Söyleşi

Ahmet Mümtaz Taylan: İçeriğinden hoşnut olmadığımız dizilerden yapımcılar kadar izleyenler de sorumlu

"Daha insancıl, daha barışçıl, birlikte yaşama kültürüne daha uygun olan yapımlara ilgi gösterelim. Hangi yapımcı talep edilen şeye karşılık vermez?"

10 Temmuz 2019 23:00

Oyuncu, yönetmen Ahmet Mümtaz Taylan, T24 ekranlarında Murat Sabuncu'nun televizyon dizilerinin toplum hayatına etkilerine ilişkin sorularını yanıtladı. Taylan, dizilerin siyasi etki altında kaldığını söylerken, "Kimse izlemek zorunda değil" dedi. Dizilerin yapımcılarının yanı sıra izleyenlerin de sorumlu tutulması gerektiğine vurgu yapan Taylan, "Şiddet neden bu kadar kabul görüyor, sorulmalı" diye konuştu. Toplumun 'oyun' kavramından koptuğunu ve dizilerin toplumu eğitme sorumluluğu olmadığını söyleyen Taylan, "Sanatsal ürün ders kitabı değildir" dedi. Son zamanlarda tiyatroya olan ilginin arttığına dikkat çeken Taylan, buna karşın tiyatro sergilenecek mekanların yeterli sayıda olmadığını söyledi.

Ahmet Mümtaz Taylan'ın Murat Sabuncu'nun sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

  • Önce Tuhaf'tan bahsetmek istiyorum. 28 sayıdır çıkan, benim de zevkle okuduğum bir dergi. Tuhaf'ın kurucu ekibindensiniz. Bu sayıda Hakan Günday ile beraber 'şimdi'yi tartışmışsınız. Sizin orada 'Tahin Pekmez' diye bir köşeniz var ve bu 'şimdi' beni çok etkiledi. Diyorsunuz ya 'şimdi'de durulabiliyor mu? 'Şimdi'nin i'sini söylerken bile geçip gidiyor zaman. 'Şimdi', konuşmaya ve tartışmaya değer bir kelime.

Ahmet Mümtaz Taylan: 'Geçmiş', 'şimdi' ve 'gelecek' diye bir üçleme yapacağız. 'Geçmiş'i konuştuk geçen ay, bu ay 'şimdi'yi konuştuk Hakan'la. Önümüzdeki ay da 'gelecek' üstüne konuşacağız. Biz kavramsal şeylerin üstüne, durumlar üstüne açık sohbetler yapıyoruz, ucu açık, hazırlıksız, tamamen doğaçlama yürüyen şeyler. Tüm bunlardan da Tahin Pekmez köşesi çıkıyor. Çünkü Hakan'la sohbet etmek hem çok rahat hem de heyecan verici bir şey. Muazzam bir yazar biliyorsunuz. Şimdi konusu bizim için çok çekici bir şey. Konuşmada şey demişim; "Şimdi, zamanın vicdanıdır." Dergide de her şeyin bir sınırı var tabi, okumaktan da soğutmamak için sizleri. Ama 'şimdi' zengin bir konu evet, tavsiye ederim herkese dergiyi...

  • "Şimdi zamanın vicdanıdır dediniz. Pek vicdanı olmayan bir zamandan da geçiyoruz. Türkiye'nin pek çok sanatçısı, gazetecisi, aydını cezaevinde. Tabii bu vicdan ve zaman konusu belki uzun zamanlı konuşulması gereken bir şey. Siz de bu konuda çok sözü olan, söz söyleyen bir insansınız. Vicdani olarak zor zamanlar galiba?

Ahmet Mümtaz Taylan: Hukuk başta olmak üzere bazı durumlar aslında konjonktüreldir. Yani 100 yıl sonrasının hukuku ve 200 yıl öncesinin hukuku ile şimdinin hukuku arasında farklar var. Ama zamansız olan şeyler vardır: Adalet duygusu, birlikte yaşama kültürü, vicdan, bunlar zamansızdır ya da zamanın üstündedir. Yani zaman kadar uzun ömürlüdür. Bir süredir çoğu içimize sinmeyen şeyler yaşıyoruz. Bu da böyle bir dönem elbette, gelip geçecek. İyi şeylerin de kötü şeylerin de bir zamanı var. Almanların dediği gibi, "7 yıl yokluk, 7 yıl bolluk" derler. Toplum hayatında böyle dönemler oluyor ama her şeyin bir çaresi var. Varız, buradayız, dolayısıyla onayladığımız, içimize sinen, sinmeyen şeyleri bir şekilde her zaman tartışmaya devam ediyoruz. Tartışma ortamları yaratıyoruz. Birçok platformda, sosyal medyada, iyi kötü hâlâ basında konuşabiliyoruz. Bunlar küçümsenecek şeyler değil, hiç yoktan iyiyiz. Devam edeceğiz yani yürümeye, konuşmaya, bakmaya, lisan-ı münasiple anlatmaya, birlikte yaşama kültürüne saygı göstermeye ve onu tekrar tekrar konu etmeye, hatırlatmaya devam edeceğiz. Ben bir siyasetçi değilim ama sanat siyaseti dışında bu ülkenin bir bireyi ve yurttaşı olarak lisan-ı münasip ile, dilimiz döndükçe meselelerimizi konuşmaya konuşturmaya devam edeceğiz. Yavaş yavaş düzelecektir. Hayatın normal akışı iyiye gider, kötüye gitmez.

"Tuhaf, günlük siyasetle ilgilenmez, genel anlamda hayat, sanat siyaseti ve hayatın genel akışıyla ilgilidir"

  • Yine Tuhaf'a geleceğim. Bu tarz dergiler aslında insana "Hayatta edebiyat da var, hayatta nefes almak da var, tartışmak da var"ı hatırlatan dergiler. Tuhaf'ı öyle mi kurguladınız?

Ahmet Mümtaz Taylan: Tuhaf'ta farklı dünya görüşlerine, politik görüşlere sahip yazarlar bir arada yazabiliyorlar. Zaten amacımız buydu. Bir arada durabilmek, konuşabilmek, birbirimizin fikirlerine zaman ve zemin sağlamak. Tuhaf öncelikle bir edebiyat dergisidir. Popüler edebiyat dergisidir. Biz burada okurla edebiyat ürünü arasındaki mesafeyi kısaltmayı amaçlıyoruz. Daha çok ondan faydalanmak, bir yarar sağlamak değil de o süreci nasıl yakınlaştırabiliriz, kısaltabiliriz, çabuklaştırabilirizin peşindeyiz. Doğrusu çok da güzel sonuçlar alıyoruz. Tuhaf, günlük siyasetle ilgilenmez, genel anlamda hayat, sanat siyaseti ve hayatın genel akışıyla ilgilidir ve bunu da edebiyat üstünden, düşünce üstünden, fikir üstünden takip etmeye çalışır. Bu seçimleriyle de bizim açımızdan memnuniyet verici düzeyde kabul görmüş bir yazılı materyaldir. Bundan vazgeçmeyeceğiz, bunu geliştirmeye çalışacağız.

  • Ayrı bir parantez daha açıp sonra da dizi konusuna geçeceğim. Tabi 'şimdi'den kalanlar ve hep kalacak olanlar da var. Geçen hafta yitirdiğimiz Küçük İskender var mesela. Küçük İskender şiiriyle, sözüyle hepimizin kalbinde yer etmiş bir sanatçıydı. Küçük İskender'i konuşmadan, birkaç cümle onun üzerine kurmadan geçmemek gerekiyor. Siz de Twitter hesabınızda paylaşmışsınız, benim de çok sevdiğim bir bölümdü o, "Ah sizin o benzemez kimse sana musikisiyle başlayıp, sen de artık herkes gibisin şiiriyle sonlanan aşklarınız" der.

Ahmet Mümtaz Taylan: Küçük İskender muazzam bir yurttaştır. Muhteşem bir şairdir ve çok uzun yıllar boyunca gözümüzün önünde oldu. Bize okuttuğu, söylediği şeylerle duruşunu hiç bozmamış, tamamen istikrarlı, güvenilir, her bakımdan bir bireydir. Kendisini hep yazdıklarıyla, söyledikleriyle, bıraktıklarıyla sevgiyle hatırlayacağımız sanatçı arkadaşlarımızdan biri. Çok erken bir kayıp, bütün kayıplar erkendir ama İskender çok daha üretken olabileceği bir zamanda gitti. Onu çok özleyeceğiz. Muazzam bir huysuzdu. Ben çok tanımıyorum tabi ama okuruyum.

"Eğitmek, sanata, sanatsal ürüne veya yakın disiplinlere vazife değildir"

  • Şimdi sizinle diziler üzerine konuşmak istiyorum: Kimine göre diziler toplumu etkiliyor, kimine göre toplum dizileri etkiliyor. Geçtiğimiz günlerde Poyraz Karayel dizisinde bir evlilik teklifi sahnesi vardı. Bu sahne çok tartışıldı sosyal medyada da. Silahlı evlilik teklifi. Bunun üzerine sosyal medyada çıkan tartışma; Diziler hayatı yönlendirir mi? Bir özenme hali yaratır mı? Bu hakikaten riskli bir şey midir?

Ahmet Mümtaz Taylan: Dizilerin hayatı yönlendirdiğini söylemek fazlaca güç ve kabadayıca bir tespit olur. Yerinde de olmaz. Dolayısıyla daha ziyade hayatta ne olup bitiyorsa dizide de aşağı yukarı o olur. Tabi boğaza bakan bir restoranda pabuç kadar bir silahla oturmak ve kimsenin de bununla ilgilenmemesi ancak bir dramada olabilecek bir şeydir. Bu tür bir evlenme teklifi de bu tür bir karakterin yapabileceği bir şeydir. Televizyon dizisinin bu bölümün önermesi de "Masaya pabuç kadar silah koyup, bozuk bir dille, çok da tatlı olmayan bir mantık dizgisiyle evlenme teklifi edin" değildir. Zaten genelde hanımlar da bu tarz tekliflere "Kimliğini ver, 22 Ekim'de evlenip, 3 gün Paris'e gidiyoruz" şeklinde bir hazırlıkla cevap vermezler. Bu dramadır yani. Mesela dijital platformlar var. Bizim ulusal kanalların dizileri dışında yerli ve yabancı platformlarda kiloyla dizi seyrediyoruz. Çoğumuz meraklıyız, boş zamanlarımızda oturup bir sezonu birkaç günde bitirdiğimiz oluyor. Dolayısıyla herkesin yabancı olmadığı bir konu. Mesela Hannibal diye bir dizi var. İnsan yemeyi önermiyor, öyle bir karakterden bahsediyor. Dexter diye bir dizi var. Her bölümde kendince kabahatli bulduğu, yargıladığı birisini öldürüyor karakter. Bu da "sokakta canınızı sıkanları öldürün" önermesi taşımıyor. Dolayısıyla her şeyi de günlük siyasete bağlamak istemem doğrusu ama hani neşemiz kaçtı ya, uzunca bir zamandır ve daha çok bir gerilim, polemik ortamında yaşar olduk. Hayatın her alanında bir itiş kakış halinde olduğumuz gerçeğini de unutmayacak olursak, oyun mefhumunun ne olduğu konusunda bir bulanıklık yaşamaya başladık. Bu gerginlik içerisinde televizyonda seyrettiğimiz her şey bir önerme gibi algılanmaya başlanmış olabilir. Bazen olmayacak şeyler müstehcen bulunuyor. Silah, külah bence müstehcen bir şey ama o da yadırganmıyor. Yani birazcık eğlence, vakit geçirmek için yapılan bir şey. Mesela Escobar dizisini izleyenlere de uyuşturucu ticareti yapın şeklinde bir öneride bulunulmuyor. Biraz bunlara bir dönmemiz, bakmamız lazım tekrardan. 

Dramayı, televizyon dizisi formatını ya da filmi veya tiyatroyu, hatta yazıyı çok kötü işler için de kullanabilirsiniz. Ama kolay tüketilebilir, muhatabına kolay ulaşabilir ürünleri derli toplu sergilemek için de kullanabilirsiniz. Sanata, sanatsal ürüne veya yakın disiplinlere vazife, görev değildir eğitmek. Televizyon dizisiyle eğitmek, hayatta nasıl yol alacağımızı öğrenmek durumunda değiliz. Kimsenin, ne ressamın, ne yontucunun, ne oyuncunun, ne yönetmenin, ne yazarın ne bestecinin, ne icracının böyle vazifeleri yok. Kendine vazife edinmiş olabilir mi? Olabilir. Kendince bir sürü ülkü sahibi olan insanlar var. Ama her oyun eğitim değil. Bu ders kitabı değil yani.

Bir nokta daha, var insanların tartıştığı ve kısmen katıldığım. Silah, ölüm, öldürmek, kan, bütün bunlar serbest. Yani şiddetin pornosunu seyrediyor insanlar. Ama Çukur'da, bir sahnedeki öpüşme ceza aldı RTÜK'ten. Veya şarap, içki, başka bir şey. Yani duyguların devreye girdiği bazı noktalar sansüre uğruyor veya kanallar çekiniyor. Ama silahlar, patlama, çatlama, ölümler, şakır şakır kan akıyor, orada bir sorunumuz yok. Evet dizilerin, filmlerin eğitimle alakası yoktur ama belki insanların tepkisi biraz da bu "Duygularımızı aldınız, onun yerine şiddeti koydunuz." Yani şiddet seyredilebilir ama duygular mahrem. Asıl şiddet mahrem olmalı diye tartışılabilir belki.

Şiddete övgü düzülüyorsa burada ciddi bir tartışma çıkması kaçınılmaz. Benim söz ettiğim şey şu; ödev değil, özendirme olmamalı, kışkırtma olmamalı, ajite etme olmamalı. Bunlar olduğu zaman tepki çıkıyor. İstersen ben de şunu sorayım, soruya soruyla cevap vermek pek yiğitçe bir davranış değil ama: Neden bunlar bu kadar çok kabul görüyor? Acaba bu kadar çok kabul gördüğü için mi silah, külah işleri televizyon gibi popüler kültürün bir parçası olan bir şey bu temalara yöneliyor? Yani karşılıklı birbirini köpürten bir şey olduğu çok belli. Burada ödevlerden, görevlerden bahsetmek çok da kolay değil.

  • Galiba şöyle bir şey de var: Bir rating sistemi var televizyonlarda ve buna göre reklam üreten bir ekip var. Ekip ona bakarak bir şey üretiyor. Bir taraftan da bu dizilere talep olduğu için böyle şeyler üretiliyor.

Ahmet Mümtaz Taylan: Sadece bizde değil, dünyanın her yerinde pata-küte, dan-dun işler yapılıyor çünkü aksiyon bunlar. Televizyon da eğitim aracından ziyade bir ticari araç, bunu kabul etmek lazım. Aynı burada, bu işletmede olduğu gibi buradan çıkan para, giren paradan bir lira az olacak ki değer üretilmiş olacak, bir rakam ortaya çıkacak, bir ekonomisi olacak ve bu iş ilerleyecek. Hiç ekonomisi olmayan, popüler olmayan bazı şeyleri de tutum olarak sergilediğiniz zaman bunun karşılığı yok. Bir denge lazım. Toplumsal barıştan televizyon sorumlu değil. Diğer yandan şunu söylemek lazım, televizyonda iyi şeyler de var. Tartışılan şeyler kadar tartışılmayacak kadar iyi işler de var. "Onlardan neden etkilenmiyor toplum da birden bire olumsuz olan, müstehcen, şiddet olan şeyden etkileniyor" sorusu da ilk soruyu biraz boşa düşüren bir sorudur. Ak-kara şeklinde değil. Hayat biliyorsunuz gri alanların çok olduğu bir yer. Burada da daha kavramsal tartışmalar gerekli yasaklama dışında.

"Ne yurttaş olarak, ne de birey olarak sorunlarımızı bir tribüne devretmek akılcı bir şey değildir"

  • Galiba sosyal medyanın çok yandaşlaşmasıyla beraber herkes bir kavgaya, tartışmaya davet ediliyor. O zaman da daha farklı bir ruh halinde yaşar hale geliyoruz.

Ahmet Mümtaz Taylan: İşte o çatışma, genel olarak insanların rahat edebilmesi için bir tribüne dahil olmaları gerektiğine inandırılmalarıyla başladı. Oysa ne yurttaş olarak, ne de birey olarak sorunlarımızı bir tribüne devretmek akılcı bir şey değildir. Sonuçta olumsuzluklar yine bizim başımıza patlayacak. O açıdan da her tartışmaya çağırıldığımız yere gidersek geriye ne yaşanacak bir hayat kalıyor ne düşünecek, üretecek, söyleyecek yeni bir söz kalıyor. Dolayısıyla her tartışmaya koşarak gitmek çok da iyi bir şey değil. Belki de tartışmaların kendilerinden çok bu sürecin kendine ait bir itiraza, karşı tutuma ihtiyaç olduğunu, biraz daha sükûta, suhulete ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bunun, televizyon dizisinden romana, ekonomiden sosyal hayata kadar her alanda geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu fırtınalı ortamda oradan oraya savrulmak yerine birazcık kenara çekilen veya rüzgara karşı durup, bakarak, düşünerek yaşamayı tercih edenler daha farklı yaşıyorlar.

  • Belki bir nefes alıp tepki vermek lazım.

Ahmet Mümtaz Taylan: Hemen taraf olmak gerekmiyor. Bazı tartışmaların kendisi sakat. Dolayısıyla orada taraf olmakla da, orada ol veya burada ol, bir sakatlığın parçası oluyorsun.

  • Burada siyasetin de dizilere bir şekilde katkısı, zaman zaman yönlendirmesi, ya da dönem dizileriyle bugüne gönderme yapılması -Abdülhamit örnek olarak verilebilir- onun da bir etkisi var galiba.

Ahmet Mümtaz Taylan: Var ama bunu seyredip seyretmemek size kalmış bir şey. Kimse çektiği işe koyduğu cümleden bu kadar hüküm giymemeli. Abdülhamit'i seyredebilirsiniz, Diriliş'i tencere, tava, kılıçla seyredebilirsiniz; seyretmeyebilirsiniz de. Dönüp burada yapımcıya, kanala birinci derecede yüklenmek, bunlar işte bütün tartışmanın özü bu. Zamanın ruhu diye bir şey var. Bu konjonktürde yürüyen işler var, kabul gören işler var, görmeyenler var. Bunları bire bir sektöre değil, biraz tüketiciye de sormak lazım.

"Hangi yapımcı şiddetle ve reddedilemez biçimde talep edilen şeye karşılık vermez?"

  • Sizin de bahsettiğiniz platformlar artık herkesin elinde var. Orada biraz daha rahat ama hâlâ televizyonla kültür hayatını besleyen kitleler var. Diyorsunuz ya seyretmesinler, evet seyretmeyebilirler, başka yerlere bakabilirler. Belki hâlâ televizyon Türkiye'de halkların en çok baktığı, izlediği, etkilendiği yer olduğu için bu kadar konuşuyoruz.

Ahmet Mümtaz Taylan: Doğru söylüyorsunuz. Aynı zamanda şunu eklesek: Talep edelim. Hangi yapımcı şiddetle ve reddedilemez biçimde talep edilen şeye karşılık vermez? O zaman daha insancıl, daha barışçıl olan, birlikte yaşama kültürüne daha uygun olan, daha az şiddet, daha az gerginlik gereken işlere muhabbet gösterin. O zaman göreceğiz ki önümüzdeki sezon onlar ağırlık kazanacak. Spor odaklı işler var televizyonda. Kızım mesela iştahla onları seyrediyor yurtdışında sinema okuyan biri olarak. Yerli diziye düşkün olması beklenmeyecek bir genç tipi ama iyi olan her şeyi seyrediyor, muhabbet gösteriyor ve arkadaşlarıyla da paylaştığını biliyorum. 18-20 yaş kitlesinin ne seyrettiğini kızıma bakarak görüyorum. Amerika'dan bile internet üzerinden bizdeki iyi işleri seyrediyor.

  • Belki de sanatçılara bu kadar 'yüklenmemizin' sebebi şu; nefes aldıran insanlarsınız topluma, insanlara. Belki o yüzden tartışalım diye üstünüze geliyoruz. Bir de tekrar tiyatro sahneleri ilgi görmeye başladı. Siz de tiyatro geleneğinden gelen bir sanatçısınız, eviniz tiyatro. Tiyatroyu yeniden keşfetmeye başladık, salonlar tekrar dolmaya başladı. O da aslında başka bir arayışın, ihtiyacın göstergesi.

Ahmet Mümtaz Taylan: Aslına bakarsanız tiyatro hiçbir zaman seyircisiz kalmadı. Ama seyircinin önüne çıkılabilecek mekânlar… 18 milyon insanın yaşadığı, 12 milyon seçmenin olduğu kentte üretilen işlerin gösterileceği yeteri kadar yer yok. Bunu tiyatro için de söylüyorum. Yerel yönetimlerin bu konuda biraz daha çözüm odaklı düşünmesi gerekir. Bu konuda başka fikirlerimiz de var. Zaman içinde dergi üzerinden de tartışmaya açacağız ama bir mekân problemi var. Oysa prefabrik tiyatrolar düşünülebilir. Çok makul, mantıklı ve ekonomisi sabır taşırtan cinsten olmayan çözümler üretmek mümkün. Tiyatroda iyi olan şey, ödenekli tiyatroların işleyiş açısından hiç değişmemesi ve eskimesi, neredeyse biraz köhnemiş olması nedeniyle yeni mezunların veya tiyatroya alaylı olarak gönül veren gençlerin merdiven altında bile tiyatro yapması sonucunu doğurdu. Her yerde pıtrak gibi sahneler açılıyor ve her türlü zorluğa, ekonomik veya siyasal zorluklara rağmen genç arkadaşlar kahramanca tiyatro yapmayı sürdürüyorlar. İnsanı çok sevindiren bir şey.

"CHP'li ilçelerde 1-1,5 yıl içerisinde 10-14 tane prefabrik tiyatro yapılmazsa sorarım hesabını"

  • Sosyal demokrat belediyeler İstanbul, Ankara ve İzmir'i kazandılar. 18 milyonluk bir şehir İstanbul, ama tiyatro sahnelerinin sayısı bir elin parmağını geçmeyecek kadar. Sizin bahsettiğiniz, gençlerin kurduğu yerleri de dâhil etmek lazım buna. Belki yeni dönemde belediyelerin daha ön açıcı bir misyonu olabilir.

Ahmet Mümtaz Taylan: Olabilir çünkü yerel yönetimlerin genel anlamda en önemli hizmetlerinden biri kültürel alandır. Tabii ki her türlü belediye hizmeti önemlidir ama ben bilhassa kültürel alandaki çoraklaşmayı bir şikâyet olarak seçimlerde dile getiren yerel yöneticilerin göreve geldikten sonra makul bu konuda büyük hareketler yapması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde inandırıcı olmaları mümkün değil. Örnek vermek gerekirse mesela İstanbul'daki CHP'li ilçelerde 1-1,5 yıl içerisinde 600-700 kişilik 10-14 tane prefabrik tiyatro yapılmazsa sorarım hesabını.

  • Bugün Ali İsmail Korkmaz'ın öldürülüşünün altıncı yılı. Sabah, abisi Gürkan Korkmaz'ın attığı bir tweet vardı, "Ali İsmail'in 19 yaşında takılı kaldığı gün" diye. Bunun üzerine bir iki cümle ederek bitirelim.

Ahmet Mümtaz Taylan: Ali İsmail Korkmaz, 'şimdi'mizde kalmıştır. Hep 'şimdi' olacaktır. Geçmiş değildir. Ali İsmail ve diğerleri, hepsi, her biri, eksiksiz, ne taraftan olursa olsun muazzam kayıplardır ve hepsi, her biri bizim 'şimdi'mizdir.