izlenme oranları da yüzde 45 artış gösterdi. COVID-19'un güncel haber üretimi dışındaki üretimi de bıçak gibi kestiği düşünülürse bu artıştan istifade eden hali hazırda dolaşımda olan ürünlerle henüz yayınlanmamış olanlar oldu.

ESPN ve Netflix'in ortak yapımı olan ve Michael Jordanlı Chicago Bulls takımının son şampiyonluk sezonunu anlatan on bölümlük The Last Dance adlı belgesel (Son Dans diye çevriliyor doğal olarak ama ben biraz daha yorum katarak Son Tango demeyi tercih ederdim) tam da bu koşullarda takvimi öne çekilerek yayına girdi. Normalde 2020 NBA play-off'larının bitiminin ardından yayına girmesi planlanan belgesel ESPN'in dramatik basın açıklamasıyla izleyiciler için canlı müsabakaların yapılamadığı bir ortamda sorunlardan kaçmak ve kolektif bir deneyim sunmak üzere piyasaya sürüldü. Netflix Türkiye sayesinde biz de ABD yayınından bir gün sonra bölümlere ulaşma fırsatı yakaladık.

Belgeselde Michael Jordan ve Chicago Bulls yönetiminin birlikte geçirecekleri son sezon için bir kamera ekibine özel çekim ayrıcalığı vermeleri sonucunda elde edilen 500 saati aşan ve başka hiçbir yerde olmayan çekimler kullanılarak oldukça orijinal bir hava yakalanmış. Bu tür belgeselleri çekme deneyimi olan Jason Hehir'in gayet başarılı bir iş çıkardığı belgesel son iki ayın belki de en çok tartışılan spor olayı. Başka müsabakaların yokluğunda bölüm başına 5 milyonun üzerinde seyirciye ulaşan belgesel, alanında birçok rekoru ele geçirdi ve ABD'de tarihin en çok izlenen belgeseli oldu.

Konu Michael Jordan olunca 'en'li cümlelerle karşılaşmak çok şaşırtıcı değil. Zaten tüm belgesel bu kabul etrafına kurulu: Tarihin en iyi basketbol oyuncusu olarak Jordan, tarihin en iyi sporcusu olarak Jordan, tarihin en iyi koçu olarak Phil Jackson, tüm sporlarda tarihin en büyük hanedanı olarak Chicago Bulls vs. Belki bunun tek istisnası belgesel boyunca kötü bir yönetim olarak gizli ve/ya örtülü olarak eleştirilen genel müdür Jerry Krause ve takım sahibi Jerry Reinsdorf. O kadar ki hanedanın bu isimler sayesinde değil onlara rağmen kurulduğu, özellikle ikinci üçlü şampiyonluk döneminin bu gerilimi taşıdığı belgeselin ana gerilim kaynaklarından biri.

Belgesel, her ne kadar Chicago Bulls'un son tangosuyla ilgili olsa da aslında odak noktası Michael Jordan. Büyük ilgi ve eleştirileri de tam da bu yüzden çekti. Kimileri Jordan'ın NBA'e gelir gelmez bu kadar büyük bir etki yaptığını bilmediklerini fark etti. Diğerleri ise kocaman egosu ile 12-13 yaşında çocuklarla eğlence için oynarken bile kazanmaya çalışan itici birini gördü. Jordan'ın belgesel boyunca en çok duygulandığı sahnelerden birisinin altıncı bölümün sonunda neden hep kazanmak istediğini açıklarkenki sahne olması pek çok izleyiciye karşılarındaki kişinin ciddi psikolojik sorunları olabileceğini düşündürttü.

Jordan sporun bugünkü anlamıyla kitleselleşmesi ve ticarileşmesinin ilk büyük ismi olarak da öne çıkıyor belgeselde. Henüz çaylak sezonunu yeni bitirmişken çağının en büyük isimleri kadar sponsorluk desteği bulması; günümüz devi Nike firmasını neredeyse tek başına kimsenin saygı duymadığı bir markadan dünyanın en büyük markasına dönüştürmesi; gittiği her yerde sansasyon yaratması, bilet fiyatlarının tavana vurması ve televizyonda izleyici rekorlarının kırılması; sahadaki kazanma arzusuna paralel olarak iş hayatında da hep ve en çok kazanmak istemesi… Bunların yanında belgesel boyunca sürekli dile getirdiği rakiplerini mahcup etmek, ezmek ve onları domine etmek istemesi bir insan olarak sorunlu bir figürle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Saha içi ve dışındaki hırsının belki de Jordan'ın kariyerinde en tartışmalı bir şekilde karşısına çıktığı an memleketi olan North Carolina eyaletinde yapılan 1990 senatörlük seçimlerinde (henüz NBA şampiyonu olmadan önce) ırkçılığı aleni olan Cumhuriyetçi ve halihazırda senatör olan Jesse Helms'e karşı Demokrat ve siyahi Harvey Gantt'i açıkça desteklememesiydi. Belgeselden öğrendiğimize göre Jordan annesinin destek talebine ‘tanımadığım birini açıkça desteklemem ama kampanyasına bağış yaparım' gibi bir tepki veriyor ve talebi reddediyor. Bu ve benzeri birçok hikâye ile Jordan o dönemde basın tarafından aşırı bencil ve empati duygusundan yoksun bir figür olarak çiziliyordu. Belgeselde ele alınan ve gazeteci Sam Smith'e ait 1992 tarihli Jordan Rules (Jordan Kuralları) adlı kitap durumu bir derece daha sertleştiriyor ve onu hedefe ulaşmak için kendi takım arkadaşları dahil herkesi ezip geçen bir zorba olarak gösteriyordu.

Buraya kadarki tartışmaları belgesel üzerine pek çok yazı ve yorumda bulabilirsiniz. Benim amacım bu arka planı ABD'deki ırkçılık ışığında yorumlamak. Jordan muhtemelen bu anlatılanların hepsini kapsayan ve hatta aşıp daha ötesine taşan bir figür. Ama ben spekülatif bir soru sormak istiyorum: Michael Jordan'ı bu kadar aşırı ve abartılı (over the top) bir figür olmaya iten nedenler arasında kişisel zaafları (kimilerine göre kişisel artıları) yanında sosyolojik nedenler var mıydı? Benim yanıtım evet. Michael Jordan gibi siyah bir atletin (kendi deyişiyle Siyah İsa'nın) bu yola girmesinin Amerika'daki yerleşik ve acımasız ırkçılık ile derinden bağlantısı var.

Irkçı yapı Jordan gibi isimlerden hem bu kadar başarılı hem de mükemmel olmalarını bekliyor, başarısız olduklarında onları acımasızca eleştiriyor, mükemmel olmadıkları her an ve davranış içinse onları yargılıyor ve cezalandırıyor. Beyaz atlet, siyasetçi ve/ya ünlüler için asla gündemde olmayan bu çifte standart siyah kamusal figürlerin hayatındaki en temel dinamiğe dönüşüyor. Michael Jordan bu derin ırksal yarığı aşmaya çalışıp adeta bir beyaz gibi hareket etmeye çalışan ve bu lüksü talep eden ilk isimdi bana göre. Belgeselde bir türlü adı konamayan gerilimin asıl nedeni de bence bu. Yazının geri kalanında bu iddiamı temellendirmeye çalışacağım. Son olarak da Jordan'ın Türkiye'ye etkisini kendi kişisel deneyimlerime dair birkaç not ile yazıyı bitireceğim.

Hem siyah hem de bir miras sahibi olmak

The Last Dance yayına girdikten kısa bir süre sonra 9 Mayıs 2020'de Little Richard adıyla bilinen Richard Wayne Penniman hayatını kaybetti. Müzikle yakından ilgili olanların mutlaka bileceği ancak olmayanların pek tanımayacağı bu isim pek çok müzisyen ve eleştirmence bir tür olarak Rock&Roll'un neredeyse tek başına mimarı olarak kabul ediliyor. Bob Dylan Little Richard'ın ünlü şarkısı Tutti Frutti için Rock&Roll'un miladıdır derken The Beatles çaylak bir grupken Little Richard konserlerinde alt grup olarak çıkıyordu. Buna rağmen kariyerinin ilk dönemlerinde Little Richard şarkıları söyleyen Elvis Presley türün kralı olarak görülüyordu. Müzik eleştirmeni Joe Levy'ye göre bu siyahların sistematik olarak göz ardı edildiği tarihi çok eskiye dayanan bir davranışın yansıması ve sadece rock müziğe özgü bir durum değil. O dönemde insanlar jazz denince Paul Whiteman swing deyince de Benny Goodman gibi beyaz müzisyenleri öne çıkarıyordu. Doğaları ve çıkışları itibariyle siyahi olan bu türlerde dahi beyaz isimler öne çıkarılıyordu.

Siyah figürlerin ana akımda yer almaları için iyi değil en iyi olmaları gerekiyordu. Tarihin en ünlü ses sanatçısı olmak (Aretha Franklin), tek başına tür yaratmak ve o türün en büyük sanatçısı olmak (Ray Charles) veya alanının en iyisi olmak (Quincy Jones) söz sahibi olmak için şarttı. Buna rağmen Ray Charles siyahlarla beyazların ayrı tutulduğu bir konserde çalmak istemeyince yerin dibine batırılıyor, Quincy Jones birlikte çalıştığı Frank Sinatra ile Las Vegas'ta aynı otelde bile kalamıyordu. Beyzbol oyuncusu Jackie Robinson'ın oyunun ırk bariyerini aşması için iyi bir oyuncu olması değil en iyi oyuncu olması gerekiyordu. Muhammed Ali ise tarihin en iyi boksörü olsa da din değiştirip Müslüman olduğunda, Vietnam Savaşı'nda savaşmayı reddettiğinde kazandığı tüm ödül ve statüyü kaybetme riski ile karşı karşıya kalıyor, bokstan yıllarca uzaklaştırılıyordu. Bu dönemde siyahların karşılaştıkları zorluklar o kadar üst seviyedeydi ki 20. yüzyılın en önemli yazarlarından biri olan ve aynı zamanda gay olan James Baldwin hayatının büyük bölümünü Avrupa'da (10 yılı İstanbul'da olmak üzere) geçiriyordu.

Bugün dahi bu isimleri hatırla(t)maya çalışan popüler girişimler bu figürleri siyasi ve kültürel kişiliklerini bir kenara iterek “insan üstü atletler,” “olağanüstü varlıklar” olarak görmeye çalışıyor. Jackie Robinson'ın hayatını anlatan son film olan 42, Robinson'ı siyahların verdiği siyasi mücadele bağlamından kopartarak bireysel bir mücadele ve başarı hikayesi gibi anlatır. Bu tür bir yeniden inşayı imkânsız kalacak belki de tek isim hayatı boyunca verdiği mücadelelerle ön planda olup büyük bedeller ödeyen Muhammed Ali. Ancak onun popüler sinemada ele alan ve Will Smith'in Ali'yi oynadığı Ali adlı film tam da bu göz ardı edilemez mirası olabildiğince muğlaklaştırarak Ali'nin boksör kimliğini öne çıkarmaya çalışır. Bu miras o kadar büyük bir savaş alanı ki ABD tarihinin en önemli yönetmenlerinden biri olan Spike Lee kariyerinin büyük kısmını bu tarihin bastırdığı ya da çarpıttığı kişi ya da olaylara adadı.

1963 doğumlu ve küçük yaştan itibaren bir sporcu olmak isteyen Michael Jordan'ın (ilk hayali beyzbol oyuncusu olmak) çocukluğunun geçtiği 1970'ler, ABD'de siyahların medeni haklar mücadelesi sonrasında sosyo-ekonomik statülerinin en zorlu olduğu dönemlerden. ABD'de muhafazakâr güney kültürünün hâkim olduğu North Carolina'da büyüyen Jordan'ın bu kültürel evrenden etkilenmemesi imkânsız. Bunun yanında 1970'lerde ABD'de kent merkezlerinden çeperlere doğru yaşanan beyaz kaçış kentlerin ırksal kompozisyonunu bozarken zenginlik kent çeperlerine kayıyor siyahlar kitleler halinde görece yoksullaşan kent merkezlerinde kalıyordu. Detroit, Cleveland, St. Louis, Baltimore ve Buffalo gibi kentlerde çok net görülen, Chicago, New York City ve diğer metropollerde de izlenebilen bu ırksal altüst oluş, siyahi kültürel ve siyasal deneyimini kökten dönüştürüyordu.

1960'lar ve 70'lerin kültürel yapı ve mücadelesi 1980'lerle birlikte şekil değiştiriyor ve siyahlara karşı sistematik saldırının[1] “meyvelerini” vermeye başladığı 1980'lerde hiphop başta olmak üzere yeni ve hem içerik hem de biçim olarak sert tepkiler ortaya çıkıyordu. Bu süreçte siyah sanatçılar pop alanında Prince ve Michael Jackson gibi süper starlar çıkarırken profesyonel sporu neredeyse tamamen ele geçiriyorlardı. Ancak artan siyasi sorunlar karşısında siyah ünlülerin tam olarak nerede duracakları belirsizliğini koruyordu. The Last Dance bu açıdan bakıldığında Jordan'a kıyasla iki çok daha ilginç karakterin yaşamına değiniyor. Bunlardan biri Arkansas gibi küçük bir güney eyaletinin yoksul kırsalından gelen ve on tane kardeşle büyüyen Scottie Pippen, diğeri ise Texas'ın en büyük kenti olan Dallas'ın yoksul ve siyah yoğun bölgesinde büyüyen Dennis Rodman.

Pippen ailesinin yükünü sırtında taşıma sorumluluğu karşısında kariyerinin erken döneminde uzun vadeli bir sözleşme imzalama hatasında bulunuyor. Sonradan çok pişman olduğu bu sözleşme nedeniyle ligin en iyi oyuncularından birisi olsa da en az kazananlarından birisi oluyor. Dennis Rodman ise Jordan'ın deyimiyle gelmiş geçmiş en iyi savunma oyuncularından birisi olsa da zamanla Detroit Pistonslı kötü çocuktan tamamen bir çılgın rolüne doğru savruluyor. Zamanla bu kimliği iyice sahiplenen Rodman'ı basketbolla ilgilenmeyenler Kuzey Koreli diktatör Kim-Jong-un'un arkadaşı olarak hatırlayacaktır.

Chicago efsanesini mümkün kılan bu isimlerin bulundukları noktaya gelmeleri maalesef normal ya da beklenen bir durumdan çok istisna. Bu isimlerin başta spor ve müzik olmak üzere eğlence endüstrisi dışında toplumun önde gelen üyeleri olma ihtimalleri çok düşük. Amerikan siyasetinde büyük kentleri siyah belediye başkanları seçmeleri ancak ve ancak yukarıda kısaca bahsettiğim beyazların kent çeperlerine doğru kaçışı ile mümkün oluyor. Atlanta ilk siyah belediye başkanını 1973'te, Detroit 1974'te, Baltimore 1987'de, Buffalo 2005'te seçiyordu. Neredeyse 250 yaşındaki Amerikan senatosunda bugüne kadar görev alan toplam siyah senatör sayısı ise 10. Bunlardan 5 tanesi 2009 ve sonrasında seçildi. Barack Obama senatoya seçilen tarihteki beşinci siyah senatör.

Fortune 500 şirketleri arasında CEO'su siyah olan şirket sayısı sadece dört. Mezunu olduğum ve üst ligdeki okullar arasında göreceli olarak farklı ırk ve kimliklere açık olduğunu iddia eden Cornell Üniversitesi'nde bilgisayar mühendisliği alanında bir kadın ilk kez bu yıl doktora derecesini aldı. Oyuncuların büyük ölçüde siyah olduğu basketbol ve Amerikan futbolu dallarında siyahi takım sahibi sayısı sadece bir. O da Michael Jordan (Charlotte Hornets). ABD'deki siyah dolar milyarderleri listesi de oldukça kısa. Michael Jordan'ın yanında listede Oprah Winfrey, Robert Smith, David Steward ve listeye yeni katılan Kanye West var. Toplamda 639 milyarderin olduğu ABD'de sadece 5 siyah isim var ve biri spor, ikisi şov dünyasından.

The Last Dance'e geri dönersek karşımızda olanaksızı başarmış ve bugün geldiği noktaya gelmiş siyah bir figür olarak Jordan var. Onun dışındaki önemli figürlerden Pippen ve Rodman'ın hikayeleri daha da sıra dışı. Çünkü literatürden gayet iyi bildiğimiz gibi Pippen ve Rodman gibi figürlerin başarılı olmaları değil olamamaları norm. Buna en iyi örnek Pippen'in hâlâ ekonomik olarak desteklediği ailesi.

Bu yapı 1990'larda ilginin merkezine taşınan siyah atletleri bir yandan her alanda mükemmel olmaya ve siyasetten kültüre her alanda aktif olmaya davet ederken bunu yaptıkları için onları cezalandırıyordu. Michael Jordan bencil, paragöz ve empatiden yoksun bir figür olarak görünürken aslında muadili beyaz atletlerden çok farklı bir şey yapmıyordu. Dönemin ünlü ve sevilen basketbolcularından Larry Bird'ün örneğin siyasi hiçbir kimliği yoktu. Daha da önemlisi ondan bu beklenmiyordu. Jordan gibi figürlerden bu hem bekleniyor hem de bu tür bir tutum sergilediklerinde sporu siyasete alet ettikleri için eleştiriliyorlardı.

Bunun daha iyi örneklerini yakın zamanda gördük. Yine bir Chicago Bulls oyuncusu Derrick Rose ile NBA'in en büyük yıldızı Lebron James New Yorklu Eric Garner'ın kameralar önünde New York City polisi tarafından boğularak öldürülüşünü protesto etmek için maç öncesinde ısınmak için “Nefes alamıyorum” (Eric Garner'ın ölmeden önceki son sözleri) diyen tişörtler giydiklerinde basketbola siyaset bulaştırdığı için eleştiriliyordu. NBA yönetimi bu gerekçeyle bu isimlere ceza vermeyi bile düşündü.

Türkiye'de de geniş yankı bulan bir başka örnek ABD'de son dönemde yaygın olarak görülen ve siyahların (genelde genç erkekler) polis tarafından öldürülmelerini ulusal marş sırasında diz çökerek protesto eden Amerikan futbolu oyuncularının cezalandırılması idi. Ünlü oyun kurucu Colin Kaepernick'in başlattığı protestolara pek çok oyuncu katıldı ve çoğu ceza aldı. Kaepernick bir daha iş bulamadı ve futboldan tamamen uzaklaştı.

Siyah figürlerin bu tutumları yanında beyaz atletlere sonsuz bir kredi veriliyor. Siyasi konularda söz alıp almamaları konusunda hiçbir beklenti karşısında olmayan bu figürler şike yaptıklarında dahi itibarlarını kaybetmiyor ve hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam edebiliyorlar. New England Patriots takımının eski oyun kurucusu Tom Brady oyun toplarının havalarını bilerek indirmekten ötürü ceza almışsa da yoluna devam edebiliyor. Ama kimilerine göre tarihin en başarılı beyzbol oyuncusu olan Barry Bonds'un mirası silinebiliyor. Serena Williams'ın hakemle kavgası kariyerine gölge düşürecek kadar büyük bir olay olarak görülürken, John McEnroe'nun rutin hakaretleri onun kişiliğinin şirin detayları gibi hatırlanıyor.

Bu çifte standardın belki de en iyi görülebileceği ikilik Barack Obama ile Donald Trump arasında görülebilir. Barack Obama akla gelebilecek her türlü kriter açısından mükemmel bir figür (bunları doktora tezinde Obama'nın 2008 krizi sonrası ekonomi politikalarının çalışan kesimler üzerindeki etkilerini kıyasıya eleştirmiş birisi olarak yazıyorum). Ne başkanlık öncesindeki siyasi hayatı, ne de 8 yıllık başkanlık dönemi boyunca hiçbir skandala imza atmadı. Örnek gösterilecek bir aileye sahip. Akademik olarak ABD'de bulabileceğiniz belki de en gıpta edilecek kariyere sahip. Ancak bir siyah figür olarak Obama golf oynamak yerine bisiklete bindiği için bile (gençleri bisiklete binmeyi özendirmek için) eleştirilmişti. Buna karşın Donald Trump'ın kameralar önüne çıktığı veya Twitter'dan paylaştığı tüm ürünlerde neredeyse bir skandalla karşılaşmak mümkün. Trump öyle bir başkan ki Washington Post gazetesinin kendisinin yalanlarını takip ettiği bir sitesi bile mevcut. Bu siteye göre 14 Nisan 2020 itibariyle göreve geldiği günden bu yana geçen 1170 günde 18 bin kez yalan söylemiş Trump. İki figürün bambaşka kıstaslarla yargılandığı açık.

Siyahlarla beyazlara uygulanan çifte standardın belki de en acı örneklerden birini COVID-19 nedeniyle görüyoruz. Hastalığın siyahları asimetrik bir şekilde etkilediğine dair haberler Türkiye'ye de ulaştı. Bunun temel nedenleri arasında siyah nüfusun hava ve yaşam kalitesi düşük alanlarda yoğunlaşması, ABD'nin korkunç sağlık sistemi nedeniyle sağlık hizmetlerine daha az ve düşük kalitede ulaşabilmesi, sağlık sistemine erişim kısıtının nesiller boyu devam etmesi nedeniyle diyabet ve kolesterol gibi hastalıklara daha fazla yatkın olmaları ve COVID-19 sırasında asli sektörler olarak kabul edilen ve yüz yüze temasın yaygın olduğu sektörlerde çalışmaları (posta ve eve servis hizmetleri gibi) hastalıktan etkilenme oranlarını çok daha artırıyor. ABD nüfusunun yüzde 12'si siyah iken COVID-19 nedenli ölümlerin yaklaşık yüzde 60'ı siyahlardan oluşuyor. O kadar ki bu realitenin Trump'ın meseleye olan ilgisini azalttığı dahi iddia ediliyor. Daha da acısı siyahi erkekler maske takarken iki kere düşündüklerini belirtiyorlar, çünkü bunun kendilerini polis tacizine daha fazla maruz bırakacağından korkuyorlar.

ABD'yi biraz yakından tanıyanlar örneklerin onlarca kat artırılabileceğini bilir. Peki tüm bunların The Last Dance'teki Michael Jordan sunumu ile ilgisi ne? Belgesel boyunca Jordan kendine dair sadece bir tane kimliğin altını kalın çizgilerle çiziyor: Her bedele katlanarak kazanmak. Ben Jordan'ın özenle inşa etmeye çalıştığı bu kimliğin Amerikan ırkçılığının ona dayattığı bir kimlik olduğunu düşünüyorum. ABD'li siyah atletlerden hem ırksal eşitsizliğin karşısında bir ses olmaları bekleniyor (ki bu talep son derece haklı bir talep olarak görülebilir) ancak bu kimliği sahiplendikleri her an istisnasız bir şekilde cezalandırılıyorlar. Belgeselde gördüğümüz Jordan siyah olduğunun farkında (en nihayetinde kendisine Siyah İsa) diyor. Ancak bu Jordan aynı zamanda beyaz atletlerin hepsinin her zaman ve hiçbir bedel ödemeden sahip oldukları ayrıcalıkları istiyor. Bu yüzden de kimliğini sadece ve sürekli kazanmak isteyen biri olarak kuruyor. Bu da bize psikolojik sorunları olduğunu düşündürtecek kadar bencil bir figür olarak yansıyor. Bir başka deyişle kendi siyah halkını yüzyıllardır sistematik bir şekilde başarısızlığa mahkûm eden Amerikan ırkçılığı Jordan veya birçok başka isme kendilerini kültürel olarak inşa etmek için çok az fırsat veriyor.

* * *

Kendi çocukluk dönemlerime dönüp yazıyı bitirmek ve Jordan'ın bir başka mirası var mı sorusunu sormak istiyorum. 1992 Barcelona Olimpiyatları iyi kötü hatırladığım ilk büyük uluslararası spor olayı. Michael Jordan The Last Dance'de de görülebileceği gibi Rüya Takım ile birlikte buradaki personasıyla basketbolun uluslararasılaşmasının en büyük aktörü. ABD'deki derin ırksal bağlamdan bihaber biz çocukken Jordan'ı insanüstü bir atlet olarak izliyorduk. Türkiye'de basketbolun ana akıma gelmesinde en önemli dönem olarak bu yıllarda yaşıtlarım ve benden bir iki nesil büyük kimseler kitleler halinde basketbola yönelmişti. Başta Petar Naumoskili Efes Pilsen olmak üzere basketbol gençlerin yeni ilgi odağıydı. Aynı dönemde elimizdeki sınırlı imkân ve figürlerle (Murat Murathanoğlu ve İsmet Badem iki önemli isim) NBA basketbolu ve Jordan'ı takip ediyorduk. İlk emekliliğini ilan ettiğinde üzüldüğümü bile hatırlıyorum.

Bu dönemde elbette arka planda Türkiye'de orta ve alt orta sınıfların kent hayatına daha kitlesel ölçekte dahil olmaları ve sınırlı da olsa tüketim kapasitelerinin artması vardı. 1980'lerin sonuna gelindiğinde basketbol Türkiye'de çoktan popülerlikte ikinci sıraya yerleşmişti. Ancak bu enerji ve talebin bir başka kanal veya spora gitmesindense basketbola yönelmesinin büyük nedenlerinden biri de Michael Jordan ve NBA idi. Bugünden bakıldığında metalaşmanın aşırı bir örneği ve gösteri toplumu gibi görülse de o dönemde bu benim neslimin sosyalleşmesinin ve bu sosyalleşmenin kültürel inşasının bir figürü idi. O dönemde ağabeyim Esin Hamdi Dinçer'in elimden tutup beni Tüpraşspor seçmelerine götürmesi, daha doğrusu bunun benim için olumlu bir gelecek olduğunu düşünmesi de Jordan ile mümkündü. Ağabeyim haklıydı da. Yetenek ve sporda herhangi bir geleceğim olup olmamasından bağımsız olarak orada geçirdiğim iki yıl çok şey öğrendiğim, kişiliğime çok şey katan ve hala hatırladığım önemli yıllardı. Bu konuda yalnız olmadığıma eminim. İronik olarak Jordan'ın sahip olmak istediği tarzda bir mirası belki Türkiye'de –ve belki başka ülkelerde de—yakaladığını ancak ABD'de asla yakalayamayacağını gösteriyor The Last Dance. Bir siyah olarak her zaman acımasız bir çifte standarda maruz kalacak. Bu maalesef günümüzde de pek çok siyah figür için geçerli. ABD'de siyahlar Ahmed Aubrey'nin korkunç kaderini paylaşmaktan hiçbir zaman çok uzakta değiller.[2]


[1] Burada özellikle Ronald Reagan döneminde benimsenen ve eşi Nancy Reagan ile özdeşleştirilen Uyuşturucuyla Savaş (War on Drugs) politikasını kastediyorum. Uzun vadede siyahların (özellikle genç erkeklerin) kitlesel olarak hapse atılmasına neden olan bu politika ABD'de son dönemde siyahlara karşı uygulanmış en kapsamlı ve koordineli saldırıdır.

[2] Ben bu yazıyı bitirip teslim ettikten bir gün sonra Minneapolis polisi yine kameralar önünde 46 yaşındaki siyahi erkek George Floyd'u öldürdü. Olay 2014 yılındaki Ferguson (Missouri eyaletinde St. Louis şehrinin hemen dışında) kasabası olaylarına benzeyen bir tepki doğurdu. ABD başkanı Trump olay hakkında çok üzücü dedikten hemen sonra “yağmalama başlarsa ateş açmalar başlar” gibi bir açıklama yapıp protestoculara karşı sert bir tavır aldı. Yakın geçmişteki deneyimler maalesef bu olayın ırksal adalet konusunda ilerleme kaydedeceğine dair umutların yeşermesine engel oluyor. Ancak Trump'ın bu açıklamasının Twitter tarafından şiddeti yücelttiği gerekçesiyle işaretlenmesiyle ABD'de şu anda büyük bir gürültü koparan sosyal medya kararnamesi konusunda tartışmalara referans olacağı kesin.

Yazarın Diğer Yazıları

Yaşlılık krizi: Gerçekten önemsemiyor muyuz?

Huppert'in filminde şeytanlaştırılan bu figürler tarih sahnesine bir kez daha kurtulunması gereken fazlalıklar olarak çıkıyor. Kabul edilebilir tek halleri Marla Grayson'ın duvarında şık bir fotoğraf olan halleri

Ana akım komedinin krizi: Cem Yılmaz sineması üzerine

Pandemi, Türkiye'de ana akım komedinin krizini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu