Gündem

Akademide kıyımın yeni adımları: KHK'lar gerçekten bitti mi?

02 Kasım 2019 17:06

İlker Gökhan Şen

2016’dan itibaren kamu çalışanlarının bir gece ansızın çıkarılan KHK’larla mesleklerinden edilmeleri meşruiyeti sorgulanan uzun bir süreci başlatmıştı. Ama bu Türk akademisinin ilk defa karşılaştığı bir şey değil. Türkiye akademisi tarihi boyunca hiçbir dönemde uzun ve rahat bir soluk alamadı. 147’liler, 1402’liler, KHK’lılar ve yeni yöntemler… Neredeyse her dönemde birtakım yasalar ve gerekçeler öğretim elemanlarını bir sabah uyandıklarında meslekten çıkarıldıklarını öğrenmelerine vesile yapıldı. 686 sayılı KHK ile akademiden ayrılmaya zorlanan isimlerden birisi olarak tam KHK rejiminin artık bitmiş olabileceğine inanıyordum ki yakın zamanda yaşanan olaylar beni bu konuda yeniden düşünmeye sevk etti. Hem uzun yıllarımı geçirdiğim Eskişehir hem de Türkiye akademisinin ahvali üzerine yeniden bir şeyler söylemek gerekti. 

Uzun yıllar Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesinde görev yapan Dr. Melike Belkıs Aydın ve Dr. Barış Işık’ın sözleşmeleri akademik etik kurallarına, teamüle ve hukuka aykırı bir şekilde yenilenmedi. Aydın’dan boşalan Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi derslerine, alan hakkında herhangi bir bilgisi olmayan ilahiyat fakültesinden bir öğretim üyesinin görevlendirilmesi ile de konu ulusal düzeyde tepki çekti. Aydın ve Işık’ın fakülteden koparılmaları, münferit bir olay değildir. Çok daha geniş kapsamlı bir tasfiye ve kadrolaşma operasyonunun halkalarından birisidir. Öncesi vardır, gerekli meşru tepkiler gösterilmezse devamı da gelecektir. 

Meseleyi siyasi iktidarın Anadolu Üniversitesi, hukuk fakültesi ve daha da genel olarak Eskişehir genelinde bilinçli ve planlı bir gündemin hayata geçirilmesinin bir parçası olarak algılamak gerekir. Son kararla Aydın ve Işık’ın sözleşmelerinin yenilenmemesi, 15 Temmuz sonrası akademide başlayan tasfiye sürecinin Anadolu Üniversitesi ayağının bir artçı sarsıntısı olduğunu düşündürecek çok fazla veri ve bilgi var. 

Gerçekten de 15 Temmuz sonrası OHAL KHK’ları ile altısı hukuk fakültesinden olmak üzere Anadolu Üniversitesi’nden elliye yakın akademisyen ihraç edildi. Yapılan ihraçlar sonucunda hukuk eğitiminde hukuk teorisinin temel yapıtaşlarını oluşturan Hukuk Felsefesi Sosyolojisi, Anayasa Hukuku ve Genel Kamu Hukuku kürsülerinin tamamı ya da tamamına yakın bir kısmı tasfiye edilmiş oldu. Bu tasfiye sürecinin yarattığı yıkım ve bizlerde yarattığı derin üzüntünün doğasını anlayabilmek için fakültenin yakın tarihine bir göz atmak gerekir. 2001 yılında Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi anayasa hukuku anabilim dalında araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. 1993 yılında kurulmuş olan fakültede o zaman, yanlış hatırlamıyorsam araştırma görevlileri olarak yedi kişiydik. Profesör, Doçent ve doktoralı öğretim üyeleri sayısı ise toplam sekiz kişi civarındaydı. 

Fakülte kadrosuna girişimin fakültenin sonraki yıllardaki başarısını ve fakültede yakın zamana kadar hâkim olan akademik liyakat anlayışını açıklayacağı düşüncesindeyim. Anadolu Üniversitesinin ulusal bir gazeteye verilmiş akademik kadro ilanına başvurup yazılı sınava girdim, mülakata çağırdıktan sonra da kadroya alındığımı bildirdiler. Sınav ve mülakat öncesi fakültede kimseyi tanımadığım ve görüşmediğim gibi o zamana kadar Eskişehir’i de hayatımda görmemiştim. Takip eden yıllarda aynı liyakat ve fırsat eşitliği anlayışı çerçevesinde akademik kadroya katılan arkadaşlarla sayımız arttı.

Anadolu Üniversitesi Hukuk fakültesinin en büyük avantajı kuruluşundan itibaren 10-15 yıllık süreçte Ankara, İstanbul ve İzmir’deki köklü hukuk fakültelerinden alanlarında isim yapmış kıdemli ve saygın hocaların ders vermesi olmuştur. Dönemin fakülte yönetiminin sağladığı özgür ve demokratik çalışma ortamı sayesinde, aralarında benim de bulunduğum genç akademisyenler, bir yandan bu köklü kurumların birikiminden yararlanırken, diğer yandan yine bu kurumların kültürel kodlarına işlemiş olan gerontokratik ve hiyerarşik anlayışın yaratabileceği hırpalanma ve özgüven yıkımına uğramadan akademik ve mesleki gelişimimizi sağlayabildik.  2012 yılına geldiğimizde tüm kürsülerde en az bir doktoralı öğretim elemanının bulunduğu ulusal ve uluslararası alanda düzenli olarak yayın yapan, konferans ve sempozyumlara ev sahipliği yapan, ülkenin en iyi on hukuk fakültesi arasına girmiş bir eğitim kurumuna dönüşmüştük. 

Fakültenin gelişim ve dönüşümü, cumhuriyet değerlerini benimsemiş bir kent olan Eskişehir’in de gelişim ve dönüşümüyle eş zamanlı gerçekleşti. 2000’li yılların başlarında çamur deryası ve moloz yığınına benzeyen şehir, akıl almaz bir gelişimle orta Avrupa şehrini andıran bir kente dönüştü. Bu kentsel dönüşümün zevksiz ve yoz bir makyaj ve inşaat faaliyetinden ibaret olmadığını söylemek eski bir Eskişehirli olarak boynumun borcu. Şehrin insan kumaşı her zaman kaliteliydi zaten. Şehre dair gerçekleştirilen tüm değişim ve gelişim, eğitim seviyesi ve yaşam görüşü açısından buna hazır olan şehir halkı tarafından kolayca benimsendi ve sürdürüldü.

Anadolu Üniversitesi ve Eskişehir arasındaki etkileşim kültür, sanat ve akademik açıdan zengin bir sosyal hayatın serpilmesini sağladı. Bu gelişim, haliyle, siyasi iktidarın ve ona eklemlenmiş olan yerel ve ulusal düzeyde gerici odakların öfkesini üzerine çekti. Bu doğrultuda yerel düzeyde kendisini “gazeteci” veya “sendikacı” olarak adlandıran bazıları, Eskişehir’in özgür ve demokratik sosyal yaşantısına, Üniversite ve şehirde gerçekleştirilen kültür, sanat ve akademik faaliyetlere nefret söylemine varan çirkin ifadelerle saldırmaya başladılar. Bu çirkin söylem, yerel yönetim seçimlerinde en sert haline büründü. Eskişehir sanki fethedilmesi zorunlu bir tür dâr-ül harb gibi anlatıldı ve anlatılmakta bu kişi ve çevreler tarafından.

Burada bu kişilerin adlarını anmak istemiyorum, çünkü aksi halde deyim yerindeyse “trolü” beslemiş, büyütmüş oluruz. Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki bu çevreler, Üniversitede yaşanan çölleşme sürecinde yönetimde olan kişilerle yan yana oldular; Anadolu Üniversitesinin sanatsal, kültürel ve akademik yapısına vurulan her darbeyi ise, üniversite ve şehri “masonluktan” “siyonistlikten” kurtararak “müslümanlaştırdığı” için kutladılar. 

Üniversitedeki tasfiye örüntüsüne geri dönersek, bu süreçte, tarih önündeki ahlaki sorumluluklarını not etmek adına, yetkili makamları işgal eden kişilerden de bahsetmek gerekir. Gerçi içinden geçtiğimiz karanlık dönemde kimin neyden sorumlu olabileceğine dair kesin ve hatasız yargılara varmak zor. Ancak en azından herkesin internet araştırmasıyla ulaşabileceği en somut bilgiler ışığında birkaç hususu da not etmekte fayda var. Tasfiye sürecinin OHAL KHK’ları ile başladığını hatırlarsak, O dönemde YÖK üniversite ihraçlarında şöyle bir açıklamada bulunmuştu: “İhraçlara yönelik tüm inisiyatif üniversitelerde. Kişileri üniversiteler belirliyor ve YÖK'ün bununla ilgili bir takibi yok”.  Öte yandan Anadolu Üniversitesindeki tasfiye sürecinde rektör olan Prof. Dr. Naci Gündoğan sonrasında ödüllendirilerek YÖK’e danışman olarak atandı.  O dönemde hukuk fakültesi dekanı olan ve Gündoğan’ın yakın arkadaşı Prof. Dr. Ufuk Aydın ise merkezi siyasi iradenin atayacağı kişiler üniversite ve akabinde fakülte yönetimini devralana kadar vekâleten dekanlık makamında bırakıldı. 

Naci Gündoğan’dan sonra Üniversite’ye rektör olarak kurum dışından atanan Prof.Dr. Şafak Ertan Çomaklı dönemini de Naci Gündoğan ile başlayan Üniversitenin kurumsal hafızasına aykırı her türlü eylem ve söylemin hakim olduğu bir süreç olarak tanımlayabiliriz. Bu konuda en yakın örnek, 20 yıldır iletişim fakültesi tarafından düzenlenen sinema festivalinin bu sene Çomaklı tarafından engellenmiş olduğu iddiasıdır.  Anayasa Mahkemesi’nin barış akademisyenleri lehine verdiği karara karşı Türkçe ve hukuk bilgisi açısından nereye koyacağımızı bilemeyeceğimiz şu mesajı da twitter hesabından paylaşmıştı Çomaklı: “Zihninde terör tohumları olanlara Türk Devlet teşkilatı içinde evrak, bilgi ve öğrenci teslim edilemeyeceği bilincinde olan bir eğitim kurumunda ifade özgürlüğünü idari yapıda desteklemek ihanettir ve tartışılmazdır” 

Çomaklı’nın göreve gelmesinden sonra Hukuk Fakültesinde Prof. Dr. Hüseyin Özcan hukuk fakültesi dekanı, Dr. Ferhat Uslu ise dekan yardımcısı olarak görevlendirildi. Bu kişilerin fakülte kadrosuna alınışlarından fakülte yönetiminin başına getirilişlerine kadar her sürecin akademik etik ilkeleri ve liyakat açısından sorunlu olduğu yakın zamanda Prof. Dr. Kemal Gözler tarafından saptanmıştı. Oradan özetle; bu iki kişinin işgal ettikleri kadrolara ilişkin yapılan ilanlarda, ilgili kişilerin yaptıkları yayınların ve doktora/doçentlik çalışmalarının başlıkları esas alınarak özel koşul getirilmiş. Kısacası gerek Hüseyin Özcan, gerekse Ferhat Uslu için adrese teslim kadro söz konusu. Gözler’e göre hem Hüseyin Özcan’ın, hem de Ferhat Uslu’nun 2018 Aralık ve 2019 Şubat tarihleri arasındaki süreçte Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne önce öğretim üyesi olarak atanmaları, hemen takip eden günlerde de Özcan’ın Dekan, Uslu’nun Dekan Yardımcılığı makamını işgal etmeye başlamaları bir rastlantı değildir. Bu saptamayı desteklemek üzere eklemek gerekir ki Hüseyin Özcan ve Ferhat Uslu’nun daha öncesinde de yakın tanışıklıkları bulunmaktadır. Ferhat Uslu doktora tezini Murat Yanık danışmanlığında yazmıştır. Uslu’nun tezi Doç. Dr. Abdullah Eren’in olumsuz oyuna karşın Mustafa Erdoğan, Nihat Bulut, Murat Yanık ve Hüseyin Özcan’ın olumlu oylarıyla, yani oy çokluğuyla kabul edilmiştir. Hüseyin Özcan da bir dönem İstanbul Üniversitesinde birlikte çalıştığı kürsü arkadaşı olan Murat Yanık’ın danışmanlığını yaptığı Ferhat Uslu’nun doktora tez jürisinde yer almıştır. 

Önemle belirtmek gerekir ki bu yazıda Hüseyin Özcan veya Ferhat Uslu’nun akademik yeterliliklerini sorgulamak gibi bir amaç yok. Onun takdirini bu kişilerin eserlerini okuyan araştırmacılara ve kendilerinden ders alan öğrencilere bırakmalı. Ancak şu hususun da altını çizmeden geçmemeli. Genelde Eskişehir ve Anadolu Üniversitesi, özelde ise hukuk fakültesi, mevcut siyasi iktidarın hedef tahtasına oturtulmuş durumda. Bunun temel nedenini anlamak için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözlerini hatırlamak faydalı olabilir: "Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var" Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesinin OHAL büyük tasfiye öncesi dönemde oluşturduğu eleştirel, eşitlikçi ve özgür akademik yapı,  Erdoğan’ın bahsettiği kültürel iktidarının önünde yer alan engellerden birisiydi. 15 Temmuz sonrası tasfiye sürecini ilk olarak yerelde kullanabildiği ve işbirliği yaptığı aktörlerle başlatan siyasi iktidarın daha sonra dışarıdan yaptığı atama ve usulsüz kadrolaşmalarla devam ettirdiğini söylemek mümkün. Dr. Melike Belkıs Aydın ve Dr. Barış Işık’ın tüm akademik ve mesleki yeterliliklerine karşın akademik etik ve temel usul kurallarına aykırı bir şekilde alelacele fakülteden uzaklaştırılmasını da “kültürel iktidar” operasyonunun bir parçası olarak görmek gerekiyor.