Kültür-Sanat

Goethe-Institut'un düzenlediği "Kino 2024: Alman Filmleri Türkiye'de" etkinliği başladı

2-5 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilecek olan etkinlik, "Sinematek/Sinema Evi" ev sahipliğinde yapılacak gösterimlerle sinemaseverlerle buluşacak

02 Mayıs 2024 12:00

Bir kez daha, Goethe-Institut German Films iş birliği ve Ernst Reuter İnisiyatifi (ERI) katkıları ile gerçekleştirilen “Kino 2024: Alman Filmleri Türkiye’de” adlı çeşitli festival filmlerinin de bulunacağı programı, 2-5 Mayıs tarihleri arasında Sinematek/Sinema Evi’nde gösterimde olacak. Program boyunca sinemaseverlerle buluşturulacak eserler, sonbaharda Türkiye’nin başka şehirlerinde de gösterime girecek.

Farklı festivallerde ödüller kazanmış çeşitli filmlerin yer verileceği program, 43. istanbul Film Festivali'nde gösterilen Alman yapımlarıyla başladı. Yönetmen ve oyunculara da yer verilecek. “Kino 2024”te açılış filmi olarak Timm Kröger’in yönettiği Die Theorie von Allem (Her Şeyin Teorisi) gösterimde olacak. Geçtiğimiz sene Venedik Film Festivali’nde "Altın Aslan" ödülü için yarışan filmin başrol oyuncusu Jan Bülow programın konuklarından birisi olarak katılım gösterecek. Nergis Kalhor programdaki filminin gösterimi ardından söyleşi gerçekleştirecek. Thomas Arslan’ın yeni filmi Verbrannte Erde ilk kez beyazperdede seyircisi ile buluşacak. Aslı Özarslan’ın yönettiği Dirsek adlı film de bu yıl Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapmıştı. Programın kapanış filmi "Dirsek", ekibin katılımıyla gerçekleştirilecek.
 
İKSV sponsorluğunda düzenlenen bu etkinlikte, Alman sinemasının en güncel ve başarılı örneklerinden 12 film izleyiciyle buluşacak. Goethe-Institut paylaştığı, seçkide yer alan ve eleştirmenlerden övgü alan önemli filmlerin içerikleri ise şöyle:

Her Şeyin Teorisi

“Gerçekten kader diye bir şey var mı, yoksa bizi asla umursamayan kaotik bir evrende mi yaşıyoruz?” Yönetmen Timm Kröger’in yönelttiği bu sorunun cevabının Her Şeyin Teorisi’nde olduğunu söyleyemeyiz. Fakat söz konusu soru etrafında gelişen hikâyeyi olabildiğince etkileyici biçimde sinemalaştırmak için gerekli tüm unsurları filmde bulmanız mümkün. 1962 yılındayız... İyi bir fizikçi olma yolunda umut vadeden doktora öğrencisi Johannes Leinert, danışmanıyla beraber İsviçre Alpleri’nde gerçekleşecek uluslararası bir konferansa gider.
 
Konferansın “Her Şeyin Teorisi” başlıklı açılış konuşmasını yapacak katılımcı bir türlü otele varamaz. Fakat Johannes’in yolu önce Yahudi bir kadınla kesişir; piyanist Karin gizem dolu birisidir. Çok geçmeden şüphe uyandıran, şapkalı adamlar da otelde belirir. Ardı arkası kesilmeyen garip olaylar, bir profesörün ölümüyle devam eder. Yoksa hâlâ hayatta mıdır? Otelin altındaysa giderek büyüyen bir sır yatmaktadır.

Tüm bu unsurların nasıl bir araya geldiğini her bir seyirci kendisi keşfedecek. “Bu filmi herkes olan bitenle ilgili kendi teorisini geliştirsin diye çektim” diyor yönetmen Kröger. Aslında sinema ve tüm hikâye anlatma sanatları da geleneksel olarak kaotik görülen bir dünyadan anlam çıkartmaya çabalar. Her Şeyin Teorisi bu argümanı temel alıyor ve seyirciye olayların geçtiği dünyayı anlamlandırması için gerekli malzemeleri veriyor.
 
Acaba gerçekten sıkıcı bir evrende mi yaşıyoruz, yoksa bir sürü paralel dünyanın aynı anda var olduğu bir “çoklu evren”de mi? Kendi kendimizin "doppelgänger"i (ikizi) olup olmadığımızı nasıl anlayabiliriz? Geçtiğimiz yıl Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülü için yarışan ve bu yıl Alman Film Ödülleri'nde altı kategoride aday gösterilen "Her Şeyin Teorisi" filmi, bu tür kavramları ele alıyor. Film, kuantum mekaniği üzerine odaklanan siyah-beyaz bir gerilim.
 
İş Thomas Arslan’ın ilgisini çeken bir konu. Yönetmene göre “iş tanımı olarak bir suçlu, sinemasal anlamda, bilgisayar başındaki insanlardan daha ilginç” olduğu için, 14 yıl önce Gölgede isimli filminde yarattığı Trojan isimli karaktere geri dönmüş. Bu rolde, tıpkı önceki filmde olduğu gibi, Alman sinemasının en iyi karakter oyuncularından Mišel Matičević’i izliyoruz.
 
Filmde gereksiz hiçbir detay yok. Odak noktasında sosyal geçmişini bilmediğimiz ya da yaptıkları için büyük motivasyonları olmayan insanlar var, televizyon polisiyelerinde sık sık görülen karakterler yani. Ahlaki bir sorumluluk da taşımayan insanlar bunlar, ancak kalıntılarından bahsedeceğimiz etik kavramı sadece işi düzgün şekilde yapmak için gündeme geliyor. İş demişken, bu filmde söz konu olan klasik bir soygun. Son derece de profesyonelce uygulanıyor; gereksiz yere ateş etmek veya rastgele insanları tehdit etmek yok. Yine de sonuç beklendiği gibi olmuyor.

Trojan, asla kimseye bağlanmayan, sadece iyi bir ücret karşılığında temiz bir hizmet sunmayı vaat eden aynı adam olabilir ama dijital çağda etrafındaki dünya tamamen değişmiş durumda. Trojan gibi “analog” bir çalışanın bu dünyada yapabilecekleri sınırlı ve başkalarına güvenmesi gerekiyor. Böyle ortaya çıkan ve kontrol edemediği durumlar sonucunda olay bir hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. İlk gösterimi bu yıl Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde gerçekleşen filmle ilgili Die Zeit gazetesinde çıkan bir yazıda şöyle deniyordu: “Güvensiz bir alanda, hele ki ‘yanmış toprak’ stratejisi uygulanmış bir bölgede, ölüme galip gelmek belki de yapılabilecek en büyük soygun olabilir.”

Dirsek

“Utanç korkudan beterdir” diyor filmin başkarakteri Hazal. Bu genç kadın başkalarının kendisiyle ilgili öngörüleri nedeniyle öfke dolu, içinde yaşadığı toplumun çoğunluğunun veya annesinin ya da Berlin’de içine girip çıktığı çevrelerin beklentilerini karşılamak istemiyor artık. Bir işi yok ama zamanının çoğu ona doğru eğitim fırsatlarını sunmakta yetersiz kalan bir iş bulma kurumunda geçiyor.

18. yaş gününü kutlayacağı akşam tüm bunları unutmak istiyor Hazal ama gece trajik bir şekilde sona eriyor. Karşılaştığı provokatif ve saldırgan bir davranış sonucunda biriken öfkesi patlıyor, çıkan olay ölümle sonuçlanıyor. Çareyi apar topar Almanya’dan kaçmakta bulan Hazal, kendisini iyi tanımadığı bir ülkenin bilmediği bir şehrinde buluyor, İstanbul’da.

Fatma Aydemir’in büyük beğeni toplamış aynı adlı ilk romanından uyarlanan bu filmin gücü, kesin cevaplar vermeyen tavrından geliyor. Bu sefer mesele kimin kurban, kimin fail olduğu değil. Bir insan, bu film özelindeyse Hazal karakteri, aynı anda ikisi birden olabilir. Hayatını değiştiren o gece yaşadıkları da buna işaret ediyor. Tarabya Kültür Akademisi’nin geçmiş dönem bursiyerlerinden yönetmen Aslı Özarslan şöyle diyor: “Evet, kötü bir olay yaşanıyor ama bu aynı zamanda Hazal için kısa bir süreyle de olsa çıkış yolu işlevi görüyor. (...) Hazal’ın hiçbir şekilde vicdan azabı duymaması seyirciyi de rahatlamaktan alıkoyuyor."

Bu karakterin perdeye bu kadar gerçekçi yansıtılabilmesinde ilk kez kamera karşısına geçen genç ve amatör başrol oyuncusunun payı büyük elbette ama tek sebep de bu değil. Yönetmen, karakterin içinde yanıp tutuşan öfkeyi hissedebildiğini söylüyor ve tam da o öfke Hazal’ın içinden geçtiği değişimi gerçekçi şekilde anlatma imkânını sağlıyor. Bir nevi “İki Şehrin Hikâyesi” diyebileceğimiz Dirsek’te Hazal pek çok şeye hayır diyor ama seyircinin bu filme hayır demesi çok zor.

Program dahilindeki diğer alman filmleri ve akış hakkında bilgi almak için “Goethe-Institut Türkiye” internet sitesini ziyaret edebilirsiniz. (Kaynak: Goethe-Institut Türkiye)