13 Temmuz 2025

Körler Ülkesi’nden bizim memlekete: Bugün git, yarın yine gelirsin

“Aydınlıktan yarı karanlığa öyle yavaş geçmişlerdi ki ne kaybettiklerinin hemen hiç farkında değillerdi”

ayfer feriha nujen 13 temmuz haftalık

H.G. Wells’in 1904 yılında kaleme aldığı “Körler Ülkesi” (The Country of the Blind), yalnızca bir bilimkurgu hikâyesi değil, aynı zamanda insan doğasının, toplumsal normların ve farklılıklar alegorsinin evrensel bir yansıması. And Dağları’nın kuytusunda, görme yetisini nesiller öncesinde kaybetmiş bir topluluğun yaşadığı izole bir vadiye düşen Nuñez’in öyküsü, bireyin toplumla çatışmasını, farklılığın lanetini ve uyumsuzluğun bedelini anlatır. Birey toplumunu kendi içinde taşıyan, yürüyen ve düşünen bir nesne olduğu için bu tür hikayeler bireyi doğrudan etkileyen çünkü bizzat bireyin içinde türeyişini sürdüren toplumların yarattığı toplumsal olanla ilgili hikayeler olarak varolur. Her birey gibi Nuñez de görme yetisiyle vadinin kralı olabileceğini sanırken, körler tarafından bir deli, bir anormal olarak görülür. Doğrunun bir tane olması onu doğru kılmaya yetmez çünkü. İnsanoğlu için bir şeyin ya da durumun doğruluğunu belirleyen şey onun etrafında toplayabildiği çoğula bağlıdır. Demokrasi? Değil tabii. Dünyanın en kalabalık ülkesi Hindistan’da ineklere tapılıyor olmasının sebebi de bu. Oysa Nuñez’ın gözleri, vadinin karanlığında bir lütuf değil, bir yüktür. Bu hikâye aslında bizim toplumumuzun da tarihsel ve kültürel dinamikleriyle kusursuz bir biçimde örtüşür; bireyin toplum karşısındaki yalnızlığı, farklılığın reddi ve normlara uyma baskısı, Türkiye’nin toplumsal serüveninin de bir başka biçimidir. “Körler Ülkesi”ni Türk toplumuyla kesişen bir aynaymış gibi elimize aldığımızda birey-toplum çatışmasından, farklılıkların ortaya çıkma biçimlerine, farklı olanın dışlanmasına, izolasyonun gölgesinden, algıdan öznelliğine kadar, Wells’in hikâyesinin Türk toplumunun ruhunda da yankılandığını görürüz.

Nuñez’in vadisi, bir anlamda Türk toplumunun tarihsel ve sosyolojik vadileridir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, kırsaldan metropole, gelenekten moderne uzanan bu uzun yolculukta, Türk toplumu çok zengin bir çeşitliliği kucaklamış ve bütün bu farklılıklara karşı da inatçı kör bir direnç göstermiştir. Nuñez’in görme yetisi, onun vadideki en büyük hazinesi olabilecekken, körler için bir delilik işareti olarak kalmıştır. Türk toplumunda da bireysel özgürlükler, yenilikçi fikirler ya da alışılmadık yaşam tarzları, sıklıkla bir tehdit, bir yabancılık olarak algılanmıştır. “Körler Ülkesi” sadece bu yüzden bile yalnızca bir hikâyenin değil, bir milletin, insan ırkının ruhunun da öyküsüdür. Nuñez’in vadideki ilk anları, bir yabancının Türk toplumuna adım attığında hissettiği o ilk şaşkınlığa benzer. Osmanlı’nın son yüzyılında, Batı’dan gelen yenilikler—matbaa, modern eğitim, kadın hakları—toplumun bazı kesimlerinde hayranlık uyandırırken, diğer kesimlerde bir rahatsızlık, bir yabancılık hissi yaratmıştır. Tanzimat Fermanı (1839), bireysel hakları güçlendirme vaadiyle gelirken, geleneksel düzenin bekçileri bu yenilikleri bir sapma olarak görmüştür. Nuñez’in “görme”yi anlatmaya çalışırken körlerin alaycı gülüşleriyle karşılaşması, tıpkı köksüz ve yeniden goncalanmayı hedefleyen modernleşme yanlılarının geleneksel toplumun duvarlarına çarpmasına benzer. Kurtuluş Savaş’ı yıllarında bir Onbaşı da olan Halide Edip Adıvar’ın, bir kadın olarak yazdığı eserlerle ve toplumsal mücadelelerde karşılaştığı direnç de Nuñez’in vadideki yalnızlığına eş bir yankıdır. Görme yetisi, yani bireysel farkındalık, bazen en büyük lanet olur; çünkü toplum, kendi karanlığında rahattır.

Türk toplumunun tarihinde, farklılıkların kabulü her zaman sancılı olmuştur. Körler vadisinde Nuñez’in gözleri, bir hastalık olarak görülürdü bu yüzden; öyle ki, toplum onu “iyileştirmek” için gözlerini çıkarmayı önerir. Bu bütün toplumların bildiği en iyi şeydir. Bu, Türk toplumunda farklılıkları “düzeltme” ya da “normalleştirme” çabalarının da eşsiz bir örneğidir bence. Cumhuriyetin erken dönemlerinde, ulus-devlet inşası sürecinde, etnik ve dini farklılıklar birleştirici bir kimlik altında eritilmeye çalışılmıştı aynı şekilde. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, zaman zaman kendi “görme” yetileri—yani kültürel kimlikleri—nedeniyle dışlanmış, asimilasyon politikalarına maruz kalmışlardı. Bu, körler vadisinin Nuñez’e “Bize uy, yoksa dışlanırsın” deyişiyle eşdeğer. Günümüzde de bu dinamik devam eder: LGBT+ bireyler, muhalif sanatçılar ya da geleneksel normlara meydan okuyan gençler yahut tam tersi varlık göstermek istenler toplumun bir diğer kesimi tarafından daima “anormal” addedilir. Nuñez’in gözlerinin bir tehdit olarak görülmesi, Türk toplumunda farklılığın sıklıkla bir tehlike olarak algılanmasının benzer örneklerini de içerir. “Körler Ülkesi”nin temel yörüngesini oluşturan izolasyon böylece bir kuşatmaya döner. Söz konusu vadi bizim memleketi de temsil eder ve dış dünyadan kopuk, kendi kurallarını, dilini, düzenini yaratmaktan başka bir hedefi de olmaz. Türk toplumu da tarihinbazı dönemlerinde benzer izolasyon kuşatmalarına maruz kaldı, bugün de olduğu gibi. Osmanlı’nın son yüzyılında, dünya ile sınırlı temas, toplumun kendi içinde kapalı bir düzen geliştirmesine neden oldu. Bugünse bu kuşatma doğrudan bireyler üzerinden cereyan etmekte. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Anadolu’nun kırsal kesimleri, körler vadisine benzer şekilde dış dünyadan kopuk, kendi gelenek ve normlarıyla varlığını sürdürmekteyken bugün ahlaki hezeyanlarla kendini göstermekte. Bu izolasyon, yeniliklere karşı bir direnç yaratmış; tıpkı körlerin Nuñez’in görme yetisini anlamayı reddetmesi gibi Türk toplumu da gelenekle modernleşmenin birlikte dalgalanmalarına karşı zaman zaman kendi karanlığına sığınmıştır. 1920’lerde köylerde radyo gibi teknolojik yenilikler, bazı topluluklar tarafından “gavur icadı” olarak görülürken daha kentli çevrelerde Halk edebiyatı örneğin aşağılanmış ve daha zor kabul görmüştür, tıpkı Nuñez’in “görme” kavramının vadide anlamsız bulunması gibi.

Algı ve gerçeklik ise, “Körler Ülkesi”nin en derin sorgulamalarından biridir. Nuñez için gerçek olan görme yetisi, körler için bir hayal, bir delilik göstergesi… Türk toplumunda da gerçeklik, sıklıkla öznel bir kavramdır.. 1980’ler ve 1990’larda Kürt meselesine dair devlet narrative’i ile Kürt toplumunun kendi gerçekliği arasında derin bir uçurum vardı. Devlet, sorunun varlığını reddederken, Kürtler kendi kimliklerini haykırıyordu. Bu, Nuñez’in “Ben görüyorum!” diye bağırmasına, körlerin ise “Bu ne anlama geliyor?” diye karşılık vermesine benzer. Günümüzde sosyal medya çağında, farklı grupların kendi “gerçeklik” algıları daha da belirgin üstelik. Bir kesim için özgürlük olan bir davranış, başka bir kesim için ahlaksızlık olarak görülebiliyor. Çünkü her kesim ötekinin neye ihtiyacı olduğundan çok sadece ötekinin üzerinde tahakküm kurabilceği gücü kendisine verecek olana ihtiyaç duyuyor. Bu öznel gerçeklikler, Türk toplumunu da bir körler vadisine dönüştürüyor; herkes kendi karanlığında haklıdır çünkü. Uyum ve özgürlük arasındaki ikilem, Nuñez’in hikâyesinde de bir doruk noktasıdır.. Nuñez, sonunda vadiden kaçmayı mı seçecek, yoksa körlerin normlarına uyarak gözlerinin oyulmasına razı mı olacak? Bu soru, Türk toplumunun bireylerinin de sıkça yaşadığı bir ikilem. Geleneksel aile yapılarında, bireyler genellikle kendi arzularını bastırarak toplumun beklentilerine uymak zorunda yaşarlar. Bir gencin meslek seçimi, evlilik kararı ya da yaşam tarzı, ailenin ya da mahallenin normlarına göre şekilleniyor. Çünkü bütün bunların ekonomik sınırını belirleyen de bu oluyor. Bu, Nuñez’in gözlerini kaybetme pahasına vadide kalma seçimiyle de eşdeğerdir. Özgürlük, birçok toplumda olduğu gibiTürk toplumunda da genellikle bir bedel talep eder; tıpkı Nuñez’in özgürlüğü için vadiden kaçması gerektiği gibi.

Türk toplumunun bu dinamikleri, “Körler Ülkesi”ni yalnızca bir hikâye olmaktan çıkarıp, bir milletin kendi körlükleriyle yüzleşme öyküsü olduğunu da gösteriyor... Nuñez’in yalnızlığı, Türk toplumundaki bireylerin yalnızlığına tekabül ediyor. Onun görme yetisi, bireyin özgünlüğü, farklılığı, hayalleri; körler vadisi ise, toplumun normları, gelenekleri, beklentilerine karşılık geliyor. Ancak bu çok da karanlık bir tablo değil. Türk toplumu, tarih boyunca farklılıkları kucaklama kapasitesine de sahip oldu. Osmanlı’nın çok kültürlü mirası, Cumhuriyetin modernleşme hamleleri, genç nesillerin özgürlük arayışı, bu toplumun körlükten sıyrılma çabaları oldu daima. “Körler Ülkesi”, Türk toplumuna da bir ayna. Nuñez’in vadideki çaresizliği, bireyin toplum karşısındaki çaresizliğidir, ama aynı zamanda onun direnişi, bireyin özgürlük arzusunu da temsil eder. “Körler Ülkesi”nden bizim memlekete “bugün git yarın yine gelirsin”ci toplumlar, bu hikâyeden bir ders çıkarabilir mi? Tabii! Farklılıkları reddetmek yerine anlamaya çalışmak, körlükten sıyrılmanın ilk adımıdır. Nuñez’in gözleri, belki de Türk toplumunun kendi görme yetisini yeniden keşfetme cesaretidir.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tanrı’dan başka her şeye inanmak: Dinlerin siyasallaşması

Dinin siyasallaşmasının geleceği, teknolojinin ve dijital iletişimin etkisiyle tozu dumana daha da katacak tabii. Küresel düzeyde büyük demografik değişimler belki de en çok bu konuda büyük tutarsızlıklar, anlaşmazlıklar yaratacak ve kontrol güçlükleri daha fazla iç karışıklıklara neden olacak

Mütevazı duruş, güçlü bir ses: Lübnan’ın siyah incisi Feyruz

Savaşın, krizlerin ve bölünmelerin ortasında, Feyruz’un sesi, Lübnanlılarla birlikte dünyada olmanın acısını kalbinde duyan herkesi bir araya getirdi. Mütevazı duruşu, güçlü sesiyle birleştiğinde, Feyruz, bir ekole dönüştü

Rudolf Bultmann, Eskatolojik an: Dini mi güncelleyelim, yoksa tarihi mi?

“Hayatımız boyunca her gün ve her saat, değişen ve değişmeyen benliklerimizi değişen ve değişmeyen şartlara uydurmaya çalışırız; aslında yaşam bir uyum sağlama sürecinden başka bir şey değildir; bu süreçte küçük bir hata yaparsak “budala”, göze batacak türden bir hata yaparsak deliyizdir; bir süreci bir süreliğine ertelersek uyur, çabalamaktan vazgeçersek ölürüz” - Samuel Butler

"
"