23 Nisan 2025

Yalan yaratma sanatı: Post-truth

Son yıllarda Türkiye, Sırbistan, Macaristan, Polonya, Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer birçok ülkede “post-truth” yani “hakikat sonrası” kavramı, demokrasi, kamu güvenliği ve medya güvenilirliği üzerinde onarılması zor yaralar açıyor. Peki bu dönemi nasıl aşar, gerçeklere ulaşabiliriz?

Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür.
Platon

2016 yılında Oxford sözlüklerinin, "post-truth" (hakikat sonrası) ifadesini dünyada yılın kelimesi olarak ilan etmesi tesadüf değil. Post-truth terimi, duygusal yaklaşımların, kişisel inançların ve algıların, kamuoyunda nesnel gerçeklerden daha güçlü bir etkiye sahip olduğu durumları ifade ediyor. Bu çağda, yalanlar tereddüt etmeden, suçluluk duymadan, utanma hissetmeden söylenmekte ve gerçekler örtbas edilme yoluna gidilmektedir. Günümüz dünyasında, özellikle politik sahnede bu durum o kadar yaygın ki, neyin yanlış neyin doğru olduğunu artık kimse bilemiyor. Daha da kötüsü birçok insan sorgulamıyor ve merak etmiyor.

Gözümün önüne, Efes Antik Kenti’nin en önemli yapılarından biri olan, M.S. 110 - 135 yılları arasında Celsus onuruna oğlu Gaius Julius Aquila tarafından yaptırılan Celsus Kütüphanesi geliyor. On dört binden fazla kitapla (parşömen) bezeli bu görkemli yapının dış yüzünün alt katında dört kadın heykeli bulunur. Sophia bilgelik ve aklı, Arete erdem ve karakteri, Ennoia kader ve muhakemeyi, Episteme ise ilim ve bilimi temsil eder. Bu dört kadın sanki 2000 yıl öncesinden bugüne acı, çaresizlik ve hayal kırıklığı içinde bakıyor, geleceğin geçmişten nasıl daha karanlıklaştığına hayret ediyor. Artık ilmin, bilimin, bilgeliğin, aklın, erdemin, muhakemenin önemi yok. Dünyayı politikacıların yalanları yönetiyor. Bu elbette yeni bir durum değil. Politikacılar hep yalan söylerdi. Ama yalan söylemekle, gerçekten tamamen uzaklaşarak yalanı yaratmak arasında büyük fark var. 

İki hafta evvel Profesör Dr. Selçuk Şirin ile taze çıkan kitabı “Bir Mutluluk Reçetesi” ile ilgili gerçekleştirdiğim söyleşide post truth’a da değinmiştik ama konuyu dağıtmamak için post truth ile ilgili söylediklerini bu yazıya bırakmıştım. Selçuk Hoca şöyle demişti:

“Post truth tüm dünyada çok yaygın kullanılan bir kavram. Seçmenleri, Erdoğan’a veya Trump’a ne derse inanıyor. İnsanların tarafları olduğu kişiye inanmalarını normal buluyorum ve bununla başa çıkmanın yolları nispeten var. Ancak sosyal medya ve yapay zekâ ile birlikte post truth’a başka kaldıraçlar eklendi. İngiltere, Fransa ve Amerika’da yaşanan ve göçmenleri hedef alan son olaylar, sahtekârlıkla gerçeklik arasında hiçbir ayrım yapmayan, yalan haberi doğru haberden daha hızlı yayan sosyal medya platformlarının artık bir kamu güvenliği meselesi olduğunu gösteriyor.

Güçlülerin elinde çok büyük bir teknolojik kaldıraç var artık. Elon Musk mesela, dünya kamuoyunu  dilediği gibi manipüle edebilecek bir güce sahip. Birkaç kişinin elindeki algoritmalar karşısında bireyin hiçbir gücü yok. Kaygı verici bir süreç. Yolumuzu nasıl bulabileceğimizi henüz bilmiyoruz. Şiddet içerikli, gerçeklikten uzak videolar önümüze tekrar tekrar konuluyor. Yediğimiz içtiğimiz, izlediğimiz, okuduğumuz şeylere, siyasi görüşlerimizin oluşmasına sosyal medya karar veriyor ve biz bunun henüz farkında bile değiliz.”

Selçuk Hoca “Bir Mutluluk Reçetesi” kitabında, Yapay Zekâ, Sosyal Medya ve Toplumsal Kaos: Yalan Artık Gerçektir! başlığı altında adeta siyasi sahnesi Brexit dönemi ile birlikte, post-truth ders kitabı olarak okutulması gereken İngiltere’de gerçekleşen şu örneği veriyor.

“29 Temmuz 2024 Pazartesi günü, İngiltere’de üç küçük kız çocuğu 17 yaşındaki bir genç tarafından katledildi. Polis, olayın hemen ardından o genci katil zanlısı olarak tutukladı. Buraya kadar korkunç ama maalesef Batı’da yaygın olan seri katliamlardan biri olarak gazetelerde okuyacağımız bu olay, bir haftada onlarca İngiliz şehrinde ayaklanmalara sebep oldu. Gelin, bir ülkenin bu çağda yapay zekâ ve sosyal medya aracılığıyla nasıl karıştırılacağını gösteren bu vakayı inceleyelim. Bir ülkenin karıştırılabilmesi için öncelikle politik ortamın buna müsait olması şart. Toplumlar ancak eşitsizliklerin, adaletsizliklerin politik mekanizmalarla aşılamadığı ortamlarda karıştırılabiliyor. Toplumsal isyan gücünü siyasal kamplaşmalardan alıyor. Bu bağlamda İngiltere, Brexit sonrası süreçte kamplaşmaların yükseldiği bir arena. Bu ayaklanma çıktığı dönemde de İşçi Partisi tarihi bir zafer ilan ederek iktidara gelmişti. Ancak aşırı sağcı parti de pek azımsanamayacak bir oyla meclise girmişti. Malum, sağcıların bir numaralı sömürü malzemesi göçmen meselesi. 29 Temmuz’daki katliam, aşırı sağ için popülist politikaları gündeme taşıma fırsatı sundu. Katliamın üzerinden üç saat geçmeden, aşırı sağcı bir hesap sosyal medya platformlarında yapay zekâ tarafından üretilmiş kışkırtıcı görseller paylaşarak bu saldırının bir göçmen, hem de bir Müslüman göçmen tarafından gerçekleştirildiğini ima eden paylaşımlar yaptı.

Korkunç ve insanın kanını donduran görüntülerde bıçak sallayan sakallı erkekler ve İngiliz bayrağı tişörtü giymiş masum çocuklar vardı. Olayın üzerinden 24 saat geçmeden, çok hızlı ve organize biçimde, Elon Musk’a ait sosyal medya platformu X/Twitter’da milyonlarca takipçisi olan hesaplar, saldırganın iltica başvurusu yapan veya İngiltere’ye yasadışı yollardan gelen biri olduğunu iddia etti. İngiltere’de mahkemede yargılanırken yurtdışına kaçan aşırı sağcı lider Tommy Robinson, “Hükümetimiz bu Suriyeli adamı, masum çocukları bıçaklasın diye mi içeri aldı?” diye sordu. Tate ise bir video paylaşarak, “Bir belgesiz göçmen bugün Taylor Swift dans dersine girdi ve altı küçük kızı bıçakladı,” dedi. Nigel Farage, “Polis bizden neyi saklıyor?” diye sordu.

Bu içerikler olayların başlangıcında milyonlarca kez izlendi! Sosyal medyada bu viral kampanya devam ederken, polisin saldırganın göçmen olmadığını, saldırının bir terör eylemi olarak görülmediğini belirten açıklaması hiçbir etki yapmadı. Geleneksel basın yayın organları da eylemi gerçekleştiren kişinin Müslüman olmadığının altı çizdi, ama bu da camilere ve Müslüman derneklerine yapılan saldırıları durduramadı.”

Sosyal medya platformlarının ve yapay zekânın hayatımıza girmesiyle birlikte, Türkiye’de de “post-truth” yani “hakikat sonrası” kavramı demokrasi, kamu güvenliği ve medya güvenilirliği üzerinde onarılması zor yaralar açıyor. Tıpkı Sırbistan, Macaristan, Polonya, Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya ve diğer birçok ülkede olduğu gibi...

Yaşadığımız son olaylar da post-truth döneminin artık taçlandırılmış hali. İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve yakın çalışma arkadaşlarının yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmalarının üzerinden tam bir ay geçti.  Hükümet yanlıları bu tutuklamayı hukuki bir gereklilik olarak savunurken, muhalefet grupları bunu demokrasiye yönelik bir saldırı olarak değerlendiriyor. Bunun ikisinin birden doğru olması mümkün olmadığına göre bir taraf açık açık yalan söylüyor, daha doğrusu yalanı önce yaratıyor, sonra gizli tanıklarla, dedikodu üzerinden o yalanı kanıta dayandırdığını iddia ediyor.

Herkes kendi doğrusuna sıkı sıkıya sarılıyor, toplum iyice kutuplaştırılıyor, doğruları yazmaya çalışan, araştıran, sorgulayan gazeteciler halkı yanlış yönlendirdikleri iddialarıyla tutuklanıyor, haksızlıklar ve ekonomik zorluklar karşısında isyan eden ve anayasal haklarını kullanarak meydanlarda hak hukuk adalet arayan öğrenciler, onlara destek veren akademisyenler yine göz altına alınıyor veya tutuklanıyor,  proje okulları olarak bilinen Türkiye'nin en başarılı liselerinde görev yapan yüzlerce öğretmen  görev yaptıkları okula atanamıyor ve bu sefer lise öğrencileri durumu protesto ediyor. Buraya sığdıramayacağımız birçok önemli gündem maddesi ile uğraşıyoruz son bir aydır.

Peki hakikat sonrası dönem aşılabilir mi, aşılırsa nasıl aşılır ve aşılması ne kadar sürer? Bana, hükümetlerin şu anda işine gelen post-truth devri bir gün gelecek, bumerang gibi dönüp kendilerini vuracak gibi geliyor. Bu durumun yarattığı yozlaşma, çürüme, haksızlık, hukuksuzluk adaletsizlikle kendileri yüzleşmek zorunda kalacaklar. Belki tam da o zaman bir şeyler değişecek. Hakikat sonrası siyasetin etkilerini aşmak bir gecede olmayacak, belki on yıllar sürecek; ancak kararlı adımlar atarak yavaş yavaş bir değişim yaratmak bana imkansız görünmüyor. Hükümetler, eğitimciler, teknoloji şirketleri ve bireyler isterlerse hakikati öncelik haline getiren sistemler yaratabilirler. Bu hafta kendimce post truth dönemini nasıl atlatabileceğimize dair -tabii eğer istersek- birkaç tespitte bulunacağım. Daha derin tespitler için elbette müracaat Selçuk Hoca’nın “Bir Mutluluk Reçetesi”. Bir diğer kaynak olarak Erik Palmer’ın “Dijital Dünyada Araştırma: Öğrencilerime kaliteli çevrim içi araştırma yapmalarını nasıl öğretirim?” adlı kitabını da öneririm.

1. Medya okuryazarlığı: İnsanlara okudukları, izledikleri ya da sosyal medyada gördükleri bilgiyi eleştirel bir şekilde değerlendirmeyi öğretebilmek çok önemli. Eğer bireyler her önlerine çıkan kaynağa inanmazsa, gazetecilikte fact-check dediğimiz teyid veya doğruluk kontrolünü kendileri yapmaya çalışarak, güvenilir kaynakları sahte haberlerden ayırt etmeyi öğrenebilirlerse, duygusal manipülasyonun ve algı yönetiminin gücü azalır. Evet, bu dönem herkes birer gazeteci gibi yaşamak zorunda. Gazetecilik mesleğinin bittiğini söyleyenler utansın.

2. Eğitim: Günümüz gençliği hem gerçek, hem dijital bir dünyada bir kimlik savaşı veriyor. Bırakın gençliği bazen yetişkinler bile bu yarışın büyüsüne kapılarak, önlerine çıkan bilgileri hiçbir süzgeçten geçirmeden hakikat olarak kabul ediyor, yaşamlarına ona göre yön veriyor, üstelik bu bilgileri beğeni ve takipçi sayısı uğruna kontrolsüz bir şekilde yayıyorlar. Sosyal medyaya bazen öğretmenlerinden ve ailelerinden daha çok inanıyorlar. Bu nedenle post truth eğitimi, bana kalırsa ana okullarında oyunlarla başlayabilir, ilkokul itibariyle de müfredata girebilir. Eleştirel düşünce, biraz şüpheci olma, sorgulama, araştırma ve medya okuryazarlığını eğitim sistemlerine entegre etmek bir nesil, yaklaşık 20-30 yıl alabilir ancak hiç olmamasındansa geç olması daha iyidir.

3. Medya ve siyasette şeffaflık: Medyanın ne yazdığına değil, neyi yazmadığına bakılmalıdır. Hepimizin çoktan bildiği ve aynı gün aynı başlıkta çıkan gazetelerden tanık olduğu üzere yazılmayan veya çarpıtılan haberlerin arkasında mutlaka bir çıkar ilişkisi bulunmaktadır. Bu çıkar ilişkisi kimi zaman siyasidir, kimi zaman reklama veya farklı çıkar ilişkilerine dayalıdır. Böyle olunca da medyanın hem bilgi sağlama, hem de denetleme rolü anlamını yitirmektedir. Hükümetler ve medya kuruluşları şeffaflığı öncelik haline getirmelidir. Kurumlar süreçleri ve kararları konusunda açık olduğunda, işlerini iyi yaptığında, dürüst ve ahlaklı olmayı, maddi ve manevi çıkarlarının önüne koyabildiğinde yanlış bilginin yayılması zorlaşır.

4. Teknoloji platformlarının sorumlu tutulması: Sosyal medya platformlarının denetimi devletler tarafından değil de, uluslararası bağımsız ve şeffaf şirketler tarafından yapılabilir, yanlış haber yayanların cezai sorumluluğu olabilir. Tıklama tuzakları, halkla ilişkiler şirketlerinin yarattığı manipülatif içeriklerin yayılması kontrol edilebilir. Nasıl ki şu anda bu algoritmalar doğru bilginin yayılmasının önünde engelse, bunun tam tersi de mümkün. Daha sağlıklı bir içerik denetimi ve algoritmalarla doğru bilgiyi öne çıkarılabilir, yanlış bilgilerin yayılmasını engellenebilir.

5. Yapay zekânın rolü: Yapay zekâ post-truth konusunda iki ucu keskin bir kılıç. Bir yandan, deepfake'ler ve hedefli yanlış bilgilendirme kampanyaları devam edebilir ve hakikat sonrası dönem daha da karanlık bir hal alabilir. Öte yandan, yapay zekâ sahte haberleri tespit edip işaretleyerek, yanlış bilgi modellerini analiz ederek ve kanıta dayalı içeriği teşvik ederek bu mücadelede güçlü bir araç da olabilir. Yapay zekâ ve teknoloji platformları, yanlış bilgileri engelleme konusunda önemli bir rol oynayabilir. Bu alana yapılacak önemli yatırımlarla, belki de beş on yıl içinde dikkate değer ilerleme görülebilir.

6. Küresel İşbirliği: Yukarıdaki örneklerden de anlaşılabileceği üzere, hakikat sonrası, uluslararası işbirliğini gerektiren küresel bir sorun. Ülkeler yanlış bilgiyi tespit etmek ve teknoloji platformlarını düzenlemek için birlikte çalışırlarsa, ortak kurallar belirlerse daha hızlı bir çözüm elde etmek mümkün olabilir.

Ayşe Acar kimdir?

Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. 

Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. 

Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. 

Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. 

Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 

2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. 

Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.

Yazarın Diğer Yazıları

12 maddede Banksy ve göç temalı eserleri

Vancouver’da The Art of Banksy Without Limits sergisini gezdim, Banksy ve göç temalı eserlerini, hangi nedenle olursa olsun yerlerinden edilen göçmenler için yazdım

Aile Yılı’nda büyük bir ‘Türkiye Ailesi’ hayali

Uluslararası Aile Forumu, 22-23 Mayıs tarihlerinde İstanbul'da düzenlendi. Forumda aileyi güçlendirmeye yönelik politikaların devam edeceği vurgulanırken, ben Narin’i, Mattia Ahmet’i, Abdurrahman’ı, Kartalkaya Otel’de zehirlenerek ölen, Isias Otel’de enkaz altında kalan çocuklarımızı ve daha nicelerini düşündüm. Ali Asaf ise her şeye rağmen umudun sembolü oldu

Yırtın bakalım hayatınızın parçalarını...

Bu hafta Türkiye’nin yoğun gündeminden biraz müsaade isteyerek, bir sanat terapisi olarak kolajı yazmak istedim. Hadi yırtın bakalım hayatınızın parçalarını, sonra tekrar birleştirin. Bakalım bilinçaltınız size ne diyecek?

"
"