27 Nisan 2025

Ağır baskı ortamlarının ürettiği sınırsız hayal gücü

Günümüz üniversitelerinde, Türkiye’de hiç değil ama yurtdışında ve hatta Batı'nın o pek hayranlıkla bakılan üniversitelerinde de olmadığını görüyoruz. Sonuçta hepimiz biliyoruz ki yapılar, içinde bulundukları daha büyük yapıların rengine bürünür. Endüstri çağının peşi sıra gelen bilgi çağı da hırs dolu, güç peşinde koşulan, yarışmacı, rekabetçi, başkalarını geriye iterek sivrilme histerisinin çağı

Gülünç bir yasakla karşı karşıya gelirken…

Boğaziçi Üniversitesi’nden ayrıldıktan birkaç ay sonra 27 Mart’ta öğrencilerin çağırdığı bir etkinlik için kampüse girip keyifli bir buluşma sonrası eve döndüğümde hakkımda çıkarılan “giriş yasağıyla” Boğaziçi Üniversitesi kayyım yönetimi, olmayan bir kartı 5 yıllığına pasif hale getirerek en tuhaf durumlardan birine düştü[1]. Bu olay üzerine beni arayan siyaset felsefesi profesörü Nilgün Toker’e yaşananlardaki trajikomediyi anlatınca aslında bu tip hallerin faşizme içkin olduğunu ve bunu aslında çokça unuttuğumuzu söyledi. Bu da bana Charlie Chaplin’in 1940 yapımı “The Great Dictator” filmini hatırlattı. O filmde iki sahne vardır. Birinde süslü püslü, dev bir salonda Hitler, Mussolini ve Stalin balondan bir yerküreyle grotesk bir dans yapar. Diğerinde ise fiziksel benzerliği nedeniyle gerçek Hitler’in (filmdeki adıyla Adenoid Hynkel’ın) yerine geçen Yahudi bir berber, hayranlıktan gözü dönmüş bir kitleye Hitler’in grotesk konuşma ve beden dilinin taklidiyle deli saçması anlamsız bir nutuk çeker. Hakikaten de, güç sarhoşluğuna boğulmuşların aslında bir yanıyla ne kadar gülünç olduklarını hep ara ara hatırlamak gerek.

Kayyım Naci İnci’nin gelişiyle birlikte, Boğaziçi Üniversitesi’nden ayrılanlardan, emekli olanlar dahil, akademik giriş kartları ellerinden alınır oldu. Bu asla yapılmazdı. Mesela emekli hocalarımızın ders vermeye devam etmeyenleri bile her zaman kampüse gelmesi mümkündü, öyle ki 70, 80, hatta 90 yaşlarında bile kampüse gelip öğle yemeği yiyebiliyor, eski dostlarıyla ve daha genç kuşakla sohbet imkânı bulabiliyordu. Geçtiğimiz aralık ayında ayrıldığımda kartımı mahcubiyet içinde alan personeldeki arkadaşlar bana mezun kartı çıkarabileceğimi önerdi ancak bunu reddettim çünkü beni 4 yıllık Boğaziçi Üniversitesi lisansı değil buradaki 22 yıllık akademisyenliğim tanımlıyor. Ayrıca “sakıncalı” gördükleri tüm mezun kartı sahiplerinin de kartlarını istedikleri an “askıya” alıyorlar. Bu keyfi uygulamaya karşı açılan tüm davalar kazanılsa da tekrar tekrar, adeta hukuk sistemiyle alay edercesine kartları “askıya” almaya devam ediyorlar. Boğaziçi akademisyenleri olarak sürecin ta başından beri bu kayyım yönetime karşı açtığımız 200’ün üstünde dava var. Bizlere karşı ve kurumumuza yönelik tüm ihlalleri düzenli olarak raporluyor kamuoyuyla paylaşıyoruz ve bunlara karşı tek tek davalar açıyoruz. Sonuçlanan davaların büyük çoğunluğunu da kazanıyoruz, ancak mahkeme kararları uygulanmıyor. Buna tabii ki şaşırmıyoruz çünkü ülkemizde bırakın siyasetçileri, alt mahkemelerin bile artık AYM kararlarını tanımadığını, bunun yeni bir normale dönüştürülmeye çalışıldığına hep birlikte tanık oluyoruz. Verilebilecek en büyük taviz ise, tüm bunları artık “yeni normal” olarak görmeye başlamaktır. O açıdan ülkemizde 19 Mart'tan itibaren başlayan protestoları tam da bu dayatılan “normalleşmeye” karşı bir hareket olarak görebiliriz.

Aralık 2024’te normal koşullarda yaş haddinden emekliliğime kadar daha 13 yıl ve hatta sonrasında da çalışmayı hayal ettiğim üniversitemden ayrıldım. Ayrılma nedenim, üniversitemde özellikle Ocak 2021’den sonra eksiksiz bir siyasi çökme operasyonu görüntüsü sunan beterliklerin[2] yaşandığı, bir kenenin bir canlı organizmanın kanını emmesi gibi insandaki bilimsel üretim ve yaratma enerjisini yok eden böylesi toksik bir ortamda artık daha fazla kalmak istemeyişimdi. Bu kararı almam yaklaşık iki yılımı aldı. Herhangi bir üniversitede kanımca bir en fazla iki yıl boyunca güçlü bir direniş sürdürülebilir, sonrasında hayatın koşulları içinde direnişin gücü zayıflar. Üniversitemiz böylesi, bizlere zaman zaman Asteriks ve Hopdediks’in hem gücünü hem yalnızlığını hatırlatan bir direnişin beşinci yılına girmeyi başardı. Erdoğan’ın kendisi de nitekim, 207 üniversitenin 206’sı hizaya girmişken Boğaziçi Üniversitesi kendini ne sanıyor diye hiddetlenmişti. 21. yy’da üniversiteleri düşünürken sanırım tam da bu sorunun cevabının peşine düşmeliyiz.

Kurumsal akademi direnmezken direnen akademiyi kurmak

15 Temmuz 2016’da ne olduğunu devletin derin oluşumları dışında kimsenin bilmediği, göz göre göre toplumun geniş kesimlerinin, hele ki seküler kesimlerin yoğun eleştirilerine rağmen AKP iktidarının en önemli ortağı, palazlandıkça palazlanabilen bir Fethullahçılar hareketiyle bağlantılı olduğu düşünülen kanlı olayın ardından ilan edilen bir OHAL rejimi peyda oldu. Bu olayın sunduğu “fırsatla” üniversitelerden sadece Fethullahçı yapılanmalar yoluyla girenler değil, emeğinin hakkıyla girmiş, liyakatli, üniversitenin ne olduğunu bilen ve taşıyabilen yüzlerce başka akademisyen de tasfiye edildi, KHK’larla derdest edildi. Eğer bu akademisyenler hala üniversitelerde olsaydı, İstanbul Üniversitesi’nden diplomalı Ekrem İmamoğlu’nun ağır baskıyla ve üniversite süreçlerini yerle bir eden kanunsuz yöntemlerle diploması iptal edildiğinde sadece o üniversitenin öğrencileri değil öğretim üyeleri de Vezneciler’den yürüyecekti.

Öte yandan Şubat 2024’te akademisyeniyle, öğrencisiyle, Eğitim-Sen’e bağlı çalışanlarıyla ve mezunlarıyla tam da bu toksik ortamın karşısında dört yılı aşkındır verdiğimiz zorlu mücadelenin bir parçası olarak “Direnen Akademi”yi kurduk.[3] Bu yapının amacı, artık üniversitelerde kökü kurutulan özgür akademik düşünceyi dışarıya, kamusal alana taşırmaktı. Görsel olarak da gri bir zeminde yeşeren capcanlı bir çim hattını seçtik çünkü canlı hayat böyledir, koşullar ne olursa olsun yeşermeye bakar, bakmalıdır.

 

Bahar 2024 döneminde tam 18 hafta boyunca Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri olarak her pazartesi günü akşam saat 19:00’da İBB’nin Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü’nün bize verdiği imkânla Taksim’de hem adıyla hem konumuyla bize göre müstesna bir değer olan Sevgi Soysal Kütüphanesi’nde herkese açık bilim dersleri sunduk. Gayet amatör bir websitesi, X ve Instagram sosyal medya hesabı yoluyla derslerimizi her daim güzel ve merak dolu bir kalabalığa sunabildik ve bundan cesaret alarak bu açık bilim serisini 2024-2025 döneminde de sürdürme kararı aldık. Boğaziçi Üniversitesi, büyük bir oy desteğiyle 2012’de rektör seçilen ve ülkemizin ve üniversitemizin en meşakkatli zamanlarında hiçbir üniversite rektörlüğün gösteremediği derecede sağlam ve dik bir duruş sergileyebilmiş olan Gülay Barbarosoğlu’nun döneminde bu açık bilim derslerine başlamıştı. Bir bakıma bu geleneği de sürdürmüş olduk ama tabii artık bağlam bambaşkaydı. Artık üniversitemiz, öğrencilerine, hocalarına, itaat etmeyen personeline ve mücadelemizde el veren mezunlarına eziyet eden bir üniversiteydi. İtiraz etmek önemli ama beterliklerin ortasında her şeye rağmen ve belki bu durumdan ilhamla üretici bir şeyler çıkarmak çok daha önemli.

Direnen akademinin dersleri ve hayalleri

Derslerin, yapay zekâdan matematiğe, ekonomiden siyaset bilimine, sosyolojiden psikolojiye, felsefeye, eğitim bilimlerine, edebiyattan sinemaya, fizikten biyolojiye, deniz mühendisliğinden biyomedikal mühendisliğine, bilgisayar mühendisliğinden endüstri mühendisliğine uzanan çok geniş bir yelpazeyi kapsamasına özen gösteriyoruz. Ve her yaklaşık 1 saat süren dersten sonra yaklaşık yarım saatlik soru-cevaplı oturumlarımız oluyor. 2024 güz dönemiyle birlikte sadece Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri olarak değil, özgür, özerk, demokratik üniversite fikrine inanan tüm akademisyenlerle çoğalmanın değerli olacağını düşündük ve böylece 12 haftalık Güz 2024 dönemimizle birlikte sürekli genişleyen bir katılımcı yelpazesiyle bugüne geldik.

Bahar 2025 dönemimiz 10 Şubat’ta Murat Sevinç hocanın Anayasa dersiyle başladı. O dersteki en güçlü vurgu, kalıcı, hakiki bir anayasanın masa başı yapılamayacağı, hatta masa başı yapılıp “hadi buyurun, evet mi hayır mı” oylamasına da sunulmayacağı, bunun ancak aşağıdan yukarı, yani tüm bir toplumun talebiyle konuşa konuşa, tartışa tartışa, kavraya kavraya kotarılabileceği idi. Derken 19 Mart oldu ve hemen peşi sıra üniversite gençleri akademik boykot ilan ettiler. Cevza Sevgen’in “Shakespeare’in Oyunları: Dünya Bir Sahnedir” açık dersi tam da bu boykot haftasına denk gelmişti ve tabii ki dersi iptal etmedik çünkü ortaya çıkış nedenimiz hizalanmış, suskun akademiye karşı ses vermekti. Hava kötüydü ama salonumuz yine doluydu ve gençler de yine gelmişti. 14 Nisan dersimizde ise iğne atılsa yere düşmeyecek, yerlerde çömelmiş gençlerle dolup taşan bir kalabalık vardı. O günün açık dersi, Fatmagül Berktay’ın “Kötülüğün Sıradanlığı Ne Kadar Sıradan?” başlıklı dersiydi, yani Hannah Arendt’ti konusu. O derste duyduğumuz her cümle bize neden burada olduğumuzu hatırlattı. Bu dönemi de yine birbirinden farklı içeriklerle 16 Haziran’da Cemal Kafadar hocanın İstanbul’un tarihi bostanlarına dair dersiyle tamamlamayı hedefliyoruz. Bir cins arşiv oluşturması için derslerin video kayıtları da alınıyor, bu kayıtlar hem YouTube kanalımızda hem WordPress sitemizde herkesin erişimine açık.

Hayallerimize gelecek olursak, ülkemizin türlü baskı rejimleri altında nasıl ki her zaman bir yerlerde bir şeyler her şeye inat yeşertildiyse, mesela akademisyenlerin, sanatçıların, yazar çizerlerin kurduğu 1980’lere ve 90’lara damgasını vurmuş BİLSAK (Bilim, Sanat ve Kültür) ve BİLAR (Bilim Araştırma) yapıları[4], Fikret Başkaya’ların yine 1990’larda kurduğu ve hala devam Özgür Üniversite oluşumu, bunların benzerlerini sonraki yıllarda da hep gördük. Mesela 2007’de Ali Nesin’in kurduğu Nesin Matematik Köyü, hemen Gezi’den sonra 2014’te gençler tarafından kurulan Köstebek Akademi, 2017 ve sonrası yüzlerce barış akademisyeninin mesnetsiz şekilde üniversitelerdeki öğrencilerinden koparılmasıyla bir araya gelip ülkenin bir ucundan diğer ucuna kurdukları onlarca Dayanışma Akademileri, 2021’de yine gençler tarafından kurulan Göçebe Düşünce Derneği, 2024’te akademisyenler tarafından kurulan Bilimler Köyü ve yine 2024’te özgür, özerk, demokratik üniversiteler için açık bilim düsturuyla Boğaziçi Üniversitesi’nin direnen akademisyenleri ve mezunları olarak başlattığımız ve hemen ardından öğrencilerin ve sendikamızın da katılımıyla yürütmeyi sürdürdüğümüz Direnen Akademi.

Direnen Akademi oluşumu olarak şimdi de üniversitelerin mekanik, kuru ve donuk ortamında artık imkânsız olanı yapmanın hayali içindeyiz: bizlere farklı disiplinler olarak dayatılan sisteme inat, bilimin ayrı tutulan alanları birleştirmek. Hâlihazırda İstanbul’da üniversitelerdeki gayrı akademik ortam nedeniyle gereğinden erken emekli olmuş veya ayrılma imkânı olmasa da yeni arayışlar içinde olan birçok iyi yetişmiş akademisyen var. İşte tüm bu dokumuzla mesela kavram atölyeleri kurmak istiyoruz. Diyelim ki “özgürlük” kavramını alıp bunu farklı birçok alanın hocası olarak hep birlikte gençleri de yanımıza alarak felsefenin, siyaset biliminin, sosyolojinin, psikolojinin ve edebiyatın gözlükleriyle anlamak ve yoğunlaşmak istiyoruz. Bunu da para karşılığı veya puan toplamak ve toplattırmak için değil, insan halimizle içimizde içkin olarak taşıdığımız öğrenme merakıyla yapmak istiyoruz. Telaşla bitirilmesi gereken bir müfredatın içinde hapsolmamış böyle bir ortamda, öğrenme sadece hocadan öğrenciye değil, hocadan hocaya ve aynı şekilde öğrenciden hocaya da akan bir şey olabilecek umudundayız.

Üniversitelerde eğitim: 150 yıldır aynı?

Üniversitede akademisyen olmanın çok tuhaf bir özelliği var. Doktoranızı yaptığınızda ilginç bir şekilde bir araştırmacı ve eğitmen olarak gireceğiniz yapıya dair hiçbir şey öğrenmiyorsunuz. Oysa bir okulda çalışan bir öğretmen bu kurumun amacını net olarak bilir. Keza bir fabrika işçisi çalıştığı yerin amacını net olarak bilir. Ama üniversitede çalışan bir akademisyenin üniversitenin aslında tam ne olduğunu bildiğini sanmıyorum. Ben açıkçası bilmiyordum. Evet, tıp, hukuk, mühendislik gibi kimi alanlarda maksat gençleri bir meslek için yetiştirmek ve o mesleklere ek katkıda bulunmak ama peki ya diğer bölümler neden vardır? Peki üniversite gerçekten akademisyenin hem ders verdiği hem araştırmalarını yaptığı, yani “kendi işini yaptığı” bir yer midir?

Kurumumda 22 yıl boyunca çalışırken yavaş yavaş, üniversitemin güçlü tartışma ortamının da yardımıyla üniversitenin kendine has yapısını sezmeye başladım. Bugün vardığım nokta, gerçek bir üniversitenin, herkesin kendi işini gördüğü bir yer olmasının aksine, özgür, özerk, demokratik bir yapı içinde herkesin birlikte düşündüğü, birlikte merak ettiği ve birbirini merak ettiği, birlikte ürettiği, daha önce düşünülemeyenin düşünülebildiği, yoğun analiz kadar yoğun sentez denemelerinin yapılabildiği yaratıcı bir uzam-zaman olması.

Bu bakışın günümüz üniversitelerinde, Türkiye’de hiç değil ama yurtdışında ve hatta Batı'nın o pek hayranlıkla bakılan üniversitelerinde de olmadığını görüyoruz. Sonuçta hepimiz biliyoruz ki yapılar, içinde bulundukları daha büyük yapıların rengine bürünür. Endüstri çağının peşi sıra gelen bilgi çağı da hırs dolu, güç peşinde koşulan, yarışmacı, rekabetçi, başkalarını geriye iterek sivrilme histerisinin çağı. Hayatın bir paradoksu olarak ChatGPT/deepSeek gibi milyarlarca veriyle beslenme şansına sahip yapay zekâ modelleri o açıdan bu sistemin belki de altını oyacaktır çünkü okullarda öğrencilerden varolan bilginin harmanlanmasının ötesi istenmediği müddetçe öğrenciler tabii ki bu modelleri kullanacak.

Buna karşın yaratıcı eylem çok farklı koşullara ihtiyaç duyar. Bol bol boş vakit talep eder, aylaklık zamanlarına, doğa içinde yürüyüşlere ihtiyaç duyar. Hepimiz biliriz ki her doğan sağlıklı bebek çevresine merakla doludur. Ve yine hepimiz biliriz ki bu içkin merak, yarışmacı örgün eğitimin korkunç çarkları içinde yavaş yavaş yok edilir. Henüz insanın yaratıcı düşünme becerisini anlamış değiliz. Ne ilginçtir ki yaratıcılık konusu, bilişsel psikolojinin en zayıf olduğu alandır. Ve yapay zekâ modelleri de nihayetinde bize “sıklık prensibi” üzerine kurulu (yani en sık kayda geçenler üzerinden bilgi üreterek) vasatın harmanını sunar.

İlginç bir çağa girdik. Kimi şirketler artık üniversite diploması aramamaya başladığına göre bu akademi için ağır bir prangadan kurtulma fırsatı olabilir. Bilginin artık böylesi rahat erişebilir olduğu bir çağda sınav yapmanın anlamı kaldı mı? Yapay zekâ modellerinin böylesi iyi metinler, hatta sıradan bilimsel makaleler dahi yazabildiği bir dönemde bizim hedeflememiz gereken bunun çok ötesi olması gerekmez mi? Hırslanmak manasında değil, tersine, hepimize içkin olan ama bize kaybettirilmek istenen o merak dolu, yaratıcı tarafımızı tekrar bulmak için. Bunu bulduğumuzda belki artık antidepresanlara gerek kalmayacaktır. Yaratıcı bir eylemde bulunan, hele ki başkalarıyla birlikte yaratıcı bir eylemde bulunanlar bilir, tadına doyum olmaz, öyle bir tattır ki bu tüm bedeni, ruhu sarar. Bunun neden olduğunu henüz anlamış değiliz ama koşulsuz öyle bir deneyimi yaşatır. Belki yaratıcı eylem daha önce öngörülmemişi ortaya çıkardığından, kim bilir. İşte bunu bizden aldılar ve şimdi bunu geri almanın zamanı.


[1] https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/bogazici-universitesinden-doc-dr-esra-mungana-5-yil-kampus-yasagi-2313814

[2] Örneğin;

- Öğrencilerin her protestosunda çevik kuvvet dahil polisin kampüse getirilmesi, öğrencilerimizin sayısız polis şiddetiyle ve kayyım yönetimin pervasızca açtırdığı disiplin soruşturmaları ve hatta asliye ceza davalarıyla ağır şiddete maruz kalması;

- 4 Ocak 2021’de başlayan öğrenci protestolarıyla birlikte o günden bu yana ana kampüsümüzün üst kapısının hemen dışında 7/24 elinde uzun namlulu silahlarla duran polislerin konuşlanması, oysa o polislerin mafyaların cirit attığı yerlerde o şekilde konuşlanmalıydı, sonuçta burası bir üniversite, silahların ve şiddetin değil düşüncenin ve sorgulamanın yeri;

- Durmaksızın özellikle 2022’den itibaren vasfı yetersiz kişilerin kayyım yönetim ve arkalarındaki operasyon ekibi tarafından gayet kasti olarak birimlerimize tepeden öğretim üyesi olarak atanmaları;

- Vasıflı hocalarımızın mesnetsiz nedenlere işlerine son verilmesi, hak ettikleri konferans veya araştırma yılı görevlendirmelerinin veya yükseltmelerinin yapılmaması;

- Birimlere alınmak istenen yüksek liyakatli ve bağımsız bir akıl çizgisine sahip kişilerin alımı için tepeden inme bölümlere getirilenlere karşı “dava açmama” pazarlıkları yapılarak, bu şantajları kabul görmediğinde, hatta kabul gördüğünde bile, bu doğru ve dürüst akademisyen alımlarının engellenmesi;

- Birbirinden parlak, yaştan veya daha erken emekli olmuş hocaların derslerinin kapatılması, hatta kampüse girişlerinin yasaklanması vesaire vesaire.

[3] https://direnenakademi.wordpress.com/

[4] https://t24.com.tr/yazarlar/orhan-tekelioglu/mustafa-kemal-agaoglu-ile-yeni-bir-hayat-tarzinin-insasi-bilsak-ve-otesi,28468 ; Bu inanılmaz değerli iki oluşuma dair bir Vikipedi maddesinin olmaması büyük eksiklik. BİLAR hakkında ekşi sözlükte şu bilgi var:

90'larda fransız konsolosluğu'ndan hemen sonraki binada faal bir kurumdu. hatırladığım kadarıyla siyaset, psikoloji ve felsefe konuşmaları yapılıyordu. konuşmacılarından ismail beşikçi, iskender savaşır ve ahmet soysal aklımda. dinleyicilerden de "uçan hollandalı", yaşar çabuklu, arada ece ayhan, ayrıca ben dahil bir sürü meraklı, deliler, hınçlılar, öğrenciler... girmesi, kalması ve çıkması güzeldi. bence açlık bayrağıydı.

Yazarın Diğer Yazıları

"Sessiz kahramanlar"

Yolların Başlangıcı'nda bir hayalperest veya bir misyoner, bir Bektaşi ve bir caminin arka sokağı…

Üniversite nedir? Bilim nedir? Bilimsel özgürlük nedir?

Üniversitenin olmazsa olmazı özgür, eleştirel düşüncedir, o kadar ki bu olmadan gerçek anlamda çığır açan bir bilgi üretimi imkânsızdır. Bu ne yazık ki çokça ıskalanan veya hafifsenen bir şey

Bir kurum yıkılırken: Örnek bir vaka olarak Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü

Evet, hakkımızı helal etmiyoruz. Kurmak zor, yıkmak an meselesi, yazıklar olsun

"
"