Spor

Doç. Dr. Talimciler: Türkiye'nin en güçlü kulübü F.Bahçe, G.Saray şike yapsaydı küme düşerdi

Doç. Dr. Ahmet Talimciler: Türkiye'de futbol daha en başından beri iki kulübün tekelinde: Galatasaray ve Fenerbahçe. Bu ikisi arasındaki mücadele, bütün yapıyı belirliyor. Futbol sahalarındaki şiddettin birinci müsebbibi, yöneticiler

14 Ağustos 2013 18:05

Türkiye’nin ilk spor sosyologu Doç. Dr. Ahmet Talimciler, “Türkiye'nin en güçlü kulübü Fenerbahçe'dir. Aslında 3 Temmuz'da yaşanan şike süreci, Galatasaray'ın başına gelseydi, küme düşerdi. Futbolda şiddetin bitmesi kimsenin işine gelmiyor. Çünkü şiddet olduğunda, reyting ve tiraj artıyor. Şiddetin tek müsebbibi taraftar değil” dedi.

Türkiye gazetesinden Fatih Vural’ın “Galatasaray olsaydı küme düşmüştü” başlığıyla Türkiye Gazetesi’nde yayımlanan (14 Ağustos 2013) söyleşisi şöyle:

 

‘Galatasaray olsaydı küme düşmüştü’

 

Türkiye'nin ilk spor sosyoloğu Doç. Dr. Ahmet Talimciler, Ege Üniversitesi sosyoloji bölümü öğretim üyesi.

“Türkiye'de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi”, Sporun Sosyolojisi-Sosyolojinin Sporu” kitaplarının da yazarı olan Talimciler, bu hafta sonu başlayacak Spor Toto Süper Lig öncesinde, futbolumuz için pek de iyimser değil!

Futboldaki şiddetin, yöneticilerin iktidarını sağlamlaştırdığını belirten genç akademisyen, “Taraftarlar, şiddetin son müsebbibidir” diyor. Türkiye'de en güçlü kulübün Fenerbahçe olduğunu ifade eden Talimciler'e göre, şike sürecini yaşayan Galatasaray olsaydı, küme düşmüştü!

 

- Futbolda fanatizmin önüne geçmek için onca kanun çıkarılırken, şiddet olayları neden engellenemiyor? 

Ben Türkiye'de futbolla ilgili aktörlerin samimi olduğuna inanmıyorum. Çözüm yanlısı bir kültürden gelmiyoruz. Güçlü olanın istediğini yaptırdığı bir yönetim tarzımız var. Türkiye'de futbol daha en başından beri iki kulübün tekelinde: Galatasaray ve Fenerbahçe. Bu ikisi arasındaki mücadele, bütün yapıyı belirliyor. Futbol sahalarındaki şiddettin birinci müsebbibi, yöneticiler.

 

- Nasıl? 

Bu insanlar kendi kişisel iktidarları uğruna, futbolu başka bir tarafa atıyorlar. Örnek, derbi maçlara, rakip takım taraftarlarının alınmaması meselesi. Bu kulüplerin yöneticileri, “Taraftar gelmesin, olay çıkmasın” mantığıyla, kendilerini garantiye alıyor. Bir yandan da sürekli olarak kutuplaşmayı artırıcı, gerilimi tırmandıran bir dil kullanıyorlar. Kendi iktidarlarının sürmesi uğruna, futbolun ruhu olan fair-play'i bir tarafa atıyorlar. Türkiye'deki futbol medyası da iki kulüp ekseninde. Ekranlarda 'futbol kabaresi' oynanıyor. Daha fazla sesi çıkanlar ne kadar çok bağırırlarsa, erkeksi dil kullanırlarsa, o kadar çok etkili olacaklarını düşünüyorlar. Bu programlarda son iki yıldır dillerden düşürülmeyen kişi, Aykut Kocaman. Bu programlarda Fatih Terim'in ağza alınabildiğini görebiliyor musunuz?

 

- Fatih Terim'in farkı ne? 

Çünkü Fatih Terim'i ağızlarına aldıkları anda, Terim'in telefon açıp “Ben buradayım” diyeceğini biliyorlar. Ayrıca Fatih Terim polemikten de kaçmıyor. Onların anladıkları dilden de cevap veriyor. Görünenin arkasındaki daha güçlü bir bağlantının da Fatih Terim üzerinde güçlü bir etkisi var: Mehmet Ağar.

 

-O etki hep konuşulur; ama hâlâ devam ediyor mu? 

Birtakım insanların iktidarda olmaması, etkisiz oldukları anlamına gelmez. Gayri resmi ilişkiler hep vardır. Medya da, kulüpler de buna uyum sağlamış. Açık konuşalım, futbolda şiddetin bitmesi kimsenin işine gelmiyor.

 

-Şiddet, futbol network'ü içinde bir güç gösterisine mi dönüşüyor? 

Tamamen öyle. Hem güç gösterisi, hem de iktidarlarının devam etmesini sağlayan dayanak noktası. Çünkü şiddet olduğunda, reyting ve tiraj artıyor. Futbolun aktörleri seslerini daha yüksek duyurabiliyorlar. Şiddet çıkartan taraftar grupları, iktidarlarını perçinliyorlar. Türkiye'de son 30 yılda insanlara “Futbol üzerinden kendinizi gerçekleştirin” dedik. Bunu yaparken, onların yapıp ettiklerinde hiçbir sorun görmedik. Aynı taraftar gruplarını, uzun yıllar polis de rejimin bekası için bir tehdit olarak algılamıyordu. Ta ki Gezi Parkı protestolarına katılmalarına kadar. Bu insanlar, önümüzdeki sezondan itibaren stadyumlarda tehdit algısına dönüştü. Şiddet daha önce deşarj olmak şeklinde algılandığı için yasalar çıkartılsa da uygulanmıyordu.

 

-Neden? 

Uygulamaya gelince, içeri alınan taraftarları çıkarmak için yöneticiler seferber oluyorlar. 3 Temmuz sürecinde yaşadık. 6222 sayılı yasa çıkarıldı. Sonra ne oldu? Ne zamanki Fenerbahçe'nin başkanı, diğer kulüplerin başkanları, yöneticileri gözaltına alındı, Kulüpler Birliği, “Biz bu yasayı okumadık. O yüzden yeni bir yasa çıkaralım” dedi. Abdullah Gül'ün vetosuna rağmen, dört yılda hiç bir araya gelemeyen siyasi partiler bir araya gelip yasayı yeniden düzenlendi. Biz hep şikeye odaklanıyoruz; şiddete yönelik cezalar da hafifletildi. Ağırlaştırılmış maddeler, eski haline döndürüldü. Bizde hazırlanan bütün yasalar ve yasaklar, hep taraftara yönelik. Şiddetin tek müsebbibi taraftar değil. Hatta son müsebbibi onlar! Medya ve yöneticiler, sürekli olarak, şiddeti çıkartanları belirsizleştirici bir dil kullanıyor: “Bu olayları yapanlar Fenerbahçe taraftarı değildir, Galatasaray taraftarı değildir!” E kimdir? Yok! Şiddeti çıkartanları böylece meşrulaştırıyorsunuz. Keşke 3 Temmuz sürecinde, baştan aşağı arınabilseydik.

 

-Arınma fırsatı neden kaçtı? 

Futbolun iktidarını paylaşanlar, iktidarlarını kaybetmekten korktular.

 

- O iktidar yapısı içinde rant mekanizması nasıl işliyor? 

Futbol giderek daha fazla paranın döndüğü, daha medyatik bir alana dönüştü. Endüstriyel futbol, artık bir oyun değil, bir iş! 3 Temmuz'da işin bahis boyutu hiç konuşulmadı. Bochum Savcılığı'nın bahis şikesiyle ilgili yürüttüğü süreç devam ediyor; ama bizde rafa kaldırıldı. Declan Hill'in “Şike” kitabına bakıyorsunuz, illegal bahsin döndüğü yerler Uzakdoğu ve bizim coğrafyamızı işaret ediyor. Yunanistan, Bulgaristan, Türkiye, Romanya'da bir yapılanma var. Burada sürekli at koşturuluyor. Hatta sicilimiz o kadar bozuk ki, Türk takımlarının kış kamplarında Antalya'da oynadıkları hazırlık maçları bile sorunlu.

 

- O kadar mı? 

Evet. Türkiye aslında 3 Temmuz sürecini hallettiğini zannetti. En sonunda “Şike vardır; ama sahaya yansımamıştır” denilerek, bambaşka bir aşamaya geçildi. Federasyonun kurullarına göre şike yok! Ama mahkemeye göre şike var! Bir sene geçti, UEFA yeniden dosyaları açınca şaşırdık. Yargıtay'ın ve CAS'ın kılıcı, hâlâ tepemizde sallanıyor. Tam o dönemde Başbakan ilginç biçimde “Kişiler ve kurumlar birbirinden ayrılmalıdır” dedi. Şikeyi, Fenerbahçe, onun da ötesinde Aziz Yıldırım'a odakladık. Şike süreci, bize birkaç şeyi gösterdi.

 

- Neler, onlar? 

Birincisi, Türkiye'nin en güçlü kulübü Fenerbahçe'dir. Aynı durum Galatasaray'ın da başına gelseydi, küme düşerdi. Türkiye'de en güçlü bağlantıları olan kulüp, Fenerbahçe. Gerek sermaye anlamında, gerek siyasal ilişkiler anlamında, gerekse de diğer ilişkiler anlamında. İkincisi, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın dışındaki kulüpler giderek figüran haline getiriliyorlar. Üçüncüsü, Fenerbahçe ve Galatasaray dışında, Türkiye'deki bütün futbol kulüpleri, naklen yayın konusunda büyük sıkıntı yaşar. Bu iki takımın, küresel futbola adapte olma noktasında yükselen bir yapıları var. Diğerleri, naklen yayından ya da tribünden gelecek dar bütçelerle kendilerini göstermek zorundalar. Beşiktaş ve Trabzon'u da çıkarırsak, diğerleri tamamen naklen yayın gelirine endeksliler. Böyle olunca, her şeyi onaylamak zorundalar. Şike sürecinde de şöyle dediler: “Fenerbahçe düşmesin. Bu yapı aynen sürsün.” Çünkü bu yapının sürmesi için Fenerbahçe'ye ihtiyaç duyuyorlar.

 

-Bu yapının bir dokunulmazlık isteği de var mı? 

Bu yapıya kimsenin karışmasını istemiyorlar. Mesela “Vergiyle başımız derde girerse, devlet bize her türlü yardımı yapsın” anlayışındalar. Taraftarlar da Türkiye'deki bu ayrışma sürecinde daha fazla yer almaya başladılar ve rakip takımlar üzerinden kendilerini daha net biçimde ayrıştırdılar. Beşincisi, medya, şike sürecinde müthiş kötü bir sınav verdi. Her şeyi ekonomi üzerinden gösterdi. Değerlerin düşeceğini, havuzun bozulacağını, pek çok insanın işsiz kalacağını… “Temizlik bize zarar getirir.” demeye getirdi. Bu sürecin bize gösterdiği başka bir şey de şudur: “Güçlüyseniz her şeyi yaparsınız”. Kimsenin derdi artık futbolda temizlenmek değil. Önümüzde bizi bekleyen zor bir süreç var.

 

- Önümüzdeki süreçte tribünlerin de politize olmasından çekiniliyor. Bu, sadece maç izlemeye gelen apolitik taraftarı rahatsız eder mi? 

Politik argümanlar taraftarların karşı karşıya gelmesine yol açacak; çünkü taraftar dediğimiz şey, yekpare bir bütün değil. Türkiye'deki taraftar gruplarının çok demokratik olmadığını da unutmayalım. Futbol, bir oyun olarak giderek taraftarın elinden kayıyor.

 

-Nasıl? 

Taraftar giderek dışarıda kalıyor. Birden bire e-bilet uygulaması geliyor mesela. Tıpkı İngiltere'de olduğu gibi, Türkiye Futbol Federasyonu'nda da taraftar temsilcisi olmalı. Taylor Raporu sonrasında stadyum düzenlemelerinde, bilet fiyatlarında açılımlar sağlandı. Birdenbire bilet fiyatları 100 Euro'ya çıkmadı. Bizde birdenbire fırlıyor. Böyle olunca asgari ücret alan bir adamın çocuğunu maça getirme şansı kalkıyor.

 

-Seçkinciliğe mi kayıyorlar? 

Kesinlikle. Kulüp yönetimleri orta ve üst sınıfa hitap ettikçe çok önemli bir kitleyi göz ardı ediyorlar. Almanya, stadyumları en dolu ülkelerden birisidir. Bayern Münih Başkanı Uli Hoeness şu açıklamayı yaptı geçen günlerde:

“Biz biletleri istersek daha pahalı hale getirebiliriz. Yine aynı kitleyi toplarız. Ama böyle yaparsak eğer, Almanya'daki iç barışı tehdit ederiz. O yüzden her kesimin buraya geleceği bir ücretlendirme yapıyoruz”.

Eğer gündelik hayatta sadece futbolla yaşayan insanları stadyumlardan uzaklaştırırsak, büyük bir problem bizi bekliyor. Futbolu bölen değil, birleştirici bir unsur olarak görmek zorundalar. Bu insanlar maça gitmezlerse, o deşarjı nerede yaşayacaklar?