11 Şubat 2024

Başar Başarır: Aileler mutsuzluk fabrikalarıdır

"Mutsuz bir çocukluk gelecekte sizi başka türlü zorluklara hazırlar. O zorlukları aşmaya değil, o zorlukları tekrar tekrar yaşamaya teşne eder"

Başar Başarır, ilk kitabından bugüne takip ettiğim, dilini, zekasını sevdiğim ve meraklandığım bir yazar. Başarır, Dünyanın Tüm Fıstıkları'nda ince mizahıyla bizleri sorgulamaya davet eden, rant uğruna katledilen ve hâlâ katledilmeye devam edilen doğanın hikâyesini anlatıyor. Aynı zamanda tüm zıtlıklarına rağmen birbirlerinde teselli bulan iki kardeşin ve Kozak Yaylası'nın gizli kahramanlarının hikâyesi. Bir Türkiye portresi. Başar Başarır ile buluştuk, bolca sohbet ettik, bolca güldük…

Başar Başarır - Ebru D. Dedeoğlu

- Neden Kozak Yaylası? Nasıl keşfettiniz bu cennet vadiyi?

Hakkı Devrim vesilesiyle oldu. Hakkı Bey 2000'lerin başında Radikal gazetesinde Kozak Yaylası hakkında bir yazı yazmıştı. Biz de tanışıyorduk o zamanlar, hatta çalıştığım kanala program yapıyordu. Yüz yüze muhabbet de ederdik. Kozak yaylasını çok övdü. Biz de arkadaşlarla toparlanıp palas pandıras yola koyulduk. İlk gittiğimizde pek bir şey anlamadık. Aradığımız neydi bilmiyorum ama aradığımızı bulamadık. Ancak daha sonra bir arkadaşımızın oraya ev yaptırmasıyla bölgede vakit geçirmeye başladık. O süreç boyunca da yaylayı, köyleri, insanları, ilişkileri, sosyal ve ekonomik yapıyı ufak ufak keşfetmeye başladık. 

- Şehirli biri olarak köy insanının arasına girmek, onlarla bağ kurmak kolay değil sanki?

Hiç değil. On yedi tören bayraklı köy olarak tabir edilen Kozak Yaylası'nı oluşturan köylerin halkı Antep'ten göçertme bir gruptur. 15 ya da 16 yüzyılda Antep'te yerleşik hayatta iken Osmanlı Devleti ile bir kapışma yaşıyorlar ve zorunlu göçe tâbi tutuluyorlar. Batıya getirilip bu dağ başına iskân ediyorlar. Ayvalık'ın sırtındalar ama bölgenin yerli halkı değiller. Gerçi kim nerenin yerli halkı? Orası da karışık. Sonuçta daha geriye gidersek, Antep'e de göçebe bir Oğuz boyu olarak Orta Asya'dan gelip yerleştiklerini düşünüyorlar.

- Hangi Türk boyu?

Cari olan düzene göre değişiyor. O aralar hangisi daha mühim, daha makbul ise o boydan oluyorlar. Çepni, Karakeçili, Peçenek… Oğuz boyları bilmecedir. Çok da önemli değil. Son tahlilde yerli değiller, en azından Ege halkından değiller.

- Romanı çok sevdim. Kapitalist düzeni, iş dünyasının mutsuz çalışanlarını, doğayla bütünleşmeyi ve aile sorgulamalarımı her satırda yaşadım. Sanırım okuyan herkes de bu acı gerçeklerden kaçamamıştır. Aile kavramı hepimizi düşündürtüyor. İnsanın mükemmel olmadığı yerde aile ne kadar iyi olabilir? İyi aile var mıdır? 

 "Aile en büyük suç örgütüdür" derler ya, burada sözü edilen İtalyan mafyası değildir. Bütün aileleri kötülemek için söylemiyorum ama biliyoruz ki genelde aileler mutsuzluk fabrikalarıdır. Ürettikleri mutsuzlukla da insanları mutsuz ederler. Bu böyle kuşaktan kuşağa aktarılarak devam eder. Mutsuz bir çocukluk gelecekte sizi başka türlü zorluklara hazırlar. O zorlukları aşmaya değil, o zorlukları tekrar tekrar yaşamaya teşne eder. Elbette ki istisnalar kaideyi bozmaz.

Bunu böyle diyorum ama şunu da unutmayalım, aynı aileden aynı ortamdan çıkmış iki kardeş bazen gece ile gündüz kadar birbirinden farklı olabiliyorlar. Biz ağabeyimle öyleyiz mesela. Burada hem genetiğin rolü vardır hem de kişilerin başlarına geleni algılamak ve onunla başa çıkmak için geliştirdikleri metotların farklılaşması söz konusudur.

- Mutsuz bireyler ya da kusurlu bireyler mükemmel aileler yaratabilir mi? Aksel de başaramadı…

Ekseriyetle yaratamazlar. Ama denerler. İnsan, yaşadıklarıyla hesaplaşabilirse, yüzleşebilirse kendi hayatını ileriye doğru temize çekebilir. Ancak halının altına süpürür, çocukluk sorunlarını bastırmaya çalışırsa o dertler yumağı er ya da geç geri gelir. Özellikle erkeklerde vardır bu eğilim. Kadınlar genellikle daha konuşkandır. Konuşurlar, paylaşırlar, içlerini dökerler. Bu sayede arınırlar. Erkekler çoklukla öyle değildir. Örneğin hiçbir kişisel sorunu uzun uzadıya konuşamazlar birbirleriyle. Anlatamazlar. Hadise kavgaya dönüşür. Onun yerine unutmayı ya da yok saymayı tercih eder erkek kısmı. Bu da onları gelecekte zorlayacaktır.

Sorunun kesin bir yanıtı olmamakla beraber arızalı tipler, yaralı tipler, aile saadeti görmemiş, babası tarafından saçı okşanmamış insanlar, gelecekte de kendi çektiklerine benzer acıları başkalarına çektirmeye yatkındır.

- İnsanın ruhsal iklimi çok karmaşık. Kardeşlik ilişkisi daha da karışık. Gençliğimizde varlığıyla sinir eden, kıskandığımız, rekabet yaşadığımız, yaş aldıkça sığınağımız olan bir ilişki. Eş, çocuk hepsinden ayrı bir yerde. Sizin kardeşinizle ilişkiniz nasıl? İlişkinizin ne kadarını romanda görüyoruz?

Ağabey kardeş meselesi insanın varoluşundan, eskilerin deyişiyle Kalu Bela'dan beri çözülememiş bir mesele. Biz ağabeyimle şanslıyız. Çocukluğumuz çok çekişmeli, mağduriyetlerle dolu geçtiyse de 17-18 yaşlarından itibaren, hiç benzemediğimiz halde, birbirimizi sevdiğimizi fark ettik. Hakikaten karakter olarak da hayat tarzı olarak da hiçbir yakınlığımız yoktur. Tamamen başka işlerin peşindeyiz. Buna rağmen, ağabeyim olmasa suratına bile bakmayacağım o adamı çok sevdiğimi hissediyorum içimde. Buna engel olamam. Onun için her türlü fedakârlığı ederim, biliyorum ki o da benim için eder. Bahtiyarım. İyi ki bir ağabeyim var. 

- Aksel ve Seyfi anne babalarının kurbanı bir anlamda. Sevginin adaletsizliğini yaşamış, farklı sonuçları oluşmuş iki olgunlaşmamış birey. Yıllarca küs olsalar da birbirlerinin limanı belki de yuvaları değil mi? Ne dersiniz? 

Küslük derken, ortada gayet haklı bir sebep var, onu da atlamayalım. Demin dediğim gibi, aynı evden çıkmalarına rağmen hayat ikisine de başka türlü vurmuş. Ve bu iki kardeşi bir araya getiren bir üçüncü kişi, bir kadın. Onun da altını çizelim. Yuva değil de liman olabilirler yek diğerine. Lakin geçici bir liman.

Bu arada "olgunlaşmamış" yorumuna itiraz etmek isterim. Yazarın pozisyonu kahramanlarını kategorize etmek değildir zannımca. Ortaya durumları koyar, gerisi okura kalır. Yazarken ikisi arasında taraf tutmamaya gayret ettim. Her ikisinin de insan olarak çok eksiği var, kabul. Ama hangimizin yok?

- Karakterlerin kişilikleri ve zaafları açısından "olgunlaşmamış" demek istedim…

Karakterlerin elbette zaafları var. İnsanız ve hataya mahkûmuz. Şöyle de diyebiliriz: Hata yapıyorum, öyleyse varım! Bazı güçlü yanlarımız var. Bazı zayıf yanlarımız var.

Yazarken ana karakterlerin her ikisine de kızdığım, her ikisine de üzüldüğüm, her ikisine de acıdığım anlar oldu. Ama kabul, Aksel daha bir dayaklık sanki.

- Tam da o noktaya geleceğim. Tüm röportajlarınızı okudum herkes Seyfi'yi kahraman olarak seçmiş. Ancak ben Aksel'i daha canlı ve cesur buldum. Seyfi'nin pasifliği ve bırakmışlığı çok düşündürdü. Bir şehir hayvanı olarak böyle düşünüyor olabilirim ancak Aksel tüm narsistik davranışlarına rağmen en azından denemiş ve deformasyona uğramış. Hangisi daha zor?

İkisi de zor. Ama söylediğin gibi Seyfi baştan vazgeçiyor. Ataleti seçiyor. 1999 yılında yaşadığı deprem travmasıyla da ilgili bu durum. Aksel daha kanlı canlı, hareketli.

- Anne sevgisizliği yok mu?

Evet ama annesinden sevgiyi görmeyen dünyadaki tek çocuk Seyfi değildir sanırım. Aksel yaşamaya daha yatkın. Çok güzel tespit ettiğin gibi, küçük kardeş olarak elini yakmaya daha hazır. Seyfi lüzumsuzca temkinli. Lakin onun insanı kızdıran asıl yanı Behice'ye yaptığı büyük kötülük olmalı. Pasifliğiyle kadını mağdur edişini düşününce, sadece kardeşini değil Seyfi'yi de meşe sopasıyla dövmek lazım geldiğine hükmedebilirim.

- Romanda Bergama bölgesindeki katliam konu edilirken, günümüzde de altın madenleri uğruna doğa katliamları devam ediyor. Ülkemizin her yerinde çığlıklar yükseliyor. En son Ayvacık'a bağlı Akçin göleti ve çevresindeki su kaynaklarını etkileyecek olan Kısacık altın madenine köylü savaş açtı ve sonuçta lisans iptal edildi. Bu arada birçok insanın, hayvanın, doğanın canı yandı. Tıpkı romanınızın kahramanları gibi. Doğa düşmanları ne zaman duracak? Böyle bir ihtimal var mı? İsyanımız duyulacak mı?

Bizim gibi ülkelerde insan hayatı kıymetli olmadığı için doğanın, diğer canlıların hayatı da hiç önemsenmiyor. Yani sincaplar aç kalmış, kurbağalar susuz kalmış, yaban domuzları şehre iniyormuş, yöneticiler böyle şeylere aldırmaz. Üstelik çok çok ufak rantlar uğruna yapılır bu katliamlar. Doğaya verilen zararla karşılaştırıldığında öylesine küçük rantlar, öylesine ufak paralar söz konusudur ki. Ne kadar altın çıkacaklar? Ne elde edecekler? Verdikleri zararla yeraltı sularının yer değiştirmesine, kayaların oynamasına sebep olacaklar.

Büyük şehirlerden çıkıp istediğiniz istikamete gidin, tepelerde, sağda solda hep o beyaz lekeleri, kelleşmeyi görürsünüz. Hepsi taş ocaklarıdır bunların. Ne yapıyorlar? Yerin altından taş çıkarıyorlar. Kardeşim değer mi? Kelimenin her anlamıyla soruyorum: Attığınız taş ürküttüğünüz kuşa değiyor mu?

Bu kapitalizmin yarattığı bir sorun ve bu sorunun insan ırkının sonunu getirebilecek kadar büyüme potansiyeli olduğunu görmek lazım. Dünya çapında, insanın kendi kendini yok etme süreci maalesef devam ediyor.

- Peki biz şımarık şehirli insanlar olarak doğanın terbiyesi ile kendimize gelir miyiz?

İnsan genel olarak tüketicidir ama her zaman katliamcı değildir. Katliamcı olan şey kapitalizmdir. Şehirli insan ne yapsın? Topraksızlaştırıldığı için elinde kalan becerileriyle para kazanmaya, hayatını sürdürmeye çalışıyor.

Kapitalizmin cazibesine fazlaca kaptırmadık mı kendimizi? 

Başka bir şey görmedik ki. Temelde herkes karnını doyurmaya çalışıyor. Bundan dolayıdır ki romanda köylüye abartılı şekilde yüklenmekten kaçındım. Kendi kısa vadeli para ihtiyaçları için uzun vadede doğacak felaketleri görmezden gelmeye yatkındır köylü. Ama bütün köylüler, hatta hemen bütün insanlar böyledir. Başka türlüsünü bilmediklerinden yahut işlerine gelmediğinden.

Düzen üstüne korkunç bir güçle abanırken yaşam mücadelesi veren, kıvranan, hayata tutunmaya çalışan insanları insafsızca yermeyi içime sindiremem. Evet, biz münafıklar olarak belki sesimizi çıkarabiliriz. Bunu yer yer yapıyoruz da. Ama geniş kitleler söylediklerimize ikna olmuyorsa, eksiği gediği biraz da kendimizde aramalıyız. Çünkü gerçek zafer bu yıkıcı, yok edici sistemin çözülmesinde yatar. O da insanla olur.

- Köyün şifacısı, bilge karakter Meryem Ana. Pamuk kadın. Anne sevgisi yoksunu Seyfi'nin sığınağı ve hayal ettiği annesi değil mi? 

Meryem Ana, adı üstünde, ana, yani hepimizin annesi. Karakterin adı da o yüzden Meryem. Roman boyunca karşımıza çıkan tartışmasız pür-ü pak, temiz tek karakter odur. Bir yerlerde bulsam da ellerine sarılsam.

- Tüm zayıflıklarına rağmen güçlü durmaya çalışan iki kadın Vildan ve Tülin. Seçimlerin ağırlığında ezilen kadınlar aynı zamanda. İş dünyasının ezmeye çalıştığı, cinsiyetçiliğin kurbanı iki kadın. İş dünyasının içinden gelen biri olarak size sormak istiyorum. Erkekler tarafından yönetilen ve yüceltilen iş dünyasında kadınlar erkekleşmeden, cinsiyetlerini koruyarak yönetime geçebilecekler mi? Doğa gibi hor görülen kadına iade-i itibar mümkün mü?

Benim gözlemlediğim kadarıyla kişi güçlendikçe reaksiyonları cinsiyetinden bağımsızlaşıyor. Güç sahibi olmanın genel etkisi bu. Bizim gibi toplumlarda geçer akçe maalesef "erkeklik" olduğundan ve bir de mevcut siyasi iktidar tamamen bunun üzerine kurulduğundan, her türlü güç sahibi de o şekilde davranmaya meylediyor. Höt zöt, kaba saba, duyarsız, merhametsiz bir tutum değil sadece. Kötülüğünü gizlemeye bile yeltenmeyen bir zorbalıktan bahsediyorum.

Lakin şöyle bir ayrım var. Eğer kadın yönetici kendinden ve duruşundan ödün vermeden başarılı olduysa, onu erkekleşmekle suçlamak anlamsızdır. Çünkü kötü bir klişedir bu. Ki böyle iyi örnekler de gördüm.

Özünde, bana kalırsa, kadınların yönettiği bir dünya, kadınların güç odaklarını elinde tuttuğu bir dünya, çok daha iyi bir dünya olurdu. Olacaktır da. Bir kız babası olarak söylüyorum, hem Türkiye'nin hem de tüm dünyanın kurtuluşu kadınların ellerindedir.

- İş dünyasına, beyaz yakalılar cumhuriyetine ve en nihayetinde kapitalist düzene karşı sağlam bir sistem eleştirisi mevcut yazdıklarınızda. Şu sözler beni vurdu resmen. "Profesyonel yöneticilikte, işin onda dokuzu patronu yönetmekten geçer." Patronlar dünyasında yazılı olmayan kurallar nelerdir? 

Şahsen ben doğrudan patron yönetecek kadar üst düzey bir yönetici olmadım hiçbir zaman. Dolayısıyla bahtiyarım, o işlerle başkaları meşgul oldu, akıl sağlığım yerinde kaldı. Ancak tepe yöneticilerin esas işinin şirketi, işi, düzeni yönetmek olduğu kadar patron ve ailesini yönetmek olduğunu da biliyorum. Gözümle gördüm, bizzat tanıklık ettim. Şunu da gördüm: Bu tip pederşahi, patron odaklı işletmeler uzun vadede kaybederler. Yani kapitalizmin de kendine ait bir raconu var. O beğenmediğimiz kapitalizm yıllar içinde bunu çözmüş ve şöyle demiş: Aile şirketi olarak kalırsanız kuşaktan kuşağa aktarılamaz, çökersiniz. Sizin bu çöküşten sıyırmanızın tek yöntemi, şirketlerinizi profesyonel yöneticilere teslim etmektir. Toplumun geri kalanı için iyi bir çözüm mü bilmiyorum ama o ailelerin servetini muhafaza etmesinin en temel yolu bu. Türkiye'de bu basit ilke hâlâ anlaşılmış değil. Rönesans İtalya'sında zengin aileler, güçlü aileler, çocuklarının bir kısmını da sanata, bilime yönlendirirmiş. Misal ben bir öğretmen çocuğu olarak 50 yaşından sonra, kendimi emekli edip tam zamanlı yazar olmayı başarabildim. Ama zengin bir ailenin çocuğu olsaydım, belki çok daha erken hayalimin peşinden gidecektim. Para zaten sadece özgürlük sağlıyorsa faydalıdır.

Bizim köy kökenli zenginlerimizse her veliahdı bir iş dünyasının parlak çocuğu olarak görmeye çalışıyorlar. Sonuçta da o çocuklar birbirleriyle kötülükte yarışıyor. Yani ne kadar gaddar olabilirsen o kadar dedemin gözüne girerim havasına kapılıyorlar. Sonuçta ortaya aşağılık kompleksi olan birtakım hasta ruhlar çıkıyor. Ve işte onların parası özgürleştirmez, onların parası hapishanedir.


Başar Başarır - Ebru D. Dedeoğlu

- Susanna Tamaro'ya sormuştum. "Hayallerinin götürdüğü yere gittin mi?" diye. "Düşünmeden yapmak o kadar akıllıca değilmiş" demişti. Siz sanki hayallerinizi gerçekleştirdiğiniz bir noktadasınız. Romanınızın asi çocuğu Aksel gibi kokuşmuş zihniyetten bıkmış, sıkışmış, hayallerinin peşinden gitmek isteyen ama cesaret edemeyip, ofislerde patronların gölgesi haline gelen insanlara ne söylemek istersiniz?

İnsanız. Yaptıklarımızla varız. Kim zaman da yapmadıklarımızla. Yapmayı reddettiklerimizle.

32 sene el kapısında çalışıp tam zamanlı yazar olmaya ancak 50 yaşından sonra cesaret edebilmiş bir adamım ben. Tamaro'nun sözünü ettiği şeyi, hayallerin götürdüğü yere gitmeyi, katiyen yapamadım yani. En azından vakitlice yapamadım. Bu halimle de kimseye, hiç kimseye bir şeycikler diyemem.

Şu kadarını hep kendime söylüyorum, sizinle de paylaşabilirim ama: Hayatta mühim olan kişinin kendi aklından süzerek birtakım üst ilkelere ulaşması ve onlara sadık kalabilmesidir. Gerisi pek mühim değil. 

- Tüm romanlarınızda olduğu gibi mizahi diliniz ve deyimleriniz beni aşırı etkiliyor. Karakterlerin tanımlamaları beni benden aldı. Çok okuduğunuzu biliyorum ama bu deyimleri nasıl aklınızda tutuyorsunuz? Bunun sırrı ne? Sadece okumak olamaz değil mi?

İtiraf ediyorum: Bir kısmını ben uydurdum. O deyişlerin bazıları bana ait. Ama başkalarından duyup yazdıklarım da sonuç olarak geçmişte birileri tarafından uydurulmuştu. Zaten dil dediğimiz şey kocaman bir uyduruk, bir uyduruklar silsilesi değil mi? (Gülüyor)

Bana sorarsanız Türkçe insanı kendine aşık edebilecek kadar güzel bir dil. Her haline, her şekline; geçmişine, bugününe, geleceğine, çocukluğuna, gençliğine, ihtiyarlığına vurgunum. Hani gençler bir ara diyordu ya, "klasiğin hastasıyım, moderne de boş değilim" diye. Türkçeye karşı tavrım tam da budur. Bu toprakların ürettiği en büyük, en güzel, en biricik şey dilimizdir. Bizi yansıtır. Bunu görmeniz, üzerinde düşünmemiz, biraz dilimizin içine bakmamız lazım. Yüzeyinde buz pateni yaparsanız kayıp gidersiniz. Sonuçta sinek kaydı tıraş olursunuz, kabul, o da güzel. Ama derinlerine inerseniz mücevherleri görürsünüz.

Ben Türkçeyi topluyorum, biriktiriyorum. Sözlü kültürden yararlanıyorum. Kendime göre yeni terkipler yapıyorum. Zaten okumak kadar öğrenmeyi de seven, meraklı bir adamım. Öğrenmenin tek yöntemi kitap okumak değildir. Örneğin yaşlılarla konuşmaktır. Eski gazeteleri, mektupları, alakasız yıllıkları, hatıratları okumaktır. Arşivlerde kaybolmaktır. Vapurda, otobüste konuşulanlara kulak kabartmaktır. Pazara gidip pazarcıyla muhabbet açmaktır. Oralarda hep yeni ve güzel şeyler bekler bizi.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejeleri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'de Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı.Oksijen gazetesinde de röpörtajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Bozkurt: Tanpınar edebiyatımızın hastalıklı "baba" figürlerindendir

"Hep acemi kalmış, sürekli öğrenme arzusuyla yanıp tutuşan, hep yeni sesler ve dünyalar arayan bir şairin dünyası için "ustalık" ne kadar köhne bir sözcük. Turgut Uyar hep acemi kaldığı için ve usta olamadığı için hep büyük şairimiz olarak kalacak"

Fem Güçlütürk: Bitkilerle ilgilenmek, ne almaya hazırsan onu veriyor sana; hayat gibi

"Bitki, dekor parçası değil bir canlı. Sadece görüntüyü kurtarmak, ya da gösteriş için bitki alma"

Erkeğin çileli yolu: Gece hayatı

Pavyonlar ve gazinolar, AKP’nin Türkiye’ye yaşattığı neo-liberal dönüşümle birlikte altın çağını yaşadı