22 Mart 2023

Bartu Bölükbaşı: Eski Türkler’de devlet kurumu şimdiki gibi sorgulanamaz bir kutsallıkta değildi

Yazar-çizer Bartu Bölükbaşı ile geçtiğimiz haftalarda piyasaya çıkan Eski Türk Portreleri kitabı vesilesiyle bir araya geldik, Türklerin neden Zeus’u Afrodit’i, Umay Ana ve Tengri’den daha iyi tanıdığını, İslamiyetin kabulünden önce Türklerin yarı göçebe yaşantısını konuştuk.

Aydın’da geçirdiği çocukluk yıllarındaki en yakın arkadaşları babasının kütüphanesi aracılığıyla tanıştığı Truvalı Hektor, Gorgon Medusa ve Herakles oluyor. Aile fertleri ya doktor ya avukat olsa da o kariyerini çizim üzerine odaklıyor. İlk mitolojik çocuğu Hasaryalı Gesar ile İslamiyet öncesi Şamanist-Budist Türk kültürüne özlem duygusunu aktarıyor. Geçtiğimiz yıl piyasaya çıkan Türk Mitoloji Atlası mitolojimizi sistemli bir kayıt altına alarak alanında bir ilk olma özelliği taşıyor.

Bu haftaki konuğumuz yazar-çizer Bartu Bölükbaşı. Bölükbaşı ile geçtiğimiz haftalarda piyasaya çıkan Eski Türk Portreleri kitabı vesilesiyle bir araya geldik, Türklerin neden Zeus’u Afrodit’i, Umay Ana ve Tengri’den daha iyi tanıdığını, İslamiyet'in kabulünden önce Türklerin yarı göçebe yaşantısını konuştuk.

“Eski Türkler’in güç istenci çok daha yoğundu.

İktidar için rekabet daha fazlaydı ve genel olarak devlet kurumu

şimdiki gibi sorgulanamaz bir kutsallıkta görülmüyordu.

 Toplum çok dinli, çok dilli ve kültürel olarak daha özgürdü.

Başarısız Kağanlar boy meclisi tarafından anında görevden alınır

ve yerine daha yetkin biri seçilirdi. Şimdi ise daha çok

Emevi rejimini andıran dinsel bir otoriterlik altında yaşıyoruz.”

Bartu Bölükbaşı

- Mitolojiye ilginiz nasıl başladı?

Ebeveynlerim doktor olduğu için tayinleri sebebiyle çok fazla şehir değiştirdik. O yaşlarda yeni girdiğiniz yabancı ortamlara adapte olmak, her defasında yeni arkadaşlar edinmek zor olduğu için vaktimin tümünü babamın devasa kitaplığını karıştırıp çizim yapmakla geçiriyordum. Lisenin son yıllarında potansiyelimi maksimum biçimde sergileyeceğim mesleğin çizerlik olduğuna hem ben ikna olmuştum, hem de yıllar yılı ailemizde bol bulunan doktorlar ve hukukçuların izinden gitmem için direten ailem nihayet rıza göstermişti. Böylece Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kazandım. Mitoloji ise doğduğum aile kültürümüzün çıktısıydı.

"Hayatın sıkıcı griliği mitolojiyle rengarenk oluyordu"

- Anlatır mısınız?

Babam yedi dil bilen ve kendi alanı dışındaki bilimsel disiplinlere müthiş bir merak duyan bir nörolog. Hayatı boyunca arkeoloji, teoloji, antropoloji, psikoloji, tarih, siyasi kuram ve felsefe kitapları toplayarak bir köşeye yığmış. Aydın'da geçirdiğim çocukluğum boyunca beni antik kentlerde gezdirirken İlyada ve Odyssea gibi eserleri akıcılıkla anlatıp beni adeta mitolojik atmosferin içine sokardı. Truvalı Hektor, Gorgon Medusa ve Herakles gibi figürler neredeyse günlük hayatta karşılaştığım tiplermiş gibi gelirdi. Yaşadığım bu peri masalı hissiyatı zamanla bende bağımlılık yaptı ve hayatın sıkıcı griliğinin bu duygu sayesinde capcanlı renklere boyanabileceğini farkettim. O günden beri mitolojik zaman gündelik yaşamdaki zaman algımla bütünleşti diyebilirim. 

"Türk aydınları Türk mitolojisi konusunda meraksız"

- Türk mitolojisine ilgi nasıl başladı?

Uzun süre boyunca Akdeniz uygarlıklarının mitolojik panteonlarını okudum. Grekler, Mısırlılar ve Anadolu krallıklarının mitlerinde doyuma ulaştığımı hissettiğim yıllarda Cermen mitolojisi popülerleşmeye başlamıştı. 2000’lere geldiğimizde başta oyun sektörü olmak üzere popüler kültür endüstrisi mitolojik malzeme emen devasa bir makineye dönüşmüştü. Bu dönem aynı zamanda kimlik bilincimin geliştiği yıllardı ve uluslararası alanda rağbet gören bunca mitolojik panteon arasında Türk panteonunun bulunmaması beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Dahası kültürel üretim alanındaki bu başarısızlığımız halkın umrunda dahi değildi. Sadece eğitim düzeyi düşük kesimler değil güya mürekkep yalamış aydın kesimlerimiz de söz konusu Türk mitolojisi olduğunda aynı oranda zır cahil ve meraksızlardı. Bu köksüzlük ve vurdumduymaz tavır karşısında öfkeye kapılarak Eski Türk kültürünün köklerini keşfetme macerama giriştim.

"Hasaryalı Gesar, İslam öncesi Şamanist-Budist Türk kültürüne özlemin simgesi"

- İlk mitolojik çocuğunuz Hazaryalı Gesar’la vermek istediğiniz mesaj neydi?

Hazaryalı Gesar bir yönüyle 1980 darbesinin ardından darbeci paşalar eliyle iktidara taşınan siyasal islamcıların belleklerden silmeye çalıştığı İslam öncesi Şamanist-Budist Türk kültürüne özlem duygusu, diğer yönüyle Türk mitolojisinin Slav, Çin, Hint, İran ve Japon mitleriyle iç içe geçtiği birleşik bir doğu mitosu evreni. Gesar'ı yaratırken özellikle Alphonse Mucha'nın Slavonic Epoc koleksiyonu, John Buscema'nın resmettiği Barbar Conan serisi ve Andrzej Sapkowski'nin müthiş eseri Witcher serisinden ilham almıştım.

"Türk mitolojisi Budizm’in etkisi bilinmeden anlaşılmaz"

- Türkiye’nin ilk mitoloji atlasını yarattınız. Anlatır mısınız?

Türk mitolojisi atlasının dağınık halde bulunan mitolojik söylencelerimizi bir araya getirmek ve Rus, Fin, İrlandalı halk bilimcilerin izinden gidip mitolojimizi sistemleştirerek yeniden inşa etmekti. Atlasta Türk mitolojisini bugüne kadar sık yapıldığının tersine hamasetten sonuna dek uzak durarak diğer kültürlerin mitolojileriyle karşılaştırmalı biçimde ele aldım. Özellikle de Rus, Hint ve Kelt mitolojilerine özel bir önem verdim. Türk mitolojisi çevre kültürlerin ve özellikle de Budizmin etkisi bilinmeksizin anlaşılamaz. Temel gayem Türk mitolojisini okurun zihninde başı sonu belli, üç boyutlu bir sistem olarak inşa etmek ve diğer halkların mitolojilerine de ilgi duymalarını sağlamaktı. Atlas müthiş bir coşkuyla karşılandı ve tam üç defa piyasaya çıkmadan ön sipariş aşamasında tükendi. Dördüncü baskısı şu an raflarda.

"Türk şamanizmine hayranlığın ümmet algısını zayıflatacağını biliyorlar"

- Herkes Zeus’u, Afrodit’i bilir de, herkes Tengri’yi ya da Umay Ana’yı bilmez mesela. Neden böyle oldu sizce?

50 yıldır ülkeyi yöneten milliyetçi-mukaddesatçı hükümetler Kemalist aydınlanma atılımlarının kökünü kazıyarak ulus bilincini köreltip ümmetçi bir toplum yaratmaya çabalıyorlar. Bu uğurda bir yandan kadınlar siyasal alandan atılıp eve kapatılmaya ve "kocasının kölesi, çocuklarının anası" türevi geleneksel bir kimliğe hapsedilmeye çalışılıyor, LGBTİQ+ bireylere karşı cadı avı başlatılıyor, Deistler sapkınlıkla itham ediliyor, işçi ve öğrenci eylemlerine saldırılıyor, hayvanlar hunharca katlediliyor hatta metroya binen bir sokak köpeğine kaka kumpası dahi yapılıyor. Tüm bunlar halkı siyasal islamcı ümmet kimliği içinde tutmak için yapılıyor bu yüzden ortaçağdan kalma ümmet kimliğinin antitezi olan her kimliğe saldırıyorlar. İktidar eski Türk kültürünün görece özgür, doğa ile iç içe ve çok tanrıcı bir kültür olduğunun farkında olduğu için Türk Şamanizmine yönelik hayranlığın ümmet algısını zayıflatacağını biliyor bu yüzden hem eğitim müfredatında hem de kültür endüstrisinde Türk mitolojisini belleklerden silmeye çabalıyor. Silemediği durumlarda da açıkça yalan söyleyerek eski Türk dinini İslama benzermiş gibi çarpıtmaya girişiyor.

"Tek bir dinin tek bir mezhebi topluma dayatılıyor"

- Yarı göçebe Türklerin o zamanki hayatlarıyla bu zamanki hayatları arasında en büyük farklar ne?

Bana sorarsanız en büyük fark Nietzsche’ci tabirlerle konuşmak gerekirse güç istenci. Eski Türkler’in güç istenci çok daha yoğundu. İktidar için rekabet daha fazlaydı ve genel olarak devlet kurumu şimdiki gibi sorgulanamaz bir kutsallıkta görülmüyordu. Toplum çok dinli, çok dilli ve kültürel olarak daha özgürdü. Başarısız Kağanlar boy meclisi tarafından anında görevden alınır ve yerine daha yetkin biri seçilirdi. Şimdi ise daha çok Emevi rejimini andıran dinsel bir otoriterlik altında yaşıyoruz. Başarısız yöneticiler lağvedilemiyor, kadınlar üstünde muazzam bir baskı var, devlet ve yöneticiler dinsel bir kılıfla sorgulanamaz kılınmış halde. Tek bir dinin tek bir mezhebi topluma dayatılıyor. Halk ise müthiş bir biatkarlıkla kullaştırılmış halde. Kısaca özgürlüğümüzü ve yaşama dair iştahımızı kaybetmiş durumdayız.

"Eski Türkler bu dünya için yaşıyordu"

- İçinden geçtiğimiz şu süreçte pek anlamlı söyledikleriniz... Peki Türk Şamanizm kültürü nasıldı?

Türkler içinde yaşadıkları evreni tanrılarıyla, doğa ruhları ve yarı tanrısal kahramanlarıyla bir bütün olarak algılarlardı. Kişi verimli bir hayat yaşamak adına doğanın çeşitli mekanlarına ve elementlerine hükmeden tanrılara tapınır ve kurbanlar sunardı. Türkler İbrahimi dinlerin ahlak anlayışlarında görüldüğü üzere öte dünya için yaşayan ve bedensel zevklere yönelik arzularını şiddetle bastıran bir toplum değildi. Bu dünya için yaşayan ve doyasıya yaşama aç, özgür ruhlu bir halktı. Doğal olarak içkiye, ziyafete, cinselliğe, savaşa ve keşfe düşkün, meraklı tiplerdi.

"Ana Tanrıça Umay ve yardımcısı Yayık ruhları yeryüzüne indirir ve hamile kalacak kadınların karnına yerleştirir"

- Doğum, yaşam ve ölüme nasıl bakılırdı?

Türk mitolojisinde erken dönemde hayat ağacı üst dünya, orta dünya ve yeraltı diyarlarını birbirine bağlar. İskandinav mitolojisindeki “Yggdrasil”in karşılığıdır. Hayat ağacının tepesinde Ana Tanrıça Umay bulunur ve ağacın çevresini kaplayan süt gölünden kuş formunda ruhlar yaratarak yardımcısı Yayık’a verir. 

Yayık ruhları yeryüzüne indirip hamile kalacak kadınların karınlarına yerleştirir. Bunun yanı sıra hayat ağacı bir reenkarnasyon makinesi gibi çalışır. Ölenlerin ruhları kuş formunda orta dünyadan uçup ayrılarak dinlenmek üzere hayat ağacının dalları arasına çekilir. Ruhlar yeterince dinlenip olgunlaştıklarında Umay’ın girişimiyle yeryüzünde yeniden bedenlenirler. Zamanla Umay'ın bu rolünü yeraltı tanrısı Erlik alır ve ölenlerin ruhları Erlik Han’ın yeraltı dünyasına çekilerek bizim dünyamıza benzer bir yaşam sürerlerdi.

Yeraltı tanrısı ve ölülerin efendisi Erlik Han'ın Bartu Bölükbaşı'nda özel bir yeri var. Erlik, babaları Kayrakan'ın yeryüzünü yaratıp kayıplara karışmasının ardından baş tanrılık tahtına oturan kardeşi Ülgen ile bitmek bilmez bir rekabet içinde. Yeryüzündeki savaşı kaybedip yeraltı dünyasına sürgün ediliyor fakat orada da pes etmeyip kardeşinin gökler diyarındaki krallığına denk güçte bir yeraltı krallığı kuruyor bu yeni topraklarda.

- Gelelim geçtiğimiz haftalarda çıkan Eski Türk Portreleri kitabına...

Eski Türk portreleri eğitim sistemimizde asla karşılaşmayacağınız kadınlı erkekli rengarenk Türk tarihi figürlerinin bulunduğu illüstrasyonlu bir biyografi kitabı. Ordular yöneten kraliçelerden tutun da, bozkırdan çıkıp Hindistan'ı işgal eden ve Hinduizmi benimseyerek orada tutunmaya çabalayan kralların öyküleri var bu kitapta. Bir yönüyle de resmettiğim tipler aracılığıyla ortak bir Eski Türk estetiği yaratma amacı taşıyorum.  

"Çekya’ya göçtüm ama geri döndüm, kendi ülkeme kök salmışım"

- Sizin Çekya’ya bir göç maceranız var. Neden gittiniz, neden döndünüz?

Tamamen siyasi sebeplerle gittim. Ülkenin gidişatını hiç iyi görmüyordum ve umudum hayli azalmıştı. Hesap etmediğim şey ise kendi ülkemde ne kadar kök saldığım ve kimliğimin bu topraklara ne kadar sinmiş olduğuydu. Bu yüzden yurtdışında Türkiye gündemini daha da fazla takip etmeye başladım. Çekya da sorunlu bir dönemden geçiyordu. Bir yanda Anglo-sakson eğitim kurumlarıyla ülkeyi liberalize etmeye çabalayan AB’ciler diğer yanda Rus yanlısı milliyetçi gruplar arasında sıkışmış bir Çek toplumu gördüm. Kısa süre sonra dayanamayarak geri döndüm ve kendimce bir mücadele vermeye başladım. Hayatımın en doğru kararıydı.

"Amacım Atatürk’ün meşalesini yaktığı Türk hümanizmasını sürdürmek"

- Yaptığınız işi yurt dışında yapsanız adınızı daha çok duyurabileceğinize inanıyor musunuz?

Bu toprakların kültüründen beslenen bir insan olarak işimi yurtdışında yapabileceğimi sanmıyorum. Başka bir ülkede başka bir halkın mitolojisini resmederek hayatımı kazanabilirdim ama bu tereciye tere satmak olurdu.

- Hedefleriniz neler?

Öncelikli hedefim Türk mitolojisine uluslararası alanda hak ettiği prestiji kazandırmak. Nihai hedefim ise kitaplarım aracılığıyla halkımızın gerek İç Asya gerek Anadolu uygarlık mirasını ve insanlığın evrensel değerlerini bir bütün olarak sahiplenmesini sağlayarak uzun süredir yaşadığı kimlik krizini sonlandırmak. Kısacası Atatürk'ün meşalesini yaktığı Türk hümanizmasını sürdürmek.

Ayşe Acar kimdir?

Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. 

Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. 

Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. 

Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. 

Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 

2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. 

Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Kanada’ya göç kısıtlamaları

Bugüne kadar birçok kez Kanada’ya nasıl göç edileceğini yazdık. Bu hafta Covid sonrası hızla büyüyen nüfusu kontrol altına almak için Kanada göçmenlik programlarına getirilen kısıtlamaları yazıyoruz

Seksizm ve Ageismin kesişen kümesi: Kadın

Tekrar dünyaya gelsem yine kadın olarak gelmek isterdim. Ama geldiğim dünya farklı olsun isterdim.  25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele haftasında, yaş ve cinsiyet ayrımcılığından (cinsiyetçi ageism) yola çıkarak, hayatın her alanında kadınların yaşadığı psikolojik şiddeti yazdım

Bir insanın en yaratıcı yaşı kaçtır?

Ohio Devlet Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, insan yaratıcılığı iki farklı dönemde zirve yapıyor; biri yetişkinliğin ilk yıllarında, diğeri ise ilerleyen yaşlarda... Bir de hem gençliklerinde hem de yaşlılıklarında yaratıcılığın zirvesini zorlayanlar var. The Cure’un solisti Robert Smith gibi...

"
"