29 Aralık 2019

Yaşlı, yorgun ve evli adama mektup

Boynumuza asılı yüklerimize şefkat duyabileceğimiz bir yıl olmasını diliyorum. Dostunuz olarak kalmaksa kendim için dileğim...

Kıymetli Dostum,

Hitabımdan da anlamışsınızdır, mektubum Zweig'a, Kafka'ya, Stendhal'a, Freud'a ve daha nicelerine ve onların mektuptaşlarına ara ara selam gönderecek. Siz de bazen Milena ya da Mathilde, bazense Einstein olacaksınız bu durumda. Ama kaygılanmayın, cevap beklemiyorum, hatta bir daha yazabilir miyim onu dahi bilmiyorum. Mektup bu çağda her anlamda uzun bir uğraş, hele döngüyü tamamlamak isterseniz. O yüzden bu mektubun benimle birlikteliği Sirkeci Postanesinde sonlanacak.

Her sabah işe giderken birbirini kesen köprüler ve kavşakların altındaki ölü noktada, otoyolun hemen yanında bir çadır görüyorum. Köprülü kavşağın altındaki bu çadırda bir evsiz yaşıyor. Egzoz dumanının, halk otobüslerinin, işe yetişmeye çalışan bıkkın insanların, gece yarışçılarının, travestilerin, pisi pisine kazaların, kanın, isin, idrarın ve terin tam ortasında. Görünmemek, kaybolmak için mükemmel bir yer. Çadırının önüne iki sopa dikti sonbaharda. Sopaların arasına bir ip gerdi. Her sabah battaniyesini ipe asıp havalandırıyor. Ardından bir iskemle ve bir sehpa geldi çadırın önüne. Belli ki bu evsizin eşyalarla arası iyi. Her sabah gözlerim onu arıyor. Hala orada olup olmadığını merak ediyorum. Geçenlerde bir demet beyaz gülü çadırın önündeki küçük, taşlı toprak parçasına sapladı. Belli ki tutmasını umuyor. Oysa güllerin kökü yok. Yanında kız arkadaşı, sevgilisi, karısı oturan adamların arabasının camına dayanan çiçek satıcılarına ait bir demet beyaz gül. Sapları bir paket lastiği ile tutturulmuş. Belki satılmayı başarmış ama ardından çıkan kavgada kadınlardan biri bu zoraki hediyeyi camdan dışarı fırlatmıştır. Ya eski bir ilişkinin taraflarıdırlar, birbirlerini incitme konusunda çekinceleri kalmamıştır, ya da surat asma, iğneleme, iyi bir şey söylüyormuş gibi yaparak kötü şeyler söyleme, memnuniyetsiz, gülüşsüz, şüphe ve eleştiri dolu bakışların aslında öfke ve nefretin diğerine doğru savrulan hali olduğunu bilmeyecek kadar aymaz, öğrenmeyecek kadar umursamazdırlar.

Son günlerde sizi sıkça düşünüyorum. Hatırlıyor musunuz? Bir çukur vardı. Binanın hemen yanında kazılan, her geçen gün biraz daha derinleşen, bir çocuğun büyümesini görememek gibi, nasıl derinleştiği anlaşılamayan canlı bir çukur. Çukura hayranlıkla bakıyordunuz. "Arada bir çukura bakıyorum" dediniz. "Beni çok etkiliyor" Çukurları seyretmeyi seven iki kişinin yan yana gelebilme olasılığına inananan birine benzemiyordunuz. Sustum o yüzden.

Sohbetlerimizin bende kalan tortusunu hatırlıyorum. Hatta geçenlerde böyle bir anımda bir haiku karaladım. Yürüyordum, yanımda kağıt yoktu. Unutmamak için bir mantra gibi tekrarladım içimden, yürüyüşüm bitene kadar. Haiku, Japonların yaşama değen şu küçük, kıymetli anları. Arındırıcı, terapi edici bir yanları var bu küçük şiirlerin. Son zamanlarda ara ara yazıyorum. Hızla gelen bir çağrışım daha da hızlı terk ediyor beni. Hemen yazmam gerekiyor. Lafı uzatmayayım, sizi hatırladığımda gelen çağrışım bana şu on yedi heceyi yazdırdı.

Bir kuş uçuşu

Aramızdaki deniz

Seslensem duyar

Ne zamandır yüreğimde bir yükle yaşıyorum. Bunu nasıl anlatacağımı bilemezken daha dün okuduğum bir metin "İşte bu!" dememe neden oldu. Bilmem okudunuz mu? 18. yüzyıl İngiltere'sinden bir yazar Coleridge. "The Rime of the Ancient Mariner" adlı uzun bir şiiri var. Aslında metin, düzyazı, balad ve şiir arasında kalmış kendine özgü bir metin. Türkçe'ye Şavkar Altınel'in enfes çevirisiyle "Yaşlı Gemici" olarak girdi. Bir gemicinin yaşamla ölüm, hayalle gerçek arasındaki bulutsu öyküsünde, gemici bir albatrosu öldürür. Nedensiz bir cinayettir bu ve ardından yolculukta tıpkı cinayet gibi, nedensiz aksilikler baş gösterir. Adeta bir lanet siner gemiye. Gemici karaya ayak bastığında boynunda asılı ölü bir albatros görür bundan böyle diğerleri. İngiliz mitolojisine "Kötü akıbet, insanın taşımakta zorlandığı ruhsal bir yük" olarak girer albatros. Bir yük bu kadar mı güzel anlatılır dostum, o tuhaf bedeniyle – uyumsuz, ağır, şaşırtıcı – bir insanın boynunda asılı olmak... Boynumda bir albatros var sanki.

Biliyorum ki hepimiz kendi albatrosumuza mahkumuz. Hepimizin nedensiz cinayetleri var çünkü...

Size mektubumla birlikte bir de kart gönderiyorum. "Yaşlı Denizci"nin orijinal çizimlerinden. Gustave Dore'nin eseri...

Boynumuza asılı yüklerimize şefkat duyabileceğimiz bir yıl olmasını diliyorum. Dostunuz olarak kalmaksa kendim için dileğim...

Sevgiyle,

Her zaman sizin

A.Ö.

Yazarın Diğer Yazıları

Başkasının acısına nereden bakmalı?

Bir fotoğraf bir adamı sonsuza dek yanmaya hapsederken adaletsizlik ve gaddarlık kataloğunda yerini almıştır artık. Oysa biz ölünce eşitleniriz diye bilirdik

Girilmeyen salonlar, kapatılmış balkonlar

Ne güzeldir balkonlar. Sokakla kurulan bağ, gökyüzüne en kestirme temastırlar. Ama biraz daha büyük bir mutfak uğruna içeri çekiliverir, etrafları çevrilerek anlamsız depolara dönüştürülürler acımasızca. Bozuk elektrik süpürgesinin, eski sehpaların, bir daha kullanılmayacak terliklerin meskeni olurlar

Kayıp aranıyor ama bulunmak istiyor mu?

Sadece uzak, bilinmez kentlerin arka sokakları mı kaybolmak istediğimiz yerler? Ya hiç tanımadığımız, ruhunun arka sokaklarını bilmediğimiz insanların içinde kaybolmak?