10 Mart 2024

Sabâ Altınsay: Bir insanın gerçekten ne kadar iyi olduğunu anlamak için kötülüğünde görmek lazım

"Ben affetmenin mümkün olmadığını düşünürüm. İçindeki yarayı uyutmayı becermek, affetmek olabilir ancak. Temize çekmek mümkün değil. Gönül kanamışsa onu nasıl yok sayabilirsin? Bu fena kandırmaca. Ama uyutayım gönlümü, hiç olmazsa kanaması dursun. Deşmeyeyim, ikide bir kabuğunu yolmayayım. Öyleydi, öyle kalsın ve bedel almaya kalkışmayayım. Bu da iyiliğin karatlarından biri işte. Affetmek, kelime anlamıyla affetmek değil aslında; bağışlamak değil, unutmak hiç değil; oldu ama ben yaramın kanamasına izin vermiyorum demek"

İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir kıyı kenti... Kadınların hayranlık duyduğu hovarda Cihan Nedim... Âşık olduğu hayat kadını Mercan... Zorba yüzbaşı İrfan... Yoluna çıkan herkesin hayatını değiştirmeye çalışan Behice. Öyle ki bu kadının gücü alın yazısını bile aşacak, hatta yazının kendisi olacaktır.

Sabâ Altınsay'ın "Benim Hiç Suçum Yok" romanı yeni baskısıyla Düşbaz Yayınları'ndan yayımlandı. Yazarın ikinci romanı. İlk romanı Krimitu: Girit'im Benim, üçüncüsü ise Faili Malum. Sabâ Altınsay, yeni tanışmamıza rağmen sıcacık tavırları ve edebiyata dair güçlü yorumlarıyla beni büyüledi. Hayattaki seçimlerimiz, iyilik, kötülük, adalet, ceza gibi kavramları sorguladığı romanı üzerinden yazarlık kariyeni, Oruç Aruoba ile dostluğunu, kelimelerin gücünü ve hayatın iniş, çıkışlarını uzun uzun konuştuk. Çok etkilendiğim ve herkese önerdiğim bir yazar. Mutlaka ama mutlaka okuyun…

- Klasik üslupla yazılmış "Benim Hiç Suçum Yok" muhteşem. Postmodern romanın "Faili Malum" ise çok çarpıcı. Bir çırpıda büyük heyecanla tüm romanlarını okudum. Sabâ Altınsay'ı daha yakından tanımak istiyoruz. Yazar yolculuğun nasıl başladı?

Yazı, çocukluğumdan beri hep benimleydi. İçinizde yazarak anlatmak gibi bir dürtü varsa, ki bu dürtüye belki de kabiliyet diyoruz, o hep seninle gelir daha doğrusu yakanı bırakmaz. Yakamı çok erken eline geçirdi. 20'li yaşlarıma geldiğimde, o çocuksu metinler, başkalarının hikâyelerine dönüşmeye başladı. Yazarlığın ilk adımı, kendini anlatmaktan vazgeçmek ve başkalarını anlatmaktır. O zaman yazmayı öğrenmeye başladım. Yazmak; iyi, akıcı, anlamlı metin yazmak öğrenilebilen bir şeydir. Edebiyat yazmak ise öğrenilmez; varsa var, yoksa yoktur; yetenektir. Bunların ayırımını, ikisinin bende var olduğunu ilk Oruç Aruoba serdi önüme. Rahmetli Oruç ile çok yakın aile dostuyduk, birbirimizi severdik. Oruç'tan çok şey öğrenmişliğim vardır. 

- Oruç Aruoba benim için tartışılmaz en iyidir. Ve o tadı aldım senin romanında.

Sahi mi söylüyorsun? Çok sevindim. O zaman son romanım "Faili Malum"da daha çok hissedebilirsin bunu. Postmodern olduğunu düşündüğüm bir roman o. İç akışlar, dış akışlar, zaman sıçramaları, mekân kayıpları, cinnet eşikleri filan… 

"Kelimelerin gölgeleri var; onları da giyinmek gerek"

- Benim Hiç Suçum Yok, ikinci romanın. Düşbaz Yayınlarından yayımlandı. Bir dönem romanı. Karakterlerin, okuyucuya verdiğin duygu, akıcılığın muhteşem. Bu hissi romana yansıtmayı nasıl başardın?

Yazarken metne "dur" dediğim yer ile, okurun "dur" dediği yer, tamı tamına örtüşüyor. Hem okur oluyorum hem yazar. Tuhaf bir his, kendiliğinden olan bir şey. O zaman bir bakıyoruz ki hakikaten akıcı bir metin olmuş. Duyguyu metne geçirmek ise şöyle galiba: Orhan Pamuk'un bir sözü var: "Yazarlık, kendini ötekinin yerine koyabilmektir". Aslında bu kadar net ve basit. Kimi insanlarda empati yeteneği fazladır. Çocukluğumdan beri bende empati fazlası vardı. Dünyanın bütün acılarını omuzlarınızda taşıyorsun ve bu çok zorlu bir duygu. Yapacak bir şey yok; böyle yaratılıyorsun, bununla doğuyorsun. Kendini ötekinin yerine koyabilmek, dünyada ne kadar duygu varsa giyinebilmek demek. Kadının, erkeğin, çoluğun, çocuğun, hayvanın, yaprağın; artık neyse... Fakat bu yeterli değil. Kelimelerin gölgeleri var; onları da giyinmek gerek. Kelimeyi gövde diye düşünürsek, o gövdeden yan anlamlara uzanan o kadar çok kol çıkar ki şaşırırsın. Her birini içinde hissedersin. Kollar, gövdeler, hisler, onu giyin-bunu soyun derken kelimeler ve duygular birbirini tamamlar. Böylece roman olur. Bence böyle.

"Soru şu: Başka türlü nasıl davranabilirdim; çünkü her zaman başka bir seçenek vardır"

- Romanın ana çıkış noktası yaşamımızı değiştiren tesadüfler. Olaylar bir kazayla başlıyor ve hayatlar birbirine geçiyor. Tesadüf diye bildiklerimiz kader mi? Kader mi seçimlere götürüyor; seçimler mi kadere götürüyor?

Kaderci bakmamak için kendimi tutuyorum doğrusunu istersen. Aklımı bir şekilde yanımda tutmaya çalışıyorum. Çünkü seçerken bir bilincimiz var. Soru şu bence: Başka türlü nasıl davranabilirdim? Çünkü her zaman başka bir seçenek vardır. Benim Hiç Suçum Yok'ta baba anneye diyor ki "Behice! Başka türlü davranabilirdin." Onun için zor bir soru bu. Cevap: Bilmiyorum.

- K.'nın vurgulayıcı yorumları insanı derin bir sessizliğe gömüyor. K. için ilahi adalet ya da kader diyebilir miyiz?

Evet, diyebiliriz. "K" kaderin baş harfi. Dolayısıyla sanki bize yukarıda seçenekler sunan bir merci var. "K" öyle bir merci. Sunulan seçenekleri, sen aşağıda şöyle ya da böyle seçersin.

- Peki yukarıdaki seçenekler sınırlı mı?

Hayır, sonsuz. Sonsuz seçenek sunuyor bize yukarıdaki K. Ve bizim de sonsuz kadar seçme ihtimalimiz var. 

- Romanın ana karakteri Cihan Nedim olarak gözükse de başrol kesinlikle kadınlarda. Behice-Kadriye ve Mercan. Birbirinden ölesiye nefret eden bu kadınların ortak özellikleri nedir?

Behice ve Kadriye'nin ortak özellikleri nefret duygusu oysa Mercan'da nefret yok. Kadriyeyle Mercan'in ortak özelliği ise teslim olmuş olmaları; bu defa Behice Hanım'da teslimiyet yok. Tümünün ortak olduğu şey ise erkeklerden gördükleri acılar. Romanda anne Behice'nin acısını çok deşmeden koydum. Romanı bambaşka bir yöne sürüklemesin diye. Ancak çok derin bir acısı ve öfkesi var onun.

- Romanda bir kadın daha var. Cihan Nedim'in çocuğunu doğuran ve yok olan kadın: Nedime

Babasız çocuk doğuran bir kadın işte; kaybolup gidiyor. Yıllar sonra ablası, Cihan Nedim'e nasıl diyorsa ki "babasız çocuk büyütemem," o gariban Nedimecik, üstelik tek başına, babasız çocuk büyütmeyi göze almış biri. Oncağızın da hakkını yemeyelim derim.

"Sırf aşk bile büyütür insanı, sırf aşk bile"

- Sevgilisinin koynundan annesinin kucağına koşan, kadın ruhu tamircisi Cihan Nedim. Aslında Cihan Nedim her yerde ve her ortamda. Büyümeyen iyi kalpli bir çocuk. Ya da annesi tarafından büyümesine izin verilmeyen bir çocuk. Eğer K. oyununu oynamasaydı yine de aynı son yaşanır mıydı? Annesiyle bağımlı ilişkisini bitirebilir miydi?

Bence yaşanırdı. Çünkü, bir şekilde insanlar büyürler. Hayatı buzdolabında gibi, her şeyden, annelerden, babalardan, ondan-bundan soyutlanmış şekilde yaşayamayız. Hayat bir yerde karşımıza çıkar. O "K" dediğimizin sayesinde. O sunar, biz tercihler yaparız ve büyürüz. Cihan Nedim de kalamazdı böyle. Mutlaka olacaklar olurdu. Sırf aşk bile büyütür insanı, sırf aşk bile. Bu "bile" aşka haksızlık mı oldu şimdi, vallahi bilemedim. (Gülüyor.)

- Yüzbaşının "kapatması" hayat kadını Mercan tecavüze uğruyor. Ancak o hayat kadını ya, bu yüzden normalmiş gibi sürüyor hayat. Hâlâ yaşanan bir dram. Aynı şey eşler için de geçerli. Bu kabulün sebebi ne?

Mercan, hayat kadınlığına tecavüzün dahil olduğunu düşünüyor, kabul ediyor; bu ilk değil ki. Eğer bağımsız bir kadın olarak tesis etmediysen kendini, bu durum birçok kadının hayatında var hatta bağımsız olsan bile var. Yok mu? O boşanma aşamasında öldürülen kadınlar, her gün duyduğumuz kadınlar, o evliğin içinde hiç mi tecavüze uğramadı sanıyoruz? Evlilik tecavüzün aklandığı yerdir; bilmiyor muyuz? Sadece evlilik mi? Birçok "bünyede" erkekten gelen her zulüm kabul edilebilir, katlanılabilir, olabilir görülebilir, korkulup susulabilir. Mercan'ın kabulünün de en üst noktasında bu var. Kadriye'de de var. Buna çaresizlik diyoruz.

- Kadriye romanda sevdiğim karakterlerden biri. Evlilikle birlikte yaşadığı çilehaneden başka bir çilehaneye kaçıyor. Neden anne Kadriye'yi sevmiyor? Ağır darbeli bir anne kız ilişkisini görüyoruz.

Nefrete dönüşmüş bir ilişki o. Anne, o küçücük çocuğunu duvarlara çarparken Kadriye tanık oluyor. Anne Behice öfkeleriyle, acılarıyla, ailesinde yaşadığı bütün dertlerle birlikte romana giren tahammülsüz bir kadın. Nasıl olmasın ki onun yaşadıklarına canlar dayanmaz aslında.

"Fail tanığını sever mi, tanık faili sever mi?"

- Anne Behice kaderi bile değiştirecek kadar güçlü ve kudretli olduğunu düşünüyor.

Evet. O kadar canı yanmış bir kadın ve o kadar öfkeli. Kadriye'den sonra doğmuş olan küçük çocuğuna da tahammülü yok. Ölümüne sebep oluyor. Kadriye maalesef bu cinayetin şahidi. Hem anne hem de kızı Kadriye, birbirleri için nefret nesnesi oluyorlar. Fail ve tanık ilişkisi. Fail tanığını sever mi, tanık faili sever mi?

- Anne-gelin-oğul üçgeninde en çarpıcı söz Mercan'dan Behice'ye geliyor. "Unutmayasın ki oğlunu çoktan doğurdun; rahmini kapat artık." Behice neden oğlunu paylaşamıyor? Bağımlı, hastalıklı anne oğul ilişkisinden söz edelim mi?

Anneler, hatta Orta Doğu'nun anneleri, rahimlerini kapatamazlar. O rahim, başka bir çocuk doğurmak üzerine mi, doğrulmuş olanı yeniden doğurmak üzere mi kapatılmaz bilmiyorum. Belki de devamlı aynı çocuğu doğururlar, hep doğum yapar bu coğrafyanın anaları. Dolayısıyla o çocuğu bir türlü bırakamazlar. Çünkü kendi varlığı onunla tanımlanır. Umumiyet üzerinden konuşuyoruz tabii. İnsanın iç hissi üzerinden. Böyle bir anne, doğurmaktan vazgeçtiği, rahmini kapattığı anda kendi yok oluşuna da yürümeye başlar. O yüzden buna katlanamaz. Annelik meşakkatli bir duygu. Mütemadi bir duygu. Bence ölümden sonra bile devam eden bir duygu. En azından bildiğimiz kadarıyla, ölüme kadar devam eden. Hangi aşk ölüme kadar devam eder? Ama annelik ediyor. Çok trajik bir şey bu. İnsanı kendinden geçiren, yakan, tüketen bir duygu ve fakat onunla var oluyorsun. Trajik demem ondan.

- Behice'nin Mercana kızgınlığı oğlunu paylaşamamak mı yoksa küçük yaşta babasının tecavüzü nedeniyle yaşadığı öfke mi?

Birden çok sebebi var. Tek bir sebep öne süremeyiz burada, bütünden çıkarımlar yapmamız gerekebilir. Fakat şu da var: Behice gelinini kendi elleriyle seçseydi daha masumca, daha sakince kabul edebilirdi onu. Lakin o kadın, oğlunun seçtiği, annesine sormadan seçtiği bir kadın; bu bir. İkincisi ise o bir fahişe. Behice gibi bir kadın tarafından bunun neresi kabul edilebilir ki? Bu kadını Behice seçseydi; onu mu seçerdi? Yoksa oğlunun hiç evlenmemesini mi tercih ederdi?

- Romanın yaratıcısı Sabâ Altınsay ne der bu duruma?

Cihan Nedim'in dizinin dibinden ayrılmasını istemezdi bence. En azından geciktirirdi, çeşitli sebeplerle. Çok var böyle.

- Sürpriz son. Asla spoiler vermeyeceğim ancak evin babası Hikmet'ten bahsetmek istiyorum. Onu hayatın bu zorlu yolunda susturan, konuşturmayan hatta sağır eden nedir? Neden bunca kötülüğe ses çıkarmıyor?

Baba Hikmet Efendi, kendi kendini sağır etmiş bir adam. Farkında olmadan kendisine zarar veren biri. Böyle biri ya kendini ya başkasını yok eder. Veya ikisini birden. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar bu sonu geciktirmeye çalışıyor. Hep geciktiriyor, hep erteliyor, hep başka yerlere savuruyor. Üstünü örtüyor, bilmezliğe geliyor. Yanılsamalarla kendisini de hayatı da başkalarını da kandırmaya çalışıyor. Esas sorun, bildiği sonu geciktirmek. 

"Kurban rolüne girmek kolaydır"

- "Kendine acımak iyi değildir. Birine acıdın mı masum sayarsın. İnsan hem masum görecek hem düşman olacak kendine? Aklın kesiyor mu?" Benim de aklım kesmedi. Senin kesiyor mu Sabâ? Diğer taraftan da kendimize fazla sert olmaz mıyız?

Kendine acıdın mı evet; masum sayarsın. Daha doğrusu bahaneler yaratıp kendini haklı görür, başkalarını haksız bulursun. Kurban rolüne girmek kolaydır. Becerebilirsen, kendinle yüzleşmek lazım. Nasıl peki? Az önce konuştuğumuz, kendini karşındakinin yerine koyarak. O da olmuyorsa, kendine ve ötekine başkasının gözüyle bakarak. Soyutlama diyorlar ya o işte. O zaman yüzüne ayna tutabilirsin, sadece kendine değil, her şeyi aynadan seyredebilirsin. Gördüğün hoşuna gitmeyebilir üstelik. O yüzden çok zor bu, hatta dünyanın en zor şeyi bence. Öğrenmek gerek, çalışmak gerek, öğrendiğini habire tekrarlamak gerek. Bunu yapabilirsek evet yüzleşebiliriz kendimizle. Yapabilirsek…

"Kendine karşı adil olmanın bedeli var, bedel yoksa adalet yoktur"

- Sen yapabildin mi?

Denedim. Biraz önce "kendimize fazla sert olmaz mıyız" dedin ya; evet, fazla sert oluyor. Yüzleşmek her baba yiğidin harcı değil. Yüzleşmeden sonra, o aynalarda ne var-ne yok gördükten sonra hüzün kalıyor geriye, üzülüyorsun, canın yanıyor. Kızgınlık değil can acısı, keder. Buna katlanmak zor. Fakat adalet de bundan başka bir şey değil biliyor musun; aynada kendin kadar ötekini de görüyorsun, ya da onun tersi. Sonuç: İç acısı ve fakat adalet. Kendine karşı adil olmanın bedeli var. Bedel yoksa adalet yoktur.

"Herkes kendinden sorumlu, kendisiyle baş başa"

- Hadi anlat bize biraz, nasıl?

Aynadaki sen ve öteki(ler) gayet tarafsız şekilde ayna tarafından yargılanıyorsunuz. Ayna diyor ki "sen böyle yaptın." Sonra diğerine dönüyor, ona da "sen de böyle yaptın" diyor. Dikkatini çekerim, şu anda burada kurban yok, tek taraflı bir şey yok, ayna bütün taraflara eşit konuşuyor." Hımm" diyorsun, "öyleyse benim hatam şuydu, onunki de buydu. Kim kimden özür dileyecek?" Ayna duraklıyor, ne desin şimdi? "Onu sen bilirsin" deyip işin içinden sıyrılıyor. Hadi bakalım. Seç! İşte adalet burada. Sen, kendi payına düşen için özür dileyebilirsin; bu senin kendine karşı adaletindir; bedelini böylece ödersin. Zordur ama iyidir. Daha mutlu, daha huzurlu bir insan olursun bunun sonunda, kendini seversin. Ya öteki? Senin özrün karşısında "kazandım" rollerine girerse, zaten haklı olan bendim" tavırlarına bürünürse, kibir abidesi olursa? İşte burada ona hiç aldırmayacaksın. Herkes kendinden sorumlu, kendisiyle baş başa. İkinci adalet de budur. "Eyvallah" der, içinde kavuştuğun huzurunla yoluna devam edersin. Hepsi bu kadar. Becerebilirsek. Bunlar "bence" düşünceler.

- Karakterlerde kendini yansıtıyor musun?

Tabii ki. Her yazar karakterlerinin bir yerinde vardır.

"İnsan kötülüğüyle tartılır"

- İnsanı insan yapan kötülükleri midir? Tanrı bütün kötülüklerin sığacağı kadar büyük mü?

Evet. Buna inanıyorum. İnsan kötülüğüyle tartılır.

Kötülük yaygın, keskin ve kesif. Kötülüğün gücünü birimle değerlendirecek olursak, kötülük 10, iyilik 1. İnsanı iyiliğinde tanımak şöyle olmalı: Rağmen iyilik. İyilik rağmensiz ise kolaydır. Açları doyur, sadaka ver, yardım yap. Elbette ama bir dakika; "rağmen" nerede? Yani biri sana haksızlık ettiğinde iyi kalabiliyor musun? Kalmalı mısın? Kalkıp zarar vermekten, kötülüğü kötülükle ödetmekten bahsetmiyorum; öfkeni yenebiliyor musun, aldırmadan yoluna devam edebiliyor musun, ilişmeden arkanı dönebiliyor musun? Ya da kin biriktirmeden? Bu seninle ilgili kısmı.

Ötekisi ise insan terazisi. Bir insanın gerçekten ne kadar iyi olduğunu anlamak için kötülüğünde görmek lazım. Hepimizde ikisi de mevcut. İyi dediklerini dedikodu yaparken gör, kandırırken gör, gerçeği çarpıtırken, hep kendine yontarken, hep haklı çıkarken, alay ederken, yalan söylerken, küçümserken, kin tutarken, can yakarken, suya-sabuna dokunmazken, kaçarken gör. Binlerce yolu var. Gör ve öyle karar ver.

"İçindeki yarayı uyutmayı becermek affetmek olabilir ancak"

- Kötüler ya da kötülükler affedilmeli mi?

Hayır. Mümkün değil. Ben affetmenin mümkün olmadığını düşünürüm. İçindeki yarayı uyutmayı becermek, affetmek olabilir ancak. Temize çekmek mümkün değil. Gönül kanamışsa onu nasıl yok sayabilirsin? Bu fena kandırmaca. Ama uyutayım gönlümü, hiç olmazsa kanaması dursun. Deşmeyeyim, ikide bir kabuğunu yolmayayım. Öyleydi, öyle kalsın ve bedel almaya kalkışmayayım. Bu da iyiliğin karatlarından biri işte. Kelimelerin gölgesi vardır dedim ya affetmek, kelime anlamıyla affetmek değil aslında; bağışlamak değil, unutmak hiç değil; oldu ama ben yaramın kanamasına izin vermiyorum demek. Kısacası hiçbir şey başkalarıyla ilgili değil, her şey kendimizle ilgili.

- Peki yeni roman ne zaman?

Eyvah. (gülüyor) Çok heyecanlandım.

19. yüzyılın ilk yarısı, İran. Tahire adında bir kadın var. Tahire, İslam'ın içinde bir kadın olarak kendi varlığını sorgulayan ilk kadın. Sonunu tahmin edebilirsin. Tahire'nin hikâyesini yazıyorum. Önümüzdeki yıl okuyucuyla buluşacak…

- Oruç'la olan dostluğunuzdan bahsedelim mi?

Çok eskiye dayanır.

- Yazılarına dair nasıl yorumları vardı?

Oruç'la neredeyse aile dostuyduk diyebilirim. Oruç az konuşurdu. Ben ona hikâyelerimi okurdum. Bana şunları söylerdi: "Okura arkanı dön, asla yüzünü dönme. Okurun ne istediği ne beklediği seni hiç alakadar etmez, sen bir yazar olarak kendi yolunda ne istediğini bilecek ve onu göze alacaksın" demek isterdi. "Sever, beğenir, okur, okumaz, o senin sorunun değil. Senin sorunun yazmak, senin işin yazmak. Ve buna karar verecek olan sadece sensin." Bunu hiç unutmadım.

Yazabildiğimi, edebiyat yazabildiğimi ilk söyleyen oydu bana. Edatlara önem verirdi. " İle, ve, kadar, bile, eğer… aman bunlar baş belasıdır, "gibi"ye dikkat et" derdi ki ben çok kullanırım; alegorilerden dolayı.

- Esas öğretmenin Oruç Aruoba..

Evet, evet. Derdi ki; "Kelimelerde ve cümlelerde gizli işsizler vardır. Konuşurken fark etmeyiz ama okurken ederiz. Dikkatsizce kullanırsan takır takır bir metin çıkar ortaya. Akıcılığı kaybolur, metin sürçer. Gizli işsiz dediğin, o kelimeyi koymak ve çıkarmakla cümlenin anlamında değişiklik olmuyorsa işte odur." Şöyle, mesela: Eğer sinemaya gidersen seninle gelirim. "Bul bakalım" derdi bana. Şimdi hadi çıkartalım eğer'i: Sinemaya gidersen seninle gelirim. Değişti mi, hayır. Gizli işsiz orada işte. "Kullanırsan bilerek, farkında olarak kullan" derdi. Gençlere ben de böyle anlatıyorum şimdi. Oruç'la hep görüşürdük, konuşurduk. Bana desteği çok kıymetlidir. Nurlarda uyusun.

 

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejeleri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'de Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı.Oksijen gazetesinde de röpörtajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Bozkurt: Tanpınar edebiyatımızın hastalıklı "baba" figürlerindendir

"Hep acemi kalmış, sürekli öğrenme arzusuyla yanıp tutuşan, hep yeni sesler ve dünyalar arayan bir şairin dünyası için "ustalık" ne kadar köhne bir sözcük. Turgut Uyar hep acemi kaldığı için ve usta olamadığı için hep büyük şairimiz olarak kalacak"

Fem Güçlütürk: Bitkilerle ilgilenmek, ne almaya hazırsan onu veriyor sana; hayat gibi

"Bitki, dekor parçası değil bir canlı. Sadece görüntüyü kurtarmak, ya da gösteriş için bitki alma"

Erkeğin çileli yolu: Gece hayatı

Pavyonlar ve gazinolar, AKP’nin Türkiye’ye yaşattığı neo-liberal dönüşümle birlikte altın çağını yaşadı