Yaşanan sürecin değerlendirilmesi sorulduğunda, toplumun yüzde 65’i İmamoğlu’nun tutuklanması ve çevresinde gelişen olayları hükümetin muhalefete baskı kurma girişimi olarak tanımlıyor. ‘Yargının bağımsız şekilde yürüttüğü bir süreç’ olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 11, suç işleyen herkes gibi işlem yapıldığını belirtenlerin oranı yüzde 16, muhalefetin mağduriyet yaratma çabası olarak okuyanların oranı ise yüzde 8 olarak görünüyor.
Toplumun büyük bölümü süreci “adaletsiz ve keyfi” bulurken, bu yargı yalnızca siyasi bir pozisyon değil, derinleşen bir güvensizlik hissinin de ifadesi aslında. Ama asıl mesele İmamoğlu’nun yaşadığı adaletsizlikten öte, toplumun kendi adalet duygusunun da incinmiş olması.
Nitekim “Bu olay, Türkiye’deki demokrasi ve hukukun üstünlüğü hakkındaki görüşlerinizi nasıl etkiledi?” sorusuna verilen cevaplar da bu tespiti haklı kılıyor. İmamoğlu’nun tutuklanması ve sonrasında gelişen olaylardan ötürü Türkiye toplumunun yüzde 61’i ülkedeki demokrasi ve hukukun üstünlüğüyle ilgili daha da olumsuz düşünmeye başladığını beyan ediyor. Görüşü değişmeyenlerin oranı yüzde 32 olurken, daha olumlu düşünmeye başlayanlar ise yalnızca yüzde 6.
CHP seçmenlerinin yüzde 87’si, DEM seçmenlerinin yüzde 93’ü, İyi Parti seçmenlerinin yüzde 87’sinin demokrasi ve hukukun üstünlüğüne inancı daha da kötüleşmiş durumda. Ak Parti seçmeninin yüzde 58’i, MHP seçmeninin ise yüzde 39’u görüşünün değişmediğini belirtiyor. Kararsız seçmenler ise ikiye bölünmüş bir izlenim veriyor; yüzde 50’si ülkedeki demokrasi ve hukukun üstünlüğüyle ilgili daha olumsuz düşünmeye başladığını belirtirken, yüzde 48’i ise görüşünün değişmediğini ifade ediyor.

Kırılgan dengeler, çatışan kimlikler ve duygusal yorgunluk
Toplumun yarısından fazlası bu gelişmelerin ardından demokrasiye olan inancının zayıfladığını, önemli bir bölümü ise endişe, umutsuzluk ve öfke hissettiğini söylüyor. Bu duygular, bir politik aktöre değil, daha çok bir düzenin işleyişine yönelmiş.
Dikkat çekici olan ise, iktidar seçmeninde bile adaletsizlik algısının kayda değer büyüklükte olması. Bu, kutuplaşmanın ötesinde, ortak bir kırılma hissine de işaret ediyor. Bu araştırma bize sadece bir olayın toplumdaki yansımasını değil, daha derin bir şeyi anlatıyor: Türkiye toplumunun içindeki çelişkili ama birlikte yaşamak zorunda olan hal ve hissiyatları.
İmamoğlu’nun tutuklanmasına dair değerlendirmeler; sadece hukuk, adalet ya da siyaset meselesi değil. Aynı zamanda bireyin devlete, yurttaşın rejime, insanın insana olan bakışının bir özeti. Toplumun geniş kesimleri yaşanan süreci “keyfi ve adaletsiz” olarak tanımlarken, bu tanım aslında kendi hayat deneyimlerinden süzülüp gelen bir sezginin dışa vurumu.
Çünkü adalet, toplumun yalnızca mahkemelerde değil, gündelik hayatta, okulda, işte, pazarda deneyimlediği bir olgu. Ve bu deneyimin uzun süredir adil olmadığını da biliyoruz. Kamuya personel alımlarından, iktidar denetimindeki kamu ve yerel yönetimlerin ihale veya tahsis kararlarına dek hayatın birçok alanında keyfilik ve partizanlığı yaygın biçimde deneyimlediğimiz süreçlerden geçiyoruz uzun süredir.
Araştırmanın gösterdiği bir diğer şey, kimlikler ile tutumların artık her zaman örtüşmemesi. MHP ya da Ak Parti seçmeni olduğunu söyleyen bireylerin önemli bir kısmı da süreci eleştiriyor, adaletsiz buluyor. Bu, siyasi kimliklerin hâlâ belirleyici olduğunu ama artık tek belirleyici olmadığını da gösteriyor. Yani insanlar, bağlı oldukları kimliklerin içinde konuşmayı, sorgulamayı ve hatta itiraz etmeyi öğreniyor. Bu ülkenin geleceği ve toplumsal barış için çok önemli bir eşik.
Öte yandan, Özgür Özel’in boykot çağrısının toplumda ciddi bir yankı bulması, siyasal tutumların artık gündelik yaşama da sirayet ettiğini gösteriyor. Her ne kadar boykot çağrılarının pratikte nasıl karşılık bulduğu, ne türden ekonomik sonuçlar ürettiğine dair kapsamlı sayısal veriler elimizde olmasa da gündemdeki ağırlığı, iktidar kanadının tepkilerinin büyüklüğü ve biçimi bakımından karşılık bulduğunu da söyleyebiliriz.
Yaşananlardan anlıyoruz ki insanlar oy verirken olduğu kadar tüketirken de pozisyon alıyor. Bu, seçmeni yalnızca kimlikler üzerinden değil, gündelik pratikleri ve duygusal refleksleriyle de anlamamız gerektiğini hatırlatıyor. Bu tablo bize gösteriyor ki insanlar artık sadece oy vererek değil, hissederek ve gündelik yaşamları üzerinden de pozisyon alıyor. Aynı zamanda toplum yalnızca politik kimlikleriyle değil, izlediği TV kanalı, alışveriş yaptığı market ve duygusal tepkileriyle de siyasal bir özne haline geliyor.
Yargı, güven ve umut eşiğinde bir toplum
Mart Veri Pusulası’nda raporlanan ve tam da İmamoğlu tutuklamasından iki gün önce gerçekleştirilmiş bir başka araştırmanın bulguları da güncel toplumsal ruh haline, tutum ve davranışlara dair ilginç veriler sunuyor.
“Bugünkü hayatınızı düşündüğünüzde, genel olarak ne kadar umutlusunuz?” sorusuna katılımcıların yüzde 35’i umutlu olduğu, yüzde 36’sı umutsuz olduğu, yüzde 28’lik bir kesim ise eşikte olduğu cevabını vermiş. Peşinden, “Bugünkü umut seviyenizi 5 yıl önceki umut seviyenizle kıyaslarsanız, nasıl değişti?” diye sormuşuz. Toplumun yüzde 71’i bugün daha da umutsuz olduğunu söylemiş. Umut düzeyinde artış olduğunu belirtenlerin oranı yüzde 18 ile sınırlı kalırken, yüzde 11’lik bir kesim değişim yaşamadığını belirtiyor. Bu dağılım, toplum genelinde geçmişe kıyasla umut düzeyinde belirgin bir düşüş olduğunu gösteriyor. Umut düzeyindeki düşüş, özellikle 50 yaş üstü bireylerde, üniversite eğitimlilerde ve modern yaşam tarzına sahip kesimde belirginleşiyor.
Katılımcıların yarıdan fazlası (yüzde 55), toplumda umudu artırmanın sorumluluğunun devlete ve kamu kurumlarına ait olduğunu düşünüyor. Bunu yüzde 35 ile siyasetçiler ve siyasi partiler takip ediyor. Bugün umutsuz olduğunu ifade edenlerdeyse sorumluluğu devlete yükleyenlerin oranı görece daha az. Bu grupta siyasetçiler ve siyasi partilere sorumluluk yükleyenlerin oranı yüzde 44’e ulaşıyor. Genel çerçevede umudu artırmak için en çok devlete sorumluluk atfediliyor olsa da bugün umutsuz olanlarda siyasi partilere sorumluluk atfedenlerin oranı artıyor; yani bu bireyler arasında siyasi hareketlere umut bağlayanların oranı ağırlık kazanıyor. Toplumun neredeyse yarısı hala çözümleri siyasetten bekliyor.
Toplumun beklentilerine dair en önemli işaret şu bulguda görülüyor: ‘Türkiye’de hangi değişiklikler olsa geleceğe dair umudunuz artardı’ sorusuna yüzde 73 “gelir düzeyinin artması”, yüzde 68 “adaletin bağımsız ve adil olması” cevabını vermiş. Yani İmamoğlu tutuklama sürecinden hemen önce yapılmış araştırmada da toplum umutlanmak için refah ve gelir dağılımı ile adalete işaret etmiş.
Araştırmada iyimserlik-kötümserlik değerlendirmelerine bakıldığında toplumun tam ortada ve ortalamada konumlandığı görülüyor. İnsanlar kendi geleceklerine dair umutlanmakla umutsuzluk, iyimserlikle kötümserlik arasında bir yerlerde duruyorlar. Bu ortada kalma hali gelecek beklentisini tamamen umutlu bir noktada konumlandırmasa da umut ışığının da tamamen sönmediğine işaret ediyor. Gözlediğimiz durumun bir tür bekleyiş ya da temkinli iyimserlik olarak da yorumlamak mümkün.
İnsanlar yalnızca gelecekten değil, bugünden de tam olarak emin değil. Bulgulara göre Türkiye’nin ve dünyanın geleceği söz konusu olduğunda bu belirsizlik, açık bir güvensizliğe dönüşüyor. Bir bakıma umut, bireylerin iç dünyasında zayıf bir direnç noktası olarak varlığını sürdürürken; kolektif geleceğe dair umut ise ciddi biçimde gölgelenmiş durumda.
Sonuç olarak bulgular, Türkiye’de insanların sadece siyasi tercihlerinde değil, umutlarında ve korkularında da yeniden hizalandığını gösteriyor. Toplum hâlâ değişim talep ediyor ama bu talep artık daha temkinli, daha duygusal ve daha sorgulayıcı.
Bunun yanında, toplumun duygu haritasında belirginleşen “umutsuzluk, öfke ve endişe”, yalnızca bu olaya değil, daha geniş bir gelecek algısına dair. Türkiye toplumu yorgun. Duygusal olarak yıpranmış. Ama hâlâ “duyarlı” ve gözlemci.” Kopmamış ama geri çekilmiş. Sorgulayan ama sesini her zaman çıkarmayan bir kitle var elimizde.
Bu veriler de son üç haftadır en azından 15 milyonu aşkın insanın doğrudan siyasi eylemliliği de siyasetçilere, karar vericilere, kurumlara, markalara iki şey söylüyor: Birincisi, toplum artık eskisi gibi “yönetilmeyi” değil, anlaşılmayı, dikkate alınmayı ve değer görmeyi istiyor.
İkincisi ve belki de daha da önemlisi, toplumsal değişim, büyük kopuşlarla değil; böyle küçük sarsıntılarla, sessiz yön değişiklikleriyle gerçekleşiyor. 19 Mart sabahına kadar sinmiş, kendi sessizliğine sığındığı sanılan milyonlarca insan kendilerini de şaşırtacak biçimde, kararlılıkta, kitlesellikte sessizliğini yırtıp attı. Tüm provokasyon çabalarına karşın da sade bireyler arasında yaşananlara tepkileri üzerinden, siyasi veya kültürel aidiyetleri üzerinden bir gerilim ve çatışma yaşanmadı.
Bir kez daha anladık ki bugün karşımızda; bir yandan aidiyet arayan, bir yandan da o aidiyetin sınırlarını zorlayan, duygusal olarak parçalı ama hâlâ birlikte yaşamak isteyen bir Türkiye var.
Ve belki de bu hâl, bugünün Türkiye’sine dair en gerçekçi tanımı veriyor bize: İkircikli bir değişim ve umut arayışı. Aynı zamanda bazen kimliklere sıkışmış bazen de çelişkiler içinde bir arada kalma iradesi.
Bu veriler de son yirmi gündür gözlenen toplumsal tepkiler de bize bir kez daha hatırlatıyor: Türkiye toplumu yorgun ama dayanıklı. Kızgın ama hâlâ umutlu. Kırgın ama tamamen kopmamış.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen'de yayımlanmıştır.