Politika

Yeni dünya, yeni emek

İstihdamın yaklaşık yüzde 70'ini ücretli, maaşlı veya yevmiyeli çalışanların, yüzde 16'sını kendi hesabına çalışanların, yüzde 10'unu ise ücretsiz aile işçilerinin oluşturduğu ülkemizde, emek kritik önemde. Nitekim demokrasinin, toplumsal barışın ve kapsayıcı kalkınmanın sigortası 'orta direk' bu temek üzerinde yükseliyor

22 Mart 2022 00:00

Burak Dalgın*

Değişim rüzgârları esince, bazıları duvar örer, bazıları yel değirmeni yapar. 

Çin atasözü

Etrafımızdaki her şey hızla değişirken emeğin aynı kalması mümkün mü? 'Orak ve çekiç'in yerinde artık POS cihazları ve bilgisayarlar var. 1 Mayıs afişlerinin vazgeçilmezi olan demir döven işçiler ve başı baretli, yüzü isli madencilerden çok daha fazla sayıda emekçi alışveriş merkezlerinde, hastanelerde, bankalarda, okullarda, otellerde ter döküyor. Mesela kayıtlı motorlu kurye veya çağrı merkezi personeli sayısı Türkiye'nin en büyük sanayi grubu olan Koç Topluluğu'nun toplam çalışanı kadar. Gig ekonomisi (internet platformları üzerinden müşteri ile buluşulan kısa süreli işler), start-up (erken aşama) girişimler, freelance (tek başına ve serbest) iş yapma ve uzaktan çalışma artık hayatımızın doğal parçaları.

Tedarik zincirlerinin yeniden şekillenmesi; robotlar ve yapay zekanın yaygınlaşması; blok zincir ve enerji depolama gibi teknolojilerin hızla ilerlemesi ile emek konusunda yepyeni fırsatlar ve meydan okumalarla karşılaşacağımız aşikar. Tüm bunlar olurken, bir yandan da istihdamla alakalı kronik meselelerimiz, ciddileşerek sürüyor.

Tıpkı Sanayi Devrimi'nde olduğu gibi, teknoloji, ekonomik ilişkiler ve nihayet toplumsal ihtiyaçlar değişirken siyaset çok geride. Genelgeçer sözlerle dolu nutuklar ve bir zamanlar belki işe yarayabilecek modası geçmiş öneriler, yaşadığımız müthiş dönüşümü ıskalıyor. Halbuki yeni dünyayı istihdam artışı, ücretlerin yükselmesi ve çalışma şartlarının/ güvencesinin iyileşmesi hedeflerine ulaşma fırsatı olarak değerlendirebiliriz.

Durum

İstihdam meselelerimizin çoğu yıllardır hayatımızda. Senelerin çözümsüzlüğü ile problemler sürekli büyüdü. Son yıllardaki başarısız ekonomi performansı neticesinde (özel sektörümüz son dört senede net bazda hiç yeni istihdam yaratamadı) sorunlar iyice akut hale geldi.

Kayıtlı işsiz sayımız neredeyse 4 milyon kişi. İş bulmaktan ümidini kesenleri eklersek bu sayı iki katına çıkıyor. Üstelik her sene 1 milyon arkadaşımız çalışma çağına giriyor. 'Ne okulda ne evde' gençlerimizin sayısı 6 milyona yaklaştı (18-29 yaş arasındaki üç gençten biri). O kadar ki, artık 'ev genci' diye bir tabirimiz var. Çalışma çağındaki on kadından ancak üçü iş hayatında. Yani, çalışmayan kadın nüfusumuz Yunanistan'ın iki katı kadar: 24 milyon!

Emekli sayımız 13.6 milyon (sadece 2021'de 800 bin kişi arttı). Ortanca yaşı 33 olan ülkemizde (AB ortalaması: 44 yaş), kayıtlı çalışan / emekli oranı şimdiden 1.87 gibi çok düşük bir mertebede. Neticede, bütçeden SGK'ya 252 milyar TL transfer yapılması sürpriz değil.

Çalışanlarımızın neredeyse yarısı asgari ücret ve civarında kazanıyor (Avrupa şampiyonuyuz (!)). Doğal olarak genel ücret seviyesi asgari ücrete yakınsıyor (ortanca ücret, son zamdan önce bile asgari ücretin 1.7 katıydı). Üstelik haftada 45 saat çalışma ile Avrupa'daki en uzun süreli çalışanlardan biri olmamıza rağmen! Ülkemizdeki üç çalışandan biri, en az 9 milyon (Macaristan nüfusu kadar) kişi kayıt dışı çalışıyor. PISA testinde ve İngilizce kabiliyetlerindeki karnemiz, iş gücümüzün evrensel kabiliyetlerinin yetersizliğini gösteriyor.

Çalışma sistemimiz yukarıda bahsettiğimiz yeni iş yapış şekillerine hazır değil. İş dünyasını alt-üst edeceği aşikar yeni teknolojilerin etkilerini konuşmak ise, döviz-faiz girdabında çırpındığımız bugünlerde 'lüks' sayılıyor. McKinsey, 2030'a kadar işlerin yüzde 15'inin (hızlı adaptasyonda yüzde 30'unun) otomasyon kurbanı olacağını söylüyor. Mevcut sorunlarımızı halledemeden, üstelik büyük bir demografik fırsat penceresini ıskalamışken, gelecek geliverdi. 

İstihdam artışı

'Yeni iş alanları' sohbetlerinin kaçınılmaz çözümü 'yeni fabrikalar açılması'dır. Bu bir açıdan doğru, zira yeni istihdam için yeni yatırım şart. Halbuki ülkemize gelen uluslararası yatırımlarda gayrımenkulün payı 2012'de yüzde 19 iken 2021'de bunun iki katını aştı. Hatta Türkiye'ye 'gayrimenkul hariç net doğrudan sermaye girişi' 2020'de ilk kez eksiye düştü; yani aldığımızdan fazla sermayeyi yurtdışına yolladık. Ülke riskimizin azaltılması, yatırım ortamının daha cazip hale getirilmesi ve iş kurmanın kolaylaştırılması bu açıdan kritik.

Öte yandan, 'yeni fabrikalar' ifadesi çok ciddi bir fırsatı ıskalıyor: zira istihdamın yarıdan çoğu (yüzde 55) hizmet sektöründe. Her iki sanayi çalışanına karşı beş kişi turizmden finansa, perakendeden danışmanlığa uzanan geniş alanda çalışıyor. Ne var ki lisanslar, yasaklar, tekeller ve aşırı düzenlemeler büyümeyi frenliyor, verimliliği kısıtlıyor. Kapsamlı bir hizmet sektörü reformu büyük bir potansiyeli harekete geçirebilir. Serbest rekabetin önünü açan bir yaklaşım, istihdam artışına ilaveten tüketicinin refahı, verimli büyüme, yatırım artışı, hayat pahalılığıyla mücadele ve cari açığın azalması gibi temel ekonomik hedeflerde ilerlemeye de destek olabilir. Şirketlerimizin yazılım (oyunlar), teknik müşavirlik, sağlık (saç ekimi) ve kültür (diziler) gibi alanlardaki uluslararası başarıları eldeki fırsatın büyüklüğüne işaret ediyor. Ancak, taksi plakası sahiplerinin Uber'e tepkilerinde de gördüğümüz üzere, rant gruplarının (vested interests) özgürlükçü reformlardan hoşlanmayacağını da bilmeliyiz.

Bir diğer fırsat alanı, girişimcinin ayağındaki prangaları çözmek. Zira Türkiye'de girişimci olmak, Survivor'da yarışmacı olmaktan farksız. Döviz kuru ne oldu; vergi, muhtasar, oda aidatı ödemeleri mi geldi; gece yarısı Resmi Gazete'de yeni bir düzenleme mi çıktı; bir kamu şirketi benimle rekabet etmeye mi girişti gibi sorularla uğraşmaktan gerçek işlere vakit kalmıyor. Halbuki yeni istihdamın dinamosu siyasetçiler ya da bürokratlar değil girişimciler! Onların önlerindeki setleri yıkmak ve ayaklarındaki prangaları çözmek için birkaç örnek adım şunlar olabilir: erken aşama şirketlerin hukuki statüsünü, mali yükümlülüklerini, yatırım enstrümanlarını, teşviklerini ve kapanış süreçlerini sadeleştiren bir start-up kanunu çıkarmak; teşvikleri pazar, finansman ve kurumsal kapasiteyi içeren entegre bir perspektifle yeniden düzenlemek; hibe, izin, ruhsat, teknoloji transferi gibi süreçleri sadeleştirerek girişimcilere tek duraktan hizmet vermek; kamu alımlarında erken aşama girişimcilere kota ayırmak; ve yenilikçi finansmanın (girişim sermayesi, kitle fonlaması, etki yatırımcılığı) önünü açmak.

Yeni istihdamı konuşurken ortadan kalkacak işler konusunu da ıskalamayalım. Pew Araştırma'nın 2018'de gerçekleştirdiği ankette 'önümüzdeki 50 yıl içinde, halihazırda insanların yaptığı çoğu işi robotlar ve bilgisayarlar yapar mı?' sorusuna 'Evet' veya 'Muhtemelen' cevabı verenlerin oranı yüzde 65 (ABD) ile yüzde 91 (Yunanistan) arasında değişiyordu (Türkiye araştırma kapsamında yok). Ancak bu yeni bir durum değil. 1930'da Keynes 'ekonomik büyümenin yüz yıl içinde çalışma haftasını 15 saate indireceğini', 1935'de Tesla 'bir asır içinde robotların çoğu durumda insan gücünün yerine geçeceğini' öngörmüştü. 'İşimizi kaybetme' tehdidi beklendiği hızla gerçekleşir mi bilinmez, ancak, üç tip durumla karşılaşacağımızı söyleyebiliriz. Birincisi, yeni oluşacak işler (sosyal medya danışmanlığı, yapay zeka etiği uzmanlığı). İkincisi, şekil değiştirecek ve insan-makine işbirliğinin önem kazanacağı işler (tahlil sonuçlarını bilgisayarın değerlendirmesi, hekimin hastasına daha çok zaman ayırabilmesi). Üçüncüsü, yok olacak işler. İlk iki fırsatı değerlendirmek için, eğitimi üniversite ile biten bir dönem olmaktan yaşam boyu devam eden bir sürece çevirmeli ve problem çözme, iletişim, yaratıcılık gibi insanı öne çıkaran evrensel kabiliyetler kazandırmalıyız. Böylece rutin faaliyetleri robota/ yapay zekaya havale ederek katma değerimizi ve hayat kalitemizi artırabiliriz. Bununla birlikte, üçüncü konuyu ihmal edemeyiz. İşini kaybeden vatandaşlarımıza yeni yetkinlikler kazandırmak için aktif iş gücü politikaları izlemeli ve sosyal yardımları (örneğin asgari aile gelir desteği) devreye almalıyız.

Ücret seviyesinin yükselmesi

Net asgari ücretin aylık 300 dolar civarında tıkanmasıyla yüksek teknolojili ürünlerin sanayi ihracatımızdaki payının yüzde 3-4 bandında takılması, aynı madalyonun iki yüzü. İstanbul'daki asgari ücretin Şangay'dan düşük hale gelmesiyle, kilogram başına ihracatımızın 1 dolar civarına gerilemesi de öyle. Almanya (3.7 dolar/kg), G. Kore (2.7 dolar/kg), hatta Polonya (2 dolar/kg) gibi ülkelerdeki refah seviyesini yakalamak için sihirli formül: katma değer artışı. 

Bunu sağlamak, için hızla altyapı kalitemizi dünya standartlarına çıkarmalıyız. Karda elektrikleri kesilen şehirler, doğalgaz verilemeyen sanayi bölgeleri, dünyada 100. sıradaki internet hızıyla hizmetlerde, sanayide ve bilgi-yoğun sektörlerde verimliliğimizi artıramayız.

Fiziki altyapıdaki ilerlemeyi insan kaynağında da yakalamamız şart. Yeni çağa uygun ve ideolojik değil evrensel kabiliyetler odaklı bir eğitim sistemi, elzem bir adım. Bazı örnek uygulamalar olarak, erken yaşlardan itibaren finansal okur-yazarlık ve sosyal medya kullanımı eğitimleri; liseyi bitiren her öğrencinin algoritmik düşünce ve kodlama bilmesi; ve hayat boyu süren bir eğitim modeline geçişi sayabiliriz.

Vatandaşlarımızın 'ne olursa olsun terk etmek isteyecekleri' bir ülke olmaktan çıkarak kalifiye insan kaybımızı durdurmalıyız. Bunun ötesinde, Türkiye'nin beyin göçü konusunda da çoklu bir strateji izlemesinde yarar var. Yurtdışındaki vatandaşlarımızın Türkiye'ye yatırım yönlendirme ve ülkemizde ortaklıklar/ girişimler kurma ('fikir göçü') gibi muhtelif yöntemlerle yüksek ücretli işlerin oluşmasına katkı sağlaması mümkün (ABD'deki Hintli ve Çinliler'in başarıyla yaptıkları bir uygulama). Bilgi yoğun sektörlerin uzaktan çalışmaya geçmesi de bazı yüksek ücretli işleri memleketimize çekmemiz için bir fırsata dönüşebilir (Berlin'deki yazılım işinin Ege sahilinden yapılması).

Bir diğer önemli nokta, tedarik zincirindeki dönüşümü ıskalamamak. Önce sanayi sonra hizmet işlerinin gelişmiş ülkelerden gelişen ülkelere kayması küreselleşmenin en görünen yüzlerinden biriydi. Değer zinciri güvenliğinin salt maliyet avantajı hesabının önüne geçmeye başlamasıyla bu alanda kısmi değişimler görebiliriz. Hatta bu önceliklendirme ana pazarlara yakın ülkelerde (ABD-Meksika, AB-Türkiye) avantaja dönüşebilir. Küresel çip krizinin tetiklediği kaygılar, bu alanda önemli bir örnek. Intel'in önümüzdeki on yılda Avrupa'ya 95 milyar dolarlık çip yatırımı yapacağı bir dönemde, Türkiye'nin de bundan yararlanması şart.

Yüksek ücretli işler oluşturabilmek için teknolojik sıçrama alanlarının da içinde olmalıyız. Blok zincir, yapay zeka, robotlar, enerji depolama/ elektrikli araç gibi alanlarda, işin idari/ hukuki düzenleme, teknoloji, kurumsal kapasite ve finansman kısımlarını bütüncül olarak ele alan sıçrama programları oluşturmak hem yeni ve cazip iş alanları yaratmak (kripto finans merkezi) hem de mevcut kaliteli işleri korumak (otomotiv) için çok önemli. Teşvik ve ödüllendirmeleri cirodan ziyade katma değer odaklı yapmak da bu açıdan yararlı olacaktır.

Güvencenin iyileşmesi

Geleneksel çalışma, tek işverene bağlı olarak, tek bir mekanda, belli (genellikle tam zamanlı) mesai saatleri arasında yapılan ve karşılığında belli ödeme alınan (maaş ve haklar) bir faaliyetti. Halbuki artık, konunun ilişki ('şirket'in sınırları), erişim (çok işveren), esneklik (mekan ve çalışma saatleri) ve kazanç (parça başı ücretlendirme) boyutları ciddi bir değişime uğradı. 

Bu yeni dünyaya hazırlanmak için öncelikle, idari karmaşayı çözmemiz gerekiyor. Şirketlerin tam zamanlı çalışanlarına ilaven, yarı-zamanlı personelleriyle, iç içe oldukları taşeronlarla, sık sık birlikte çalıştıkları freelance hizmet sağlayıcılarla bordro, ödeme, ve sosyal güvenlik ilişkilerini rahatça yürütmelerini sağlamalıyız. Bu çerçevede, tıpkı start-up'lar için olduğu gibi, freelance çalışanlar için de hukuki statüyü, sosyal güvenlik koşullarını, mali yükümlülükleri ve istihdamı kolaylaştıran düzenlemeleri hayata geçirmeliyiz.

Ayrıca, yeni çağa uygun bir güvence sistemini oturtmalıyız. Zira güvencesi ve sürekliliği bulunmayan işlerde çalışan bir prekarya sınıfı (Latince istikrarsız, güvenilmez) oluşmasını istemiyoruz. Nitekim yazının başında bahsettiğimiz hizmet sektörü işlerinin artması ve start-up şirketlerin bazılarının büyük işverenler haline gelmeleri, bu alandaki çalışma ilişkilerini daha sık gündeme taşıyor (Trendyol ve Yemeksepeti/ Banabi çalışanlarının ve taşeron-kuryelerinin eylemleri; ABD'de Uber ve Airbnb platformlarının 'tedarikçilerine' Covid-19 desteği konusundaki tartışmalar). Üç kişiden birinin kayıt dışı çalıştığı ülkemizde, basit ve teknolojiyi etkin kullanan bir güvence sitemi, önemli bir adım olacaktır.

Sonuç

İstihdamın yaklaşık yüzde 70'ini ücretli, maaşlı veya yevmiyeli çalışanların, yüzde 16'sını kendi hesabına çalışanların, yüzde 10'unu ise ücretsiz aile işçilerinin oluşturduğu (kalanı işverenler) ülkemizde, emek kritik önemde. Nitekim demokrasinin, toplumsal barışın ve kapsayıcı kalkınmanın sigortası 'orta direk' bu temek üzerinde yükseliyor. Bu yüzden, hem mevcut sorunları çözmeli hem de yeni meydan okumaların üstesinden gelmeyi bilmeliyiz. Güncel gelişmeleri sadece tehdit görmek yerine fırsata dönüştürmek, değişim rüzgârlarının önüne beyhude duvarlar örmeye çalışmak yerine yel değirmenleri kurmak elimizde. 

Bunu başaracağız.



* DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı