28 Nisan 2025 19:19
Güncelleme: 28 Nisan 2025 21:39
Ebru Özdemir*
“O gün herkes Santiago Nasar’ı öldüreceklerini biliyordu.”
Gabriel Garcia Márquez, Kırmızı Pazartesi
Sabahın henüz aydınlanmadığı bir saatte, kapınıza dayanan sessizlik bazen en yüksek çığlıktır. 19 Mart sabahı, bir kasaba değil ama bir kent, bir ülke susturulmak istendi. Sadece birkaç kişiyi değil, binlerce insanın emeğini, umudunu, oyunu, hayalini hedef alan bir karanlık indi üzerimize. O sabah yalnızca bizler değil, Türkiye’nin en temel hukuki ilkeleri bir kez daha ayaklar altına alındı, kelepçelendi.
Türkiye’nin siyasi ve yerel yönetimler tarihine kara bir leke olarak geçen 19 Mart sabahı yapılan operasyonun üzerinden bir ay geçti. Bu süreç, sadece siyasi bir mühendislik girişimi değil, aynı zamanda hukukun temel ilkelerine yönelik örgütlü bir saldırıydı. Toplumun vicdanında ağır karşılığı olan kavramların ardına sığınılarak, hukuk kılığına sokulmuş bir karalama kampanyası sahneye kondu. Medya ve yargı, halkın haber alma hakkını ve hukuki güvencelerini korumak yerine, siyasetin tahakkümüne hizmet eden araçlara dönüştürüldü. Gerçeklikten kopuk, delil bütünlüğünden yoksun, soyut iddialarla örülmüş bu dosya, aslında salt seçilmişleri değil, halkın iradesini hedef aldı.
Peki bizi neyle suçluyorlar? Kamusal denetime açık tercümanlık ve araştırma hizmetleriyle. Sigortalı çalışanlarımla aramdaki yasal para transferleriyle. Aile fertlerimle yaptığım cüzi işlemlerle. Her biri hayatın olağan akışının parçası olan bu faaliyetler, hayali bir örgütsel bağlam içine yerleştirilerek suç unsuru gibi gösterilmeye çalışılıyor. Ortada ne mantıklı bir örgüt bağı ne suç kastı ne de kanıta dayanan bir iddia var.
Uzlaşı... Bu kavram, şimdi kriminal bir suç örgütünün parçası gibi sunuluyor. Siyasi literatürde barışı ve çoğulculuğu simgeleyen bu kavram, sanki gizli bir ittifak, karanlık bir örgütmüşçesine dosyanın merkezine yerleştiriliyor. Bu yalnızca bireylere değil, toplumsal uzlaşı fikrine yönelmiş açık bir saldırıdır. Olan tek şey, uydurulmuş bir yapı, altı boş bir kurgu ve ona göre dizayn edilmiş bir infaz planı.
Hakkımda oluşturulan dosyada yer alan hiçbir suçlama, hukuken geçerli bir delile dayanmıyor. Buna rağmen bir sabah uyanıyoruz ve kendimizi "olağan dışı para trafiği", "örgütlü suç" gibi başlıkların altında buluyoruz. Tüm bunlar olurken kamuoyuna servis edilen bilgiler ise dosyada bile yok! Şişirilmiş, çarpıtılmış, hayal ürünü iddialar... Ve her biri bir tuğla daha koyuyor bu hukuk dışı duvarın üstüne. İşte biz o duvarın ardındayız şimdi.
Peki bu duvar gerçekten sadece bizi mi hapsediyor? Yoksa dışarıda serbestçe dolaştığını sananları da başka türden bir tutsaklığa mı mahkûm ediyor? Belki de bugün en özgür olanlar, içeride korkusuzca gerçeği söyleyenlerdir. Çünkü biz içeriden konuşuyoruz; duvarların arkasından değil, hakikatin içinden sesleniyoruz.
Söyler misiniz, kim özgür? Olan biteni bilip susan mı, susturulmaya çalışıldığı hâlde sözünden vazgeçmeyen mi? Kim içeride? Duvarların içinde adalet için direnenler mi, yoksa dışarıda yaşadığı hayatı sessizliğe rehin verenler mi? Asıl özgürlük, haksızlıklar karşısındaki tutumumuzdur. Ve bugün biz özgürlüğü, adaletin olmadığı yerde sözümüzden vazgeçmemekle tanımlıyoruz.
Bu, sadece bireylere değil; düşünceye, uzlaşmaya, birlikte yaşam iradesine açılmış bir savaştır. Ve bu savaş, halkın iradesiyle şekillenmiş yerel yönetimleri, tıpkı bir düşman hedef gibi belirlemiş durumda. Biz Şişli’de, Belediye Başkanımız Sayın Resul Emrah Şahan ile birlikte çok sesli, katılımcı, adaleti önceleyen bir yerel model inşa etmeye çalışıyorduk. Mahalledeki çocuktan esnafa, yaş almış komşudan genç öğrenciye kadar herkes için çalışan bir belediyecilik...
Şişli’de yürüttüğümüz yerel yönetim anlayışı, yalnızca hizmet sunan bir idare değil; demokrasi, eşitlik ve sosyal adalet temelinde inşa edilmiş bir yaşam vizyonuydu. Demokrasiye yerelden başlamak gerektiğine inanıyor; halkın kendi yaşamı üzerinde söz sahibi olabileceği mekanizmaları büyütüyorduk. Kaynakları yukarıdan değil, aşağıdan örgütlenmiş bir toplumsal öncelikler bütünüyle yönetiyor, “refah belediyeciliği” ilkesini kamusal yaşamın her alanına taşıyorduk.
Kreşlerden kamusal gıda desteklerine, genç işsizlikle mücadele eden programlardan kadınların istihdamına kadar her adımımız, halkın doğrudan ihtiyaçlarına karşılık geliyordu. Bu, bir tercihti. Bu, sosyal demokrasinin sahada vücut bulmuş haliydi. O yüzden hedef alındı.
En büyük iki iddiamız, aynı zamanda en kapsayıcı projelerimiz olan "Bizim Sokak" ve "Biz Şişli" oldu. "Bizim Sokak", kenti yukarıdan değil, aşağıdan kurmaya talip bir anlayışla doğdu. Her mahallenin, her sokağın ruhunu ve ihtiyaçlarını gözeterek, çocuklar için oyun alanları inşa ettik. Kentin, sokaktan başlayarak yeniden halkla birlikte kurulabileceğini gösterdik.
"Biz Şişli" ise Şişli'nin çokkültürlü, çokdilli, çokinançlı yapısını yalnızca bir zenginlik olarak görmekle kalmadı; bu yapının kent hafızasındaki yerini görünür kılmak için kapsamlı etkinlikler, söyleşiler, sergiler ve buluşmalar gerçekleştirdik. Bu projelerle yerel yönetimi, sadece hizmet sunan değil, ortak yaşamı örgütleyen bir yapıya dönüştürmeye çalıştık.
Ve şunu da biliyorduk: İçerideki adalet arayışıyla dışarıdaki çığlıklar birleşince, gerçek bir toplumsal direnç oluşur. Geleceği çalınan gençlerin umutsuzluğu, artık politik bir talep. Liselerde, üniversitelerde yükselen sesler, yalnızca eğitim değil, özgür bir yaşam hakkı için atılan çığlıklardır. Ben bir kadın olarak biliyorum ki, patriyarkanın her gün bedenimizde, emeğimizde, hayatımızda kurmaya çalıştığı tahakküme karşı kadınların direnişi artık susmayacak bir isyandır. Bugün dışarıda bir genç adaletsizlik karşısında yumruğunu sıkıyorsa, bir kadın sesini yükseltiyorsa, bir emekçi geçim derdine rağmen onuruyla ses veriyorsa bilin ki biz içeride yalnız değiliz.
Yarım kalan hayallerimizi soruyorlar ya bazen... Söyleyelim: Bu dayanışma temelli, çoğulcu ve eşitlikçi yerel yönetim anlayışını büyütecektik. Kitap fuarlarıyla bilginin, gastronomi etkinlikleriyle kültürün, tekstil festivalleriyle emeğin izini sürecek; bu kentte yaşayan her kesimin kendi hikâyesini yazabileceği alanlar açacaktık.
Çünkü biz yerel yönetimi, yalnızca günlük hizmetlerin idaresi değil; toplumsal hafızayı diri tutma, kültürel çeşitliliği koruma ve dayanışmayı büyütme işi olarak gördük. Şişli’nin geçmişini, çokkültürlü yapısını ve birlikte yaşama iradesini geleceğe taşıyacak bellek çalışmaları, etkinlikler ve kamusal anlatılar tasarladık. Kamusal alanı yalnızca betonla değil, anlamla, anıyla ve kolektif hafızayla inşa etmeye çalıştık. Ve bunu birlikte yapacaktık, halkla, yan yana, omuz omuza.
Ama bu hayale düşman olanlar, aslında bizi değil, demokrasiyi hedef aldı. Ve bu düşmanlık, yalnızca Şişli’ye, yalnızca İstanbul’a değil, Türkiye'nin doğusundan batısına, bütün coğrafyasına yönelmiş bir tehditti. Bugün Şişli’de atanan kayyım, yıllardır doğu illerinde halkın iradesini gasp eden rejimin bir devamıdır. Doğuda ya da batıda fark etmez: kayyım rejimi halk iradesine darbedir, demokrasinin tasfiyesidir.
Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi’sinde herkes suçun işleneceğini bilir ama kimse durdurmaz. Bugün de herkes bu siyasi cinayetin nasıl işlendiğini görüyor. Ama biz, o hikâyedeki gibi makûs sona razı olmayacağız. Yeni bir hikâye yazacağız ve o hikâyede biz kazanacağız.
Bugün bize yapılan, yarın bir başkasına yapılmasın diyorsanız; yalnız olmadığınızı bilin. Bu mücadele, bir kişinin değil, bir kentin, bir halkın, bir geleceğin mücadelesidir.
Biz inanıyoruz: Bu karanlık geçecek. Adaletsizlik çökecek, hukukun ışığı yeniden yükselecek. Ve bizler yeniden buluşacağız.
Çünkü umut, en çok direnenlerin hakkıdır. Ve biz, umut etmeyi asla bırakmadık. Siz de bırakmayın…
*Tutuklu Şişli Belediye Başkan Yardımcısı Ebru Özdemir
© Tüm hakları saklıdır.