20 Eylül 2020

Bir sosyal bilimcinin edebiyata yaklaşımı

"Kanımca bir romanın 'Türk' olması için Türkçe yazılmış olması yeterli değildir. Her ne kadar dilin bir eserin 'milli' kimliğini tayinde birinci derecede bir yeri olsa da romanda 'Milliliği' tayin eden esas bir toplumun manevi-ruhsal özelliğidir ve yazarın bunu yansıtmaktaki sanat gücüdür"

Kitabın ilk sayfasına "Bilgehan Uçak beye başarı dileklerimle" diye yazmış Kemal Karpat. O günün tarihini de atmış: "18 Kasım 2012, İstanbul". TÜYAP Kitap Fuarı. Benim o günlerde söyleşi derlemesi olan ilk kitabım çıkmıştı İthaki'den. Karşı standda, Timaş, Karpat Hoca'yı görünce yanına gittim, kitabın futbola dönük olması pek içine sinmedi ama Cengiz Çandarn adını görünce sevindi, bana da kendi kitabını imzaladı.

Demek oluyor ki, Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum'u aşağı yukarı sekiz sene sonra elime almışım. Ama önce kitabı masaya koyalım ve etrafında biraz dolaşalım istiyorum.

Kemal Karpatn adına ilk kez Taraf gazetesinin tarih sayfasında rastlamıştım. Pek gazete yazarı olabilecek biri gibi değildi. Zaten çok ısrar etmedi, gazete yazarlığını birkaç ay içinde bıraktı. Aradan epey zaman geçti, bir gün bir arkadaşımla Varna'dan arabaya atlayıp Romanya'ya gitmeye karar verdik. Karpatn doğduğu, aynı zamanda İslamiyeti Balkanlara taşıyan Sarı Saltuk'un türbesinin de bulunduğu Babadağı'na doğru yola çıktık. Rehber olarak Karpatn üç kitabı -Dağı Delen Irmak, Sarı Saltuk Diyarı Babadağı ve kardeşi Cemal'le birlikte yazdığı Acıyı Bal Eylemek- vardı yanımızda; ikimiz de didik didik okumuş, notlar almıştık.

Emin Tanrıyar ile yaptığı nehir söyleşide Babadağı'ndan epey bahsediyordu. Çocukluk, ilkgençlik Varna'dan araba kiralayıp beş-altı saatte Babadağı'na gitmemizi bu kitaba borçlu olduğumu söyleyebilirim. Romanya'nın handiyse metruk bir köyünde başlayıp Wisconsin'de sona eren müthiş bir hayat hikâyesi. Söyleşinin bir yerinde şöyle diyor:

"Meğerse ayrılık benim ezeli yazgımmış çünkü ondan sonra bir yerde bir daha uzun müddet kalmak pek nasip olmadı. Aile şefkati, sıcaklığı görmedim. Tanıştığım, beğendiğim her kadında eğlence değil, başta biraz şefkat, gerçek sevgi aradım ve bulamadım."

Kemal Karpat, yaşamındaki yalnızlığın yakıcılığından kaçmak için kitaplara, romanlara sığınmış. Romancı olmak istemiş. Bu doğrultuda hayli okumuş. Ama manevi yalnızlık duygusu, "dış Türk" olmanın ötekileştiriciliği ile birleşince bir yol ayrımına gelmiş: Ya Kırgız Cengiz Aytmatov'un Rusça'nın önde gelen edebiyatçılarından olması gibi anadili yerine Romence yazacak ya da Dobruca'da konuşulan Türkçe'den bir edebiyat çıkaracak. "O tarihlerde Dobruca'da konuşulan Rumeli ağzının kelime sayısı herhalde 1500 civarında olduğu için bu kadar az kelime ile edebiyat yapılamazdı."

İçinde büyük bir ukde romancı olamamak: "Edebiyat yazarı olamadım ve bunun için çok üzgünüm, fakat edebiyatın toplum ve sorunlarına ışık tutan bir tür olduğunu anladım ve imkânlarım dahilinde anlatmaya çalıştım." Edebiyata ilgisi hep devam etmiş.

Belki romancı olamadı ama Kemal Karpatn yazdıklarıyla Türk edebiyatı üstünde derin bir iz bıraktığını söylemek isterdim. Maalesef, böyle bir şey söylemek bugün için bile hâlâ mümkün değil. Analizleri, çözümlemeleri edebiyat eleştirmenlerin ilgisini pek çekmemiş Karpatn. Bu görmezden gelmenin birkaç sebebi olduğunu sanıyorum.

Bu sebeplerin başında ise onun yurt dışında yaşamasının geldiğini düşünüyorum. Yazan Kemal Karpat'sa da, makalelerin birçoğunun orijinal dili İngilizce -bu yazıları Türkçe'ye Onur Güneş Ayas kazandırmış. Çünkü bunları genellikle yurtdışındaki üniversitelere tebliğ ya da dergilere makale olarak kaleme almış. Örneğin, Amerika'da yayınlanan Literary Review için 1960'ta yazdığı ağdaş Türk Edebiyatı" makalesinde Türkiyeli yazarları tanıtmaya çalıştığını görüyoruz. Çok sayıda yazara değiniyor ama muhatabının bu isimlerinin hiçbirini okumamış olduğunu da biliyor. Çoğu Türkçe'de kalmış, yazıldığı tarihte hiçbir dile çevrilmemiş yazarlar. Dolayısıyla, buradaki okura yeni bir şey söylememiş oluyor.

Bir başka sebep, Kemal Karpatn edebiyata yaklaşımıyla alakalı. Kemal Karpat, romancı olmadığı gibi edebiyat eleştirmeni de değil. Bir tarihçi olarak yaklaşıyor meselelere -ama asla edebiyat tarihçisi gibi de değil. Mesela, aynı yaşlarda olduğu Berna Moran, kült sayılan Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış'ta tek tek roman çözümlemeleri yapar. Oysa, Karpatn makalelerinde biz doğrudan bir roman incelemesi hiç görmeyiz. Moran, 1921; Karpat ise 1923 doğumlu. Ama yaklaşımları, Karpat bazı yerlerde Moran'a referans verse de, birbirinden çok farklı.

Bunların haricinde bir sebep daha olduğunu düşünüyorum: Kemal Karpatn bir mahallesinin olmaması. Şayet olsaydı, her şeye rağmen, en azından kendi mahallesi tarafından öne çıkarılırdı. Karpat, Dobrucalı bir Türk. Müslüman, milliyetçi. Bunları zaten kimliğinin değişmez parçaları olarak görüyor. Ama en nihayetinde Karpat, Dobrucalı ve onun anladığı Müslümanlığın ve milliyetçiliğin burada pek bir karşılığı yok. Dağı Delen Irmak'ta babasının imam olduğunu söyledikten sonra bağında yetiştirdiği üzümlerden çok lezzetli şaraplar üretip sattığını anlatır. Onun anladığı milliyetçiliğin hiçbir yerinde içe kapanan bir dünya görüşü yok. Uluslararası tanınırlığa sahip bir akademisyen olmasının yanısıra, öğrendiği dillerin çeşitliliği bile onun ne kadar "buranın milliyetçilerinden" farklı olduğunu gösterir. Öte yandan, Kemal Karpat, solcu da değildir. Sağcıların da solcuların da içten gelerek kendilerinden saymadığı birinin, üstelik bir de yabancı dilde üretim yaptığı göz önünde tutulursa, görece unutulmasına şaşmamak gerekir.

Karpat Hoca, kitabına uzunca bir önsözle başlıyor. Önsözü, 2009'da, Wisconsin'de yazmış. Burada kendi edebiyat macerasını da anlatıyor. Tabii bir tarihçi, bir sosyal bilimci olarak edebiyatı sadece metinden ibaret gören bir tavrı benimsemiyor. Mutlaka sosyolojik gelişmeleri, tarihi ve siyasi arkaplanı vererek, edebiyat eserine yazıldığı dönemin bir ürünü olarak yaklaşıyor. Burada, hiç katılmadığım ama tartışılmaya değer bir iddia ortaya atıyor ve "Türk romanının henüz yazılmamış olduğunu" söylüyor.

Belki de Türk romanının yazılmamasının asıl nedeni gerçek anlamda kökeni kendi halkında ve kendi kültüründe bulunan ve modernleşmeyi bilinçli olarak benimseyen bir orta sınıfın henüz tam manasıyla ortaya çıkarak kendi ölçüleri içinde yüksek bir kültür ve edebiyat standardı yaratmamasıdır. Biz gerçek bir orta sınıfın meydana gelişini sosyal ve ekonomik bir değişim olduğu kadar kültürel ve felsefi bir devrim olarak görmekteyiz. () Büyük romanlar kimliğini kendi tarihi, dili, kültürü, karakteri, sorunları ve özleyişleri üzerine kurmuş bir toplum içinde yazılabilir.

Selim İleri, Karpatn bu değerlendirmesini, kitabın ilk baskısını okuduktan sonra "Türk romanı henüz yazılmamıştır" başlıklı yazısında tartışmaya açmış. Burada ben de bir parantez açayım. Karpat, önsözde Selim İleri'nin adını şöyle zikrediyor:

stanbul kökenli bir aristokratik ehirli', Avrupalılaşmış, kendine mahsus bir kimliği olan, yüksek bilgi ve ince sanat sahibi bir grup vardır ve bir bakıma Türkiye'nin ulaşmak istediği seviyeyi bu grup temsil etmektedir. Bu grubun en parlak temsilcisi ve yazarı, her sanat alanında başarı sağlamış Selim İleri'dir."

Karpatn Selim İleri'ye cevaben yazdığı iki yazı, "Selim İleri'ye Cevap", bu baskıya -ikinci baskı, Nisan 2011- eklenmiş. Bu yazılarda tartışmayı biraz daha ileri götürüyor. Edebiyata "toplumsal ve tarihsel değişim açısından" baktığının altını çizdikten sonra şöyle diyor: "Toplumun ve milletin özüne, ruhuna uygun tarihi kökenlerini yansıtacak bir roman özlüyorum." Karpatn bu cümlesiyle henüz yazılmayan romandan neler beklediğini anlıyoruz. Bunu daha açık da söyleyecek: "Benim beklediğim, arzuladığım, daha evvel tarif etmek istediğim Türk romanı insanımızı ve toplumumuzu tarihsel, kültürel kökenlerini ve kimliğini esas tutarak anlatan romandır." Bir başka yerde ise şöyle yazıyor: "Beni ilgilendiren ana gelişme, taşra kökenli ve Osmanlı'nın İslam-Türk kültürünü ve kimliğini içeren bir orta sınıfın ortaya çıkması, edebiyatımıza ve bilhassa romanımıza konu olmasıdır. Uzun zaman yeni edebiyatımız, divan edebiyatı gibi üst idareci gurubu ve onun modernleşme görüşünü yansıtmıştır." Şu sözler de Karpat'a ait: "Kanımca bir romanın 'Türk' olması için Türkçe yazılmış olması yeterli değildir. Her ne kadar dilin bir eserin 'milli' kimliğini tayinde birinci derecede bir yeri olsa da romanda 'Milliliği' tayin eden esas bir toplumun manevi-ruhsal özelliğidir ve yazarın bunu yansıtmaktaki sanat gücüdür."

Peki, Reşat Nuri'den Peyami Safa'ya, Orhan Kemal'e çok sayıda romancı yok mu? Onların yazdıkları Türk romanı değil mi? "Ben 1950-60'lara kadar roman adı altında yayınlanan binlerce eserde toplumu bütünü ile yani gerçek maddi ve manevi yönleriyle görmediğim için bunlara tam roman diyemiyorum." Böylece, Kemal Karpat, yeni bir "Türk romanı" tanımı yapmış oluyor. Yani, onlar da tabii ki roman, hatta evet Türk romanı ama sadece Batı etkisiyle yazıldıkları için bizi tam olarak yansıtmıyorlar. O yüzden de "büyük roman" henüz bu toplumda yazılmadı.

Karpatn 1959'da Harvard Üniversitesi'nde düzenlenen bir seminer için yazdığı makale üç yıl sonra Varlık Yayınları tarafından Türkçe olarak yayımlanmış. ağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular" başlıklı bu yazısında, romanın ne olduğu hakkındaki düşüncelerinin daha o senelerden kesinleştiğini görüyoruz. 

Gönül isterdi ki artık edebiyat, bir yaşayış şeklinden kurtularak diğerine geçen insanların hayatıyla da biraz uğraşsın. Mesela, köyden kasabaya gelerek bakkal veya kasap olmuş, para kazanmış, kızını ve oğlunu üniversiteye gönderebilmiş orta sınıftan bir kimsenin hayatını edebiyatta okumak isterdim. () Aynı zamanda mahalle halkının ve bilhassa o mahallede eskiden beri mevki sahibi olmuş belirli bir memur ailesinin, bu yeni türeyen zengine karşı tutumunu da edebiyatta okumak isterdim.

Sanki bu sözlerle Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölümnü (1983) çağırmaktadır. Peki, Türk romanı dediğimiz birikime bir çizgi çekip tam roman olarak Sevgili Arsız Ölüm veya bir benzerini gösterebilir miyiz? Karpatn roman okuyuşunda karşı çıktığım temel nokta bu. u bizi anlatıyor" deyip sınırlar çekmeye başladığımızda, körlerin fili tarifi gibi, Türk romanının ne olduğu tartışması bence eksik ve yetersiz kalmaya mahkûm oluyor. Bakkal, kasap, manav, memur, mahalle baskısı kadar balolar, konaklar vb de bu toplumun -dolayısıyla da edebiyatın- bir parçası.

Aynı makalede müthiş bir senteze vardığını da görüyoruz. Mehmet Âkif ile Tevfik Fikret'i ele aldığı bölümde, "ikisi de toplumumuzun geçirdiği buhranlardan doğmuşlardır, ikisi de bizimdir, ikisi de değerlerimizdendir" diyor. "Karpatn mahallesizliği" derken kast ettiğim bu yaklaşımıydı. 1959'da yazıyor bu satırları. Sağ ve solu, muhafazakâr ile laiki kültür temelinde buluşturma, barıştırma arayışı. Karpatn gösterdiği istikametten devam edilebilseydi şayet, bugün belki çok farklı bir yerde olabillirdik.

Mahalleci yaklaşım, yetmiş sene sonra bile, hâlâ çok revaçta. Solcular, faşist gördükleri birçok ismi okumayı reddediyor; sağcılar, solcu yazarların kitaplarına zerre ülfet göstermiyor; laik kesimin muhafazakâr yazarların yazdıklarıyla bir alışverişi yok; mütedeyyin cenahın edebi metinde "yaratmak" kelimesine bile tahammülü olmayabiliyor; Türkler, Kürtlerin edebiyatından bihaber Böyle yaklaşıldığında, bundan herkes zararlı çıkıyor. Büyük bir kültür, mahalle kavgalarında ölmeye başlıyor.

Tanpınar düşünelim. Hayattayken yüzüne bakılmayan romanları şimdi kapış kapış satılıyor. Değeri şimdi anlaşıldı denebilir bu durum için, belli oranda doğru olduğu da şüphesiz ama sağ kesim Tanpınar sahiplendi ve onun etrafında bir mit yarattı. Ama Tanpınar'a "sağcı" demek, muhafazakâr demek, hele bugünkü anlamıyla muhafazakârlık etiketini ona yapıştırmak ne kadar mümkün? Yerlere göklere konamayan Huzur bu kadar okunuyorsa, İstanbul'a yapılan bunca suikasta nasıl sessiz kalınıyor? O muhteşem Saatleri Ayarlama Enstitüsü, tarihin sadece bir dönemini mi anlatıyor? Bugün siyasette ve bürokraside hiç mi Halit Ayarcı görmüyoruz? Bir mahalleye hapsedilen yazarın ne kadar anlaşıldığı da tabii ayrı bir muamma. Tanpınar, artık, nihayet, solun da ilgisini çekiyor ama Sezai Karakoç, Peyami Safa, Necip Fazıl, Samiha Ayverdi gibi birçok şair ve yazar için aynı sözleri söyleyemeyiz. Tabii bu denklemi tersten de kurmak gerekir.

Kitaptaki makalelerin hiçbirinde suçlayan ve yargılayan bir dili benimsemiyor Kemal Karpat. Anlamaya ve her edebi ürünü yazıldığı dönemle birlikte düşünerek anlamlandırmaya çalışıyor. Bunu yaparken metinlere ve yazarlara pek yaklaşmıyor. Bir tarihçi olarak kendini dışarda ve uzakta konumlandırıyor.

Kemal Karpat'ın Türk romanı hakkındaki görüşlerine katılmasam da makalelerinin oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

Geleceğin hikâyesi

Çıktığı günlerde oksimoron olmakla itham edilen, "kuru buz", "köşeli daire" gibi örneklerle eleştirilen bu "Sol Liberal" tavrın, geleceği anlamak için çok önemli olduğunu düşünüyorum

Gece prensesleri ve milliyetçilik

Ateşkes, arabuluculuk, diyalog, diplomasi, konuşma gibi terimlere yer yok artık, varsa yoksa kırmızı ışık analojisi, yeter ki arkadan çarpmasınlar…

Öteki İstanbul: Mülteciler, göçmenler, esnaf, ekonomi

Gürsel Tekin ile "Öteki İstanbul" sokaklarında seçim, mülteciler, ekonomi ve HDP'ye yönelik baskı hakkında sohbet